"Marksistler, kadın hareketi içerisinde giderek daha yaygın hale gelen sosyalizan görüşleri muhatap almalı, bu görüşlerle tartışmalı ve içlerindeki antikomünist önyargılarla mücadele etmelidir"

Kadın-erkek eşitsizliği konusunda Marksizmin tartışma çerçevesi

Giriş: Yöntem ve amaç

Marksistlerin teori geliştirir veya teorik bir zeminde tartışma yürütürken düşebilecekleri en temel tuzak, çabalarının onları siyaseten hareketsiz kılacak bir sonuca varmasıdır.

Marksist teori, Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi’nde yaptığı doğa ve tarih bilimi “kıtaları” ayrımında esasen tarih bilimi kıtasında faaliyet gösterir ve bu faaliyet devrimcidir. Yani Marksizm asıl olarak anlamayı ya da açıklamayı değil dönüştürmeyi hedefler. Kuşkusuz tarih kıtasında da maddenin hareket yasaları vardır; ama buradaki temel hareket toplumsal üretim biçiminin tarafı olan sınıflar arasındaki mücadeledir. Bu diyalektik mücadele aynı anda hem insanların bilinç ve iradelerinden bağımsız taraf oldukları, toplumun temelini teşkil eden üretim ilişkileri alanında, hem de insanların bilinçli olarak oluşturdukları ideoloji ve kurumları içeren üstyapıda, ancak farklı biçim ve araçlarla gerçekleşir. Zaten aksi takdirde, Marksizmin en temel kavram çiftlerinden biri olan temel-üstyapı ayrımına gerek olmazdı; zira bilinçli, öznel eylem insana özgüdür. Doğada bilinç ve öznellik yoktur, dolayısıyla bir üstyapı da yoktur.

Yani Marksist teori, maddenin hareketine bilinçli ve öznel müdahalenin bir ölçüde mümkün olduğu toplumsal zeminde, bu bilinçli müdahalenin mümkün olan en köklü biçiminin, sosyalist devrimin olanaklarını arar. Konu ideolojik mücadele olduğunda iş daha da karmaşıklaşır; zira bu mücadele esasen üstyapıda, yani insanın öznelliğinin ağır bastığı hareket alanında verilir. Toplumsal karmaşıklığın teorizasyonla sadeleştirilebilir olduğu iddiası, modernizmin tarihsel yanılgısıdır ve Marksizmin modernizme yönelik en köklü eleştirisi tam da bu yanılgıyı hedef alır: (1) Yöntem alanında kaba materyalizme karşı diyalektik materyalizm; (2) siyaset alanında ise aygıtlar ve aparatlardan ibaret teknokratik bir üstyapı tasavvuruna karşı, maddi çelişkilerin etkisindeki öznel eylemlerle1 devinen bir ideolojiler ve kurumlar alanı olarak üstyapı. Biz teori yaparken de öncelikle gerçekliğin karmaşıklığını sadeleştirip “her şeyi yerli yerine oturtacak” açıklamalar değil, onun çelişkili unsurları arasında yarılmalar yaratacak müdahale olanakları ararız.

Zaten toplumsal gerçeklik ancak çelişkilerin izin verdiği ölçüde sadeleştirilebilir. Kapitalist üretim biçimi işlerliğini koruduğu; yani onun çelişkileri henüz devrimci bir yarılmaya kapı açacak biçimde kristalleşmediği müddetçe, karmaşık her ideolojik meselede “iki sınıf var söyle hangisinden yanasın?” basitliğine başvurmak devrimci özneyi örgütleyip ilerletmez. Aksine, çelişkiler ve çatlaklarla dolu ama henüz bütünlüğünü ve işlerliğini koruyan bir sistemi çelişkisiz ve çatlaksız kabul ederek kendi ayağına sıkar. Devrimci öznenin düzenden parçalar kopartmak, onun çatlak ve çelişkilerini derinleştirmek için çaba göstermek yerine kendi ideolojisinin sınırlarını tahkim etmeye odaklanması özneyi küçülten ya da en azından büyümesini engelleyen, ofansif değil defansif bir pozisyondur. Devrimci özne aksine mecbur kalmadıkça savunmada değil hücumda olmalıdır.

“Sosyalist ideolojinin bizim teorimizin toplumsala, hatta daha siyasi olarak sınıflar mücadelesinin pratik gereksinimlerine tercüme edilmiş hali olduğunun sanılması” bu yüzden “korkulması gereken bir şeydir.”2 Marksist teorinin işi bize gerçekliğin tarihin akışı içerisinde donup kalmış bir fotoğrafını (bu fotoğraf ne denli yüksek çözünürlükte olursa olsun) sunmak olamaz. Böylesi fotoğraflar bizi eylemsiz kılar. Marksist teori bize, gerçekliğin sınırlarının aşağı yukarı nerede olduğunun ve daha önemlisi, devrimci biçimde nasıl genişletilebileceğinin bilgisini sunar. Bilimsel sosyalist ideolojik mücadele ise o sınırlarının içini, sınırları dışarı doğru itip genişletecek biçimde doldurmak için verilir.

Yazıya hayli genel geçer nitelikte olan bu yöntem konulu girişle başlamamın sebebi şu: Kadın-erkek eşitsizliği günümüz toplumunun nesnelliğinin bir parçası ve farklı ideolojiler bu nesnelliği farklı biçimlerde soyutluyor. Öte yandan bu eşitsizlik, kapitalizmin bunalımının derinleşmesiyle birlikte dünyada ve Türkiye’de sistemin patlayıcı çelişkilerinden biri haline gelmiş durumda. Bir tarafta milliyetçi-mukaddesatçı ideolojiler kadın sorunu karşısında gericiliğin toplumsal zeminini konsolide etmeye çalışırken insanlığın yüzlerce yıllık aydınlanma birikimini karşıya alıyor ve kendi çağdışılıklarını en iğrenç biçimde ortaya döken pozisyonlar takınmak zorunda kalıyor. Diğer tarafta ise soruna, onu ortadan kaldırmayan ancak hafifleten düzen içi çözümler üretmek ve buradan düzene meşruiyet devşirmek gibi zorlu bir görev üstlenen liberalizm ise giderek ateşle oynar bir hale geliyor. Çelişki derinleştikçe, kadın-erkek eşitsizliğinin ortadan kalkmasının yeter değil ancak gerek şartının sosyalist devrim ve işçi sınıfı iktidarı olduğunu savunan komünistler, bu eşitsizliğin yakıcılığını maddi yaşantılarında giderek daha şiddetli hisseden emekçi kadınlar başta olmak üzere çelişkinin sistemik olduğunu (ya da en azından mevcut sistemde bir çözümü olmadığını) sezen toplumsal kesimlerde kendilerine yeni bir hitap alanı buluyor.

Hiçbir toplumsal hitap alanı daha baştan sahibi belli biçimde ortaya çıkmaz, aksine açılan her yeni toplumsal hitap alanında hegemonya ideolojik mücadeleyle kazanılır. İnsanlar (ya da en azından komünistlerin de hitap alanına giren insanlar) belli bir sorun üzerinden politize olduklarında, o soruna dair konuşan siyasi öznelerden yalnızca birini değil hemen hepsini daha fazla dinleme eğilimine girer. Bu da sorumluluğumuzu artırır; tarih devrimcileri olanaklarla sınar.

Kadın sorununun derinleşmesi ve patlayıcı bir tarihsel çelişki haline gelmesi bir yerden sonra kaçınılmazdı. Bugün kaçınılmaz olan gerçekleşirken, kadın sorununu bir emek sorunu olarak soyutlayan biz komünistlerin, sorumluluğumuzu hakkıyla yerine getirebilmek için “mütereddit değil ancak isabetli” argümanlara ihtiyacımız olduğunu, bunun için Marksizmin teorik birikimine daha derinlikli biçimde başvurmamız gerektiğini düşünüyorum.

Bu yazının amacı, bizi yazının ilk cümlesinde vurgulanan tuzaklara değil doğru argümanlara ulaştıracağını umduğum “alet çantamızı” açmaktır.

Tartışmanın diğer tarafları ve aralarındaki ayrımlar

Çelişkinin derinliği doğal olarak feminizmin tüm varyantlarını da davet ediyor ve seslerinin daha güçlü duyulmasını, sözlerinin daha fazla tartışılmasını sağlıyor. Dolayısıyla, bu öbeğe yönelik güncel bir tasnife hem ihtiyaç var, hem de bu tasnif bizim tartışmalara sağlıklı müdahaleler yapmamız kolaylaştırır. Zira çelişkinin derinliği aynı zamanda feminist düşüncede geçmişte görece önemsiz olan, yokmuş gibi yapılan ayrımları derinleştirdi ve bu ideolojik öbeğin yekpare durmasını imkânsız hale getirdi. Örneğin, dikkate değer bir düşünsel öbeklenmeyi temsil ettiği için bu yazıda sıklıkla başvuracağımız %99 için Feminizm başlıklı metnin neredeyse tamamı (yazarların “liberal feminizm” olarak kodladığı) anaakım feminizmden sol içerikli bir kopuş amacıyla kaleme alındı ve bu ayrımlardan en net olanını ortaya koyuyor.3

Geri olanı tanımlamak her zaman daha kolaydır ve tanımlayıp geçelim: Süfrajet hareketinden4 bu yana anaakım feminizm, kadın sorununu sınıfsal ve sistemik bir sorun değil düzeltilmesi gereken bir hata ya da kesilip atılması gereken bir ur olarak görüyor. Bu hareketin zaman zaman radikalleşmesi burjuva karakterinin göz ardı edilmesine sebep olmamalı: Anaakım feminizm için kadın düşmanlığından muzdarip kapitalist toplumun “tedavisinde” kullanılması gereken ilaç liberalizmdir ve radikalizm, tedavinin zorlu aşamalarında başvurulacak cerrahi müdahalelerdir. Bu ideolojik hat, kadının esaretini bir sistem hatası olarak gördüğü için, kadının özgürleşmesini de kapitalist bir bağlamda, yani bireysel özel mülkiyete bağlı ekonomik özgürlük ve bireysel becerilere bağlı bir kariyer-statü edinme özgürlüğü olarak tanımlar. Dolayısıyla zorunlu olarak anti-komünisttir; zira anaakım feminizme göre işçi sınıfı devrimiyle sosyalist bir toplum kurulması bir özgürleşme değil, ataerkil boyunduruk altında olan kadınların elinden, özgürlüğe ulaşmalarının tek aracı olan özel mülkiyet hakkının da alınması ve kadın cinsinin ebediyen kaba saba erkek işçiler tarafından yönetilecek, daha da baskıcı bir topluma mahkûm edilmesidir.

Bu ideolojik hattın dünyada idolü Trump’ın karşısında aday olan Hillary Clinton’dı, Türkiye’de ise Güler Sabancı’dır. Estetiği, finalinde (ve afişinde) solcu sevgilisi tarafından kalbi kırılıp terk edilmiş olan, ayrıcalıklı-modern-küçük burjuva-beyaz kadın ile ona evin arkasındaki müştemilatta yatılı olarak kalıp hizmet eden, faşist tetikçilik yapan lümpen sevgilisi tarafından hamile bırakılıp terk edilmiş yerli çocuk bakıcısının kızkardeşçe birbirine sarılıp ortak acılarına teselli bulduğu Roma filmidir. Siyasi programının en önemli unsurlarından biri 8 Mart’ın adından “emekçi” kelimesini silmektir. Çarpıcı bir örnek verecek olursak; bu ideolojik hattın Türkiye temsilcilerinden Ayşe Düzkan, geçtiğimiz yıl 8 Mart eyleminde taşınan Clara Zetkin ve Rosa Luxemburg portrelerinden rahatsızlığını dile getirmiş; bunu bir “tutarsızlık” ve “eksik kalmama siyaseti” olarak nitelemişti.5 Örnekleri çoğaltabiliriz ancak sanırım bu kadarı yeterli: bu ideolojik hat, kadın sorunun sınıfsal bir zeminde tanımlanmasına dair her türlü girdinin önündeki, etkisizleştirilmesi gereken temel ideolojik engeldir.

Kadın-erkek eşitsizliğini kapitalist üretim biçimiyle bağlantılı bir sorun olarak ele alan diğer tarafta ise süregiden, birbiriyle bağlantılı iki temel tartışma başlığı bulunuyor: (1)“İki sistemli (ataerkillik ve kapitalizm) bir dünyada mı yoksa tek sistemli (ataerkil kapitalizm) bir dünyada mı yaşıyoruz?” (2)“Gündelik hayatın sürdürülmesi için gereken işleri eşitsiz biçimde üstlenen kadının sarf ettiği ücretsiz emek (ve bu bağlamda aile örgütlenmesi) ekonomi-politik açıdan nasıl ele alınmalıdır?”

Bu tartışmaların önemsenmesi ve detaylı biçimde ele alınması gerektiğini düşünüyorum.     

Kadın-erkek işbölümünün sistemik niteliği: Yapıdan üstyapıya

İnsanın emek üretkenliğini artıran ve onun doğa karşısındaki edilgenliğinden kurtulup bir özneye dönüşmesini sağlayan en temel faktörlerden biri işbölümüdür. Toplumun ihtiyaçlarını gerçekleştirecek faaliyetler bütününün, her biri birer “iş” olan parçalara ayrılması ve bu işlerin görece uzmanlaşmış kişiler tarafından yapılması hem süreci bütün olarak kolaylaştırmış ve parçaları kolay öğrenilebilir hale getirmiş, hem de bu uzmanlaşma, insanın alet geliştirme becerisi ile birleştiğinde, işe uygun aletlerin geliştirilmesini hızlandırmıştır. Ne var ki, ilkel komünal toplumda ortaya çıkan bu fonksiyonel işbölümü, sınıflı toplumların ortaya çıkışıyla birlikte ikincil hale gelmiş; sınıflı toplumlarda asıl işbölümü ezilen sınıf ile egemen sınıf arasında, birinin çalışıp diğerinin çalışmaması üzerine kurulu sınıfsal işbölümü olmuştur.

Bu işbölümlerinden her ikisi de maddidir. Ancak arada önemli bir fark vardır: Fonksiyonel işbölümü ortak toplumsal çıkarın ilerletilmesi için bireyler arasında bir farklılaşmadır ve kendiliğinden maddi eşitsizlik üretmez. Sınıfsal işbölümü ise işlerin daha iyi yapılabilmesi açısından yalnızca gereksiz değil, egemen sınıfın özgün bir takım düşünsel emek süreçleri yürüttüğü nadir durumlar haricinde zararlıdır ve her durumda zorunlu olarak maddi eşitsizlik üretir. Dolayısıyla sınıfsal işbölümünün herkesin yararına olduğu ancak gerçeğin bilgisini çarpıtan bir egemen ideoloji tarafından savunabilir.

Kadınla erkek arasında üremeden ibaret olmayan bir biyolojik farklılık vardır. Bu fark ilkel komünal toplumda işbölümünün temel belirleyeni olmuş, erkeklerin esasen avcı, kadınların esasen toplayıcı rol üstlendiği fonksiyonel işbölümünü yaratmıştır. Öte yandan, fiziksel emeği kolaylaştıran aletlerin geliştirilmesi daha bu dönemde dahi söz konusu biyolojik zorunluluğu hafifleten bir faktör olarak rol oynamıştır. Mitolojide kadın tanrıça ve kahramanlara silah olarak sıklıkla ok ve yayın yakıştırılması tesadüf değildir. En genel anlamda, üretim araçları bedensel kuvvete olan ihtiyacı azalttıkça, biyolojik cinsiyete dayalı fonksiyonel işbölümü de aynı oranda önemsizleşir.

İlkel komünal toplumda tüm emek süreçleri topluluğun hayatta kalması içindir. Bu toplumda bölüşüm ve eşitsizlik konusu olabilecek bir artı ürün yoktur. Farklı olan işler arasındaki öncelik o işleri yapanın kim olduğuna değil işlerin kendisinin önemine göre kurulur. Dolayısıyla toplumsal çıkarlara aykırı sınıfsal veya bireysel ayrıcalıklar söz konusu olamaz, olamayacağı için de fonksiyonel işbölümünden eşitsizlik üremez. Örneğin toplumun ortak çıkarı bu yönde olmadığı müddetçe hiçbir bireyin üretim süreçlerine katılmaması düşünülemez.

Dolayısıyla kadın ve erkek arasındaki eşitsizliğin bir tarihsel miladı ya da ortaya çıkış noktası aranacaksa bu, ilkel komünal toplumda bulunamaz. Nitekim antropolojik araştırmalar ilkel toplumlarda bugünkü gibi bir kadın-erkek eşitsizliği, eşitsiz tekeşlilik, kadına karşı şiddet gibi olgulara rastlamamaktadır. “Güzel bulduğu kadını kafasına odunla vurup bayıltan, sonra da saçından sürükleyerek mağarasına götüren erkek mağara adamı” imgesi günümüz toplumunun kadın-erkek eşitsizliğini meşrulaştırmak için oluşturulmuş alçak bir uydurmadır.

Kadın-erkek eşitsizliğinin kaynağı, sınıflı toplumları da ortaya çıkartan süreçtir. İnsan, bitki ve hayvanları evcilleştirmeye başladığında, doğayla olan mücadelesindeki en önemli sıçramayı yapmış; hayatta kalması için gerekenden fazlasını, kalıcı ve güvenilir biçimde üretebilir hale gelmiştir. Bu artı ürün toplumsal anlamda (örneğin kolektif bir ihtiyat stoku olarak) biriktirilebilir ancak aynı zamanda toplumun varoluşunu tehlikeye atmadan el konabilecek bir potansiyel zenginleşme kaynağıdır. Bu el koyma pratiği hayata geçtiğinde, en azından başlangıçta, neredeyse tamamen insanın insana şiddet uygulaması biçiminde gerçekleşmiştir.6 Temel çelişki böylece doğa-insan çelişkisinden insan-insan çelişkisine dönüşünce, kadınla erkek arasındaki biyolojik farklılıklar da kadın-erkek eşitsizliğine kaynak teşkil etmiştir. Avcı-toplayıcı toplumun doğa ile mücadelesinde biyolojik farklılıklarıyla bazı özgün işlerde uzmanlaşan kadın; insanın insanı şiddetle baskı altına aldığı, zincire vurup ticari mal haline getirdiği ya da üzerine çöreklenip, şiddet tehdidiyle yıldırıp ürettiği artığa el koyduğu bir toplumsal yapıda dezavantajlı hale gelmiştir.7

Bu tarihsel incelemeden çıkartılacak temel sonuç şudur: kadın-erkek eşitsizliği tarihte kendine ait bağımsız ve nesnel bir kaynaktan ortaya çıkmadığı gibi; yeniden üretilmesi de bağımsız kaynaklara, mekanizmalara ve ilişkilere dayalı değildir. O, her üretim biçimi tarafından yeniden şekillendirilen ve her üretim biçimine eklemlenerek var olan bir aygıt, bir yabancılaşma biçimidir. Bu yabancılaşma, devlet yabancılaşmasına benzerdir. Nasıl devlet aygıtı her üretim biçiminde o üretim biçimine uygun gelecek şekilde, köklü biçimde yeniden inşa ediliyor ancak hep “müesses nizamı koruma ve sürdürme” görevi üstleniyorsa; kadın-erkek eşitsizliği de benzer bir hizada tutma, kurallara bağlama, gerektiğinde yola getirme ve son tahlilde düzeni koruma işlevi üstlenmektedir. Bu işlev şiddetsiz yerine getirilemez; ancak devlet nasıl şiddetten ibaret değilse, kadın-erkek eşitsizliği de şiddetten ibaret değildir.       

Bu bağlamda, devletin ve benzer bir fonksiyona sahip olan sermaye yönetim aygıtlarının, örneğin şirket yönetim kurullarının, işçi sınıfının geneli (hatta yalnızca aktif olarak ücret karşılığı çalışan kesimiyle dahi) karşılaştırılamayacak kadar yüksek bir oranda erkeklerden oluşması da; anaakım feminizmin politik mücadelesinin bu var olan üstyapının değiştirilmesi değil mevcut hali korunarak kapılarının kadınlara daha fazla açılması ile sınırlı olması da8 tesadüf değil, mevcut bütünselliğin mantıki sonucudur. Ve yine hiç tesadüfi olmayan bir biçimde, nasıl üretim biçiminin tehlikeye girdiği bunalım dönemlerinde devlet, şiddet unsuru daha belirgin ve acımasız bir aygıta dönüşüyorsa; günümüzün bunalım koşullarında kadın-erkek eşitsizliği de kendisini daha yaygın ve acımasız biçimde şiddet fiiliyle dayatmaktadır.     

Bu soyutlama, kadın-erkek eşitsizliğinin kendi başına bir sistem olup olmadığı tartışmasında Marksizmin pozisyonunu da netleştirir: Tarihin materyalist kavranışına göre “sistem”, yukarıda değinilen çerçevede bir üretim biçiminin oluşturduğu, diyalektik temel-üstyapı bütünlüğüdür. Bu bütünsellik kendi tarihsel sürekliliğini, başka unsurları kendisine eklemleyerek de olsa egemenliğini yitirmeden sağlayabiliyor olmalıdır. Kapitalizm böyle bir sistemdir.

Feminist ideoloji tarafından ataerkillik olarak soyutlanan ilişkiler setinin ise bu çerçevede bir sistem olarak tanımlanmasına itiraz etmek için üç argüman bulunuyor. Birincisi, iki biyolojik cinsiyet hep vardı ancak aralarındaki eşitsizlik ve yabancılaşma insanlığın yüz binlerce yıllık tarihi göz önüne alındığında hayli kısa sayılabilecek sınıflı toplumlar çağı ile sınırlıdır. İkincisi, sınıflı toplumlar tarihi boyunca ise kadın-erkek eşitsizliği hep vardı, ancak her üretim biçimi altında, hatta her üretim biçimi boyunca egemen sınıfın dönemsel ihtiyaçlarına göre içi yeniden doldurulmuş, kuralları ve sınırları yeniden çizilmiştir. Bunlara ek olarak üçüncüsü, kapitalist üretim biçimi altında üretici güçlerin günümüzde ulaştığı teknik gelişme düzeyi, insan emeğinin üretken niteliği açısından cinsiyetler arası fiziksel farklılıkları tarihte hiç olmadığı kadar önemsizleştirmiş, işlerin fonksiyonel bir işbölümü çerçevesinde “kadın işi” ve “erkek işi” olarak ikiye ayrılmasının maddi zemini ortadan kalkmıştır. Günümüz toplumunda kadın ve erkek arasındaki eşitsizliğin en önemli maddi veçhesi olan eşitsiz ve adaletsiz işbölümü, kapitalist bir çerçevede dahi üretim ilişkilerinin oluşturduğu toplumsal temelin zorunlu bir parçası değildir. Bu adaletsizlik, sermaye sınıfının zaman zaman hafiflettiği, bilinçli bir tasarrufudur, yani üstyapısaldır ve sürekliliği toplumun maddi işleyişi tarafından kendiliğinden değil, esasen egemen ideolojinin müdahaleleri ile sağlanmaktadır.

Bu üç olgu yan yana konduğunda, ataerkilliğin müstakil bir toplumsal sistem olduğunu materyalist bir teorik zeminde savunmak imkânsız hale gelir. %99 için Feminizm kitabında ifadesini bulan düşünsel pozisyon bu başlıkta haklıdır. Kadın-erkek eşitsizliğinin sınıflı toplumlar tarihinin herhangi bir noktasında o tarihteki üretim ilişkilerinden, bugün ise kapitalizmden ayrı bir olgu olarak düşünülmesi mümkün değildir.

Teorik tartışmanın ötesinde, sol feministlerin ataerkillik ile kapitalizm arasında güçlü bir bağ bulunduğu ama bunların iki müstakil sistem olduğunu savunan diğer kesimi, kendilerini politik tanımlayışlarından hareketle, ağırlıklı veya öncelikli olarak ataerkillikle mücadele edilmesi gerektiğini de savunmaktadır. Bu, siyasi açıdan düşünülemez bir şey değildir: Tarihte kapitalist üretim biçimini, en azından onun özü olan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti sorgulamadan, onun bilhassa bazı özel tarihsel dönemlerde fazlaca güçlenmiş ideolojik eğilimleriyle mücadele edildiği olmuştur. Genel anlamda “demokratik” olarak tanımlanması gereken bu mücadelelerin en bilineni 2. Dünya Savaşı döneminde faşizme karşı kurulan birleşik cephedir. Bugün de, kapitalizmin bunalımı karşısında, bilhassa gerici siyasi iktidarlar tarafından kadın düşmanlığı yapılarak ideolojik konsolidasyon aranan Türkiye ve Polonya gibi ülkelerde oluşan boğucu toplumsal ortam böyle bir mücadelenin meşruiyetini ve ideolojik çekiciliğini artırmaktadır. Ne var ki, kapitalizmin tarihi boyunca yürütülen tüm demokratik mücadelelerin, en başarılı olanlarının dahi kazanımlarının uzun vadede korunamadığı teslim edilmelidir. Eğer gericilik ve ayrımcılığı yalnızca hafifletmek değil bu karanlık ideolojilerden tamamen kurtulmak istiyorsak, onları demokratik olarak yenmek ve ideolojik olarak geriletmek ne denli radikal bir çerçevede yapılırsa yapılsın yeterli değildir; onları besleyen ve yeniden üreten maddi ilişkiler yok edilmeli ve böylelikle bu ideolojilerin kökü kurutulmalıdır.

Şimdi, meselenin güncel maddi temelini inceleyelim.

Kapitalizmde aslolan ‘toplumsal yeniden üretim’ mi? Ve bu yeniden üretim tam olarak nerede gerçekleşiyor?

Kapitalist toplumda emek üç kategoriye ayrılır:

  1. Üretim ve geçim araçlarına sahip olmayan işçi sınıfının sermaye sınıfına sattığı, karşılığında aldığı ücretle de geçimi, yani kendi yeniden üretimi için çeşitli metalar satın aldığı, kendisi de meta niteliğindeki ücretli emek.
  2. Küçük burjuvazinin, kendi hesabına sarf ettiği, parasal gelir getiren emek. Bu emeğin bir kısmı basit meta üretimiyle (fırıncı), geri kalanı ise tipik olarak küçük ölçekli aracılık (emlakçı) ile meşguldür.
  3. İnsanların kendilerinin ve yakın toplumsal çevrelerinin gündelik yaşantısını sürdürmek için sarf ettikleri, yalnızca kullanım değeri üreten geçimlik emek.

İçinde yaşadığımız toplumda işbölümünün en adaletsiz unsurlarından biri, üçüncü kategoridedir. Bu kategoride yer alan, hayatın devamına katkı koyan ancak parasal gelir edinimi ya da zenginlik üretimiyle sonuçlanmayan, dolayısıyla geriye elle tutulur bir kanıt bırakmayan emeğin büyük bölümü kadının sırtına yıkılmıştır.

Sol feminizm, “toplumsal yeniden üretim emeği” olarak sınıflandırdığı ve mevcut toplumsal yapıda “değere haiz görülmeyen”9 bu ücretsiz emek kategorisinin bir mücadele başlığı olduğunu savunur. Onun bu yazıda bilhassa ilgilendiğimiz bölmesi ise bu mücadelenin kapitalizm karşıtı olması gerektiğini savunmaktadır.

Peki, bir yanda sermayenin yeniden üretimi, diğer yanda ise toplumsal yeniden üretim arasında; ya da, bir yanda kadın hareketi, diğer yanda işçi sınıfı mücadelesi arasında nasıl bir ilişki vardır?

Öncelikle, feministlerin iddia ettiğinin aksine Marksist teori işçi sınıfını hiçbir biçimde “ücretli emek ilişkisi içerisinde olanlar”dan ibaret görmez.10 Bu, burjuva ekonomi politiğinin işçi kavramsallaştırmasıdır. Zaten iş kanunu da işçiyi “istihdam” kavramının komşuluğunda tanımlar: Fiilen çalışanlar ve çalışmayan ancak aktif olarak iş arıyor olanlar, yani en mümkün olan en daraltılmış biçimde tanımlanan “işsiz”ler bir araya gelerek “işgücü”nü oluşturur. Sendikal hareketin bir bölümünün bu ayrımı içselleştirerek benimsemesi11 büyük ölçüde on yıllardır içinde oldukları sınıf işbirlikçiliğinden kaynaklı bir bilinç yitimidir ve bunun sorumlusu kesinlikle Marksistler değildir. Marksist teoriye göre proletarya, fiilen çalışmakta olanlar dışında yedek sanayi ordusunu tüm alt kategorilerini, yani yalnızca fiilen iş arıyor olanları değil, kişisel geçim olanaklarına sahip olmayan herkesi içerir.12

Zaten tarih, burjuva ekonomi politiğinin “ev kadını” olarak tanımladığı insanların aslında nasıl yedek sanayi ordusunun bir parçası olduğunu gösteren örneklerle doludur, biz ispat niteliğinde bir tanesini verip, geçelim: ABD’de 2. Dünya Savaşı sırasında kullanılan “We Can Do It” propaganda posterlerinde yer alan, sonrasında anaakım feminist ideoloji tarafından da bir ikon olarak benimsenen Perçinci Rosie (Rosie the Riveter). Savaş koşullarında, esasen erkeklerden oluşan sanayi işgücünün bir bölümü silah altına alındığında ve eşzamanlı olarak savaşa yönelik ek üretim emek talebini artırdığında, metalaşmış emek arzında ortaya çıkan daralma yüzünden ücretler hızla yükselmiş;13 ABD burjuvazisi kadını propaganda posterleriyle evden fabrikaya bu eğilimle mücadele etmek için çağırmıştı. Savaş bitti, ek üretim ihtiyacı ortadan kalktı, asker evine döndü ve burjuvazi bu kez gereksiz işsizlik istatistikleriyle uğraşmamak için kadınlara “hadi evinize” dedi. Bunu ne kadar alçak ideolojik yöntemlerle yaptığını merak edenler ABD’de 1945-60 döneminin reklam posterlerine kadının nasıl gelir sahibi erkeğin evdeki hizmetkârı olarak sunulduğuna bakabilir.14

Gelelim toplumsal yeniden üretim meselesine…

Feminist ideoloji, toplumsal yeniden üretimin gerçekleşmemesi durumunda insanlığın biyolojik varoluşu tehlikeye gireceği için, insanlığın en temel faaliyetinin bu olduğu ve mevcut üretim biçiminin yeniden üretiminin (yani kapitalizm söz konusu olduğunda sermaye birikiminin) buna bağımlı dolayısıyla ikincil olduğunu savunmaktadır.15 Bu, doğrudan doğruya yanlış olmasa da tarih dışı bir görüştür. Hiçbir üretim biçimi toplumsal yeniden üretimin gerçekleşmesi için uygun bir zemin teşkil etmeksizin yerleşik bir sistem haline gelemez, ama üretim biçimleri toplumsal yeniden üretimin gerçekleşmesi değil, egemen sınıfın refahı ve zenginliğinin büyümesi için ortaya çıkarlar. Kapitalizm açısından da toplumsal yeniden üretim amaç değil zorunluluktur ve birazdan göreceğimiz üzere, iddia edildiği ölçüde bir “yumuşak karın” değildir.

İkincisi, işçi sınıfına mensup insanlar açısından toplumsal yeniden üretimin ön şartı, bu yeniden üretim hangi sosyal birimde gerçekleşiyor olursa olsun, buraya parasal bir gelir girişi olmasıdır. Örneğin, yalnız yaşayan bir işçi aldığı ücret düzeyine bağlı olarak kendi yeniden üretimini, yalnızca birtakım metalar satın alarak ve bazı işlerini de kendisi görerek gerçekleştirebilir, bu imkânsız değildir. Ama toplam kaç kişi olursa olsun bir grup işçinin, hiçbirinin dışarıdan herhangi bir parasal veya ayni (mal cinsinden) gelir elde etmediği durumda, aralarında nasıl bir işbölümü yaparlarsa yapsınlar kendilerini yeniden üretmeleri mümkün değildir. Zira işçiyi işçi yapan şey, kendi geçim olanaklarına sahip olmadığı için emeğini satmak zorunda olmasıdır. Yeniden üretim için böyle bir mecburiyet yoksa bahis konusu kişi veya kişiler daha baştan işçi değildir.

Üçüncüsü, kapitalist üretim biçimi açısından her şey sermaye birikimine talidir. Ancak var olmadığı durumda sermaye birikiminin de gerçekleşmesi zorlaşacak bir yeniden üretim varsa, bu bütün toplumun değil yalnızca metalaşmış emek gücünün yeniden üretimidir. Sermaye daima kendisine gerekecek miktarda emek gücünü piyasada bulabilmelidir ve onun ilgisi buraya kadardır. Sermaye ideologları, asgari ücreti tartışırken “dört kişilik bir ailenin geçinmesi için gerekli” para miktarını temel alıyor olduklarını iddia eder; ancak işçi sınıfının bir bütün olarak ürettiği değerden ücretler yoluyla bir bütün olarak aldığı pay, yalnızca ücretlileri ve onların çekirdek ailelerini değil, yedek sanayi ordusu da dâhil olmak üzere bir bütün olarak işçi sınıfının yeniden üretiminin yalnızca bir bölümünü sağlamaktadır. Sınıf, bireylerin toplamından ibaret düşünülemez ve sınıfın durumu bireylerde incelenemez.16

Emek gücünün yeniden üretimi ancak bu bağlamda ele alınabilir. Dolayısıyla, işçi sınıfı söz konusu olduğunda, ebeveynler ve çocuklardan ibaret aile sağlıklı bir inceleme birimi değildir. Feminist ideolojinin sıklıkla pek sorgulamadan analizlerinde kullandığı, en fazla ev için geçimlik emeğin önemli bir kısmına gerekçe oldukları için bakıma muhtaç yaşlıları dâhil ettiği bu aile kurumu; egemen ideoloji tarafından ezeli ve ebedi17 sıfatlarıyla kutsanan, toplumun en küçük yapıtaşı olduğu iddia edilen “çekirdek” ile aynı şeydir. Ne var ki, bu çekirdek ailenin temel fonksiyonu mülkiyetin tartışmasız bir sonraki kuşağa aktarılmasıdır 18ve işçi sınıfının çok büyük bölümünde sonraki kuşağa aktarılan şey mülkiyet değil mülksüzlük, yoksulluk hatta giderek artan biçimde çocukların ebeveynlerinin mirasını reddetmek zorunda bırakan bireysel borçlar birikimidir. Erkeğin ya da iki yetişkinin ücretiyle kendi yeniden üretimini gerçekleştiren işçi ailesi yalnızca işçi sınıfının görece yüksek gelire sahip, önemli bir kısmı kendisini orta sınıf olarak gören azınlığı içerisinde mevcuttur. Geri kalan çoğunluk için yeniden üretim hem çok daha geniş (ve sınırları belirsiz) bir ailede, hem de bu ailenin de ötesinde bir toplumsal ilişkiler ağında gerçekleşir. İşsiz kalındığında iş, borç gerektiğinde borç, evsiz kalındığında kalacak yer öncelikle bu ağ içerisinde aranır; zira bu çevrede aynı zamanda kimi “kendini kurtarmış” (dükkâncı, memur, “parti teşkilatında” vb.) akraba ve tanıdıklar da bulunur. Zaten öteki türlü, işçilerin yarısından fazlasının asgari ücret karşılığı çalıştığı19 Türkiye’de uygulanan utanç verici asgari ücret düzeyi ile “dört kişiden oluşan” işçi sınıfı ailelerinin yeniden üretimlerini nasıl gerçekleştiği açıklamaya muhtaç olacaktır. İşçi sınıfını incelerken analiz birimini çekirdek aile olarak almak, inceleme nesnesinin pek çok yaşamsal ilişkisini yok saymak anlamına gelir.

Derdim “aile”yi bir toplumsal kurum olarak yadsımak ve böylelikle günümüzün kadın-erkek eşitsizliğinin önemli bir üstyapı kurumunu analiz çerçevesinin dışında bırakmak değil. Ancak bir kadın ve bir erkeğin, ait oldukları toplumsal sınıftan bağımsız olarak ve esasen cinsiyetleri üzerinden birbirleriyle, bireysel olarak karşı karşıya olduğu bir aile kurumu tasavvuru işçi sınıfının geneli için yapılamaz. İşçi sınıfının büyük bölümünün yeniden üretimi çok daha geniş bir toplumsal ağ içerisinde gerçekleşir ve kadın-erkek eşitsizliği de bu ağın tamamına yaygındır. Burada, bahsettiğimiz yeniden üretim mekanizmalarının kendiliğinden iyicil, dayanışmacı olduğunu iddia etmiyorum. Aksine, bu kalabalık hısım, akraba ve tanıdıklar çevresinde yardıma muhtaçlar ve yardım edebilecekler arasında kurulan ilişkilerde kadın-erkek eşitsizliğinin en çirkin örnekleri yaşanır.20 Ayrıca bu ilişkiler aynı zamanda egemen ideolojinin orta sınıflar tarafından işçi sınıfına enjekte edilmesinin temel kanalıdır. Sınıfın içinde buna karşı örülecek herhangi bir dayanışma, bu ağın maddi işleyişine gerçek bir alternatif sağlayacak yeniden üretim olanakları yaratmak zorundadır.

Toplumsal yeniden üretimin tarihselliği

Meselenin genel ekonomi politiği şudur: Kapitalizmde işçi sınıfının yeniden üretiminin meta tüketimi, geçimlik emek ve sosyal yardımlaşma olmak üzere üç kaynağı vardır. Yeniden üretimde bu üçü arasında nasıl bir rol paylaşımı olacağının temel belirleyeni, sermaye sınıfının güncel ihtiyaçları ve sermaye birikim sürecinin tarihsel eğilimleridir. Ne var ki, temel sınıf ilişkisi ücretli emek olduğu için, kapitalizm işlerliğini koruduğu müddetçe (ve bir ölçüde korumaya devam edebilmesi için) yeniden üretim de ağırlıklı olarak meta tüketimine bağlı gerçekleşmelidir.21

Öte yandan, kapitalizmin işleyişinin yeniden üretimi hiç de kendiliğinden garanti altına almadığı gerçeği burjuva ideologları tarafından daha kapitalizmin ilk aşamalarında fark edilmiştir. Klasik politik iktisadın pek çok önemli tartışması bununla ilgilidir, bilhassa Malthus’un gerici Nüfus Teorisi ve Ricardo’nun onu temel alarak formüle ettiği Geçimlik Ücret Teorisi22 bu konuda özel olarak vurgulanabilir. Bunun sonucunda, kapitalizm sistematik biçimde “sürdürülemez” yoksulluk üretmek zorunda olduğundan ve yaygın sefalet tehlikeli bir şey olduğu için, burjuvazi yoksulluğu sürdürülebilir kılacak sadaka mekanizmalarını kapitalizmin hayli erken dönemlerinde oluşturmuş, oluşturmak zorunda kalmıştır.23

Bu mekanizmaların ihtiyaca dayalı yardımlar olmaktan çıkıp sistematik haklara dönüşmesi yani sosyal devlet ise, Sovyetler Birliği’nin kapitalizm karşısında 1929 krizinden itibaren gösterdiği başarıların, bilhassa da 2. Dünya Savaşı’ndaki zaferinin yarattığı basıncın bir sonucu olarak işçi sınıfının kapitalist ülkelerde elde ettiği, kapitalizmin tarihsel eğilimlerine aykırı bir dönemsel kazanımdır. Bu, sermaye birikimi açısından “Kapitalizmin Altın Çağı” olarak isimlendirilen, 2. Dünya Savaşı ile 1973 Krizi arasındaki döneme özgü, özel bir durumdur. Anaakım feminizmin ideolojik temellerinin de bu dönemde yerleşik hale gelmesi bir tesadüf değildir; zira “tek maaşla geçinen ev”i mümkün kılacak ücret ve sosyal haklar toplamı, kapitalizmin tarihinde belirli bir yaygınlıkta yalnızca bu dönemde var olmuştur. Sermaye sınıfı kendi sınıfsal güdülerini baskılamak ve toplumsal değerden belirgin biçimde daha büyük bir payı işçi sınıfının almasını kabullenmek zorunda kaldığında; daha önce mülk sahibi sınıflara özgü olan “gelir sahibi erkek ve onun eve hapsolmuş karısı” eşitsizliği de tüm sınıfları dikey kesen bir biçimde formüle edilebilir hale gelmiştir.

İşaret fişeği Şili’deki Pinochet darbesi olan, en somut uygulaması ise İngiltere’de Thatcher, ABD’de Reagan’ın başta olduğu dönemde yaşanan neoliberal saldırının asli bir unsuru işçi sınıfının sosyal devlet kazanımının tasfiye edilmesi, emek gücünün yeniden üretiminin meta tüketimi ve geçimlik faaliyetlere daraltılması, haklara dayalı sosyal devletin tasfiye edilerek sosyal yardımın bir kez daha istisnai hale getirilmesidir. Bu tarihsel saldırı ilerledikçe ve buna paralel olarak işçi sınıfı yoksullaştıkça, işçi sınıfının yeniden üretiminin bir takım metalar satın almak yerine geçimlik emekle gerçekleştirilebilecek tüm unsurları da esasen kadının geçimlik emeğinin üzerine yıkılmıştır.

Öte yandan, kapitalizmin bir diğer tarihsel eğilimi meseleyi karmaşıklaştırmaktadır: “Toplam sermayenin büyümesi ile birlikte değişen kısmı, yani onunla birleşen emek de büyür, ama bu her zaman küçülen bir oranda olur.”24 Bu yüzden sermaye birikimi arttıkça, oransal anlamda toplumdaki göreli artı-nüfus, yani kendi geçim araçlarına sahip olmayan ancak emeğini de sermaye sınıfına satamayan nüfus da artmaktadır. Bu eğilim bugün ayyuka çıkmış durumdadır. Tarihte başka hiçbir üretim biçimi altında, kapitalizmin tarihinde de başka hiçbir dönemde ezilenlerin bu kadar büyük bir bölümü toplumun temeli olan üretim ilişkisinden dışlanmamıştır. Bu korkunç bir yabancılaşmadır ve Marx’ın feministleri hayli rahatsız eden25 “işçi sınıfının yaşamaya devam etmesi ve yeniden-üretilmesi, sermayenin yeniden-üretilmesini her zaman zorunlu bir koşuludur. Ama kapitalist, bunun yerine getirilmesini, emekçinin hayatta kalma ve üreme içgüdüsüne rahatça bırakabilir” saptamasını26 da doğrular niteliktedir. Sermaye sınıfı, işçi sınıfını sosyal anlamda kendi başının çaresine bakması için yalnız bırakmaktadır; pandemi koşulları bu konuda ne denli bencil ve duyarsız olabileceğini açıkça göstermiştir.

Nüfus artmakta, işçi sınıfı da hem sayıca, hem oransal olarak artmakta ancak işçi sınıfının ücret kazanan, yani yeniden üretim için gerekli metaları satın alacak parayı kazanan kesimi oransal olarak küçülmekte, giderek daha büyük bir bölümü başkalarının gelirine bağımlı hale gelmektedir. Dünya çapında 15 yaş üstü insanların işgücüne katılım oranı 1990’da yüzde 65,5’ten 2020’de yüzde 60,5’e düşmüştür. Ve bekleneceği -üzere, egemen ideoloji tarafından sürekli tahkim edilen kadın-erkek eşitsizliği altında bu çelişkinin ceremesini de öncelikle kadınlar çekmektedir. Nitekim 1990-2000 yılları arasında görece yüzde 50 düzeyinde sabit olan kadının işgücüne katılım oranı, 2020 yılı için yüzde 47 seviyesine düşmüştür.27

Güncel mücadele olanakları ve kadın hareketinin sınıfsallığı

Bu koşullarda, en özlü ifadesini %99 için Feminizm manifestosunda bulan anti-kapitalist feminizm tarihsel bir çelişkiyle karşı karşıya bulunuyor. Bir yanda, sağlıklı bir zeminde kendisini ideolojik olarak burjuvaziden ayrıştırmaya gayret ediyor. Diğer yanda ise, sermaye egemenliği ile kadın-erkek eşitsizliği arasında bir temel-üstyapı ayrımına gitmediği, aksine toplumsal yeniden üretim ile sermayenin yeniden üretimini ayrılmaz bir bütünlük olarak görüp birbirine özdeş hale getirdiği ölçüde, bu ikisine karşı aynı araçlarla, birleşik değil tek bir mücadele verilebileceği yanılgısına düşüyor. İşçi sınıfının yeniden üretimi sermaye egemenliği açısından yerine getirilmesi gereken bir zorunluluktur ancak sermaye sınıfı bunun kadının geçimlik emeği tarafından gerçekleştirilmesinden maddi bir çıkar sağlamamaktadır. Aksine sermaye sınıfı bir eğilim olarak kadın emeğinin daha fazla metalaşmasını, yeniden üretimin de daha fazla meta tüketilerek gerçekleştirilmesini tercih eder. Bunun önündeki engel ise feministlerin iddia ettiği üzere ataerkilliğin ayak diremesi değildir.28 Sermaye sınıfı, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki temel çelişki kapitalist ekonominin genişlemesini sınırlandırdığı ölçüde, kapitalist üretimde istihdam ettiği emek ile kapitalist olmayan geçimlik emek arasındaki işbölümünü, toplumu daha kolay yönetebilmek için bir kadın-erkek işbölümü olarak gerçekleştirir.

Buradaki “kapitalist olmayan” vurgusu özellikle önemli29, zira toplumsal yeniden üretim her ne kadar sermaye birikiminin bir önkoşulu olsa da, kendisi ortaya bir sermaye birikimi çıkartmaz, yalnızca sermaye birikimini mümkün kılar (bu açıdan da devletle benzerdir). Daha önemlisi, sermaye üretimi bir gün ortadan kalkacaktır ancak toplumsal yeniden üretimin ortadan kalkması mümkün değildir. Sermaye sınıfı işçi sınıfının kendi kendisini yeniden üretmesinden çıkar sağlamaktadır ama işçi sınıfı kendi kendisini sermaye sınıfı çıkar sağlasın diye değil, hayatta kalmak için yeniden üretmektedir. Dolayısıyla “ücret karşılığı yapılan kâr üretilmesi işi, (büyük ölçüde) ücretsiz yapılan insanların üretilmesi işi olmaksızın gerçekleştirilemez” tezi30 iki sebepten dolayı sorunludur. Birincisi, insanların yeniden üretiminin durması ile sermayenin yeniden üretiminin durmasının sonuçları işçi sınıfı açısından aynı değildir. İkincisi, bu tezin tersi, kendisine göre daha doğrudur, zira kapitalist üretim biçiminin hâkimiyeti altında emeğin ve sermayenin yeniden üretimi arasındaki karşılıklı bağımlılık eşitler arasında değildir; sermaye sınıfı egemen sınıf, onun yeninden üretimi (yani sermaye birikimi) de egemen üretim biçimidir.

Bu da, bu iki alandaki mücadelenin ortaklaştırılması kadar araçlarının ve örgütlenme biçiminin farklılaştırılmasını gerektirmektedir. Daha açık ifade etmek istersek, kapitalizme karşı verilen mücadele işçi sınıfının, mevcut üretim ilişkisini kopartacak ve özel mülkiyet altındaki üretim araçlarını devletleştirecek, sadece sermaye sınıfını değil kendisini de ortadan kaldıracağı bir devrimle başarıya ulaşacak ve salt yeni bir işbölümü değil, daha geniş tarihsel sonuçları olan yeni bir üretim biçimi kuracaktır. Burada diyalektik taraflar arasında nihai bir hesaplaşmayla sonuca bağlanacak uzlaşmaz bir düşmanlık vardır; burjuvaziye karşı mücadele burjuvaziyle birlikte verilemez. Kadın-erkek çifti arasında ise böyle bir düşman diyalektik yoktur, eşitsizlik bu ilişkiye dışarıdan dayatılmıştır. Dolayısıyla burada söz konusu olan yenilgiye uğratılıp ortadan kaldırılacak bir düşman değil, kafalardan sökülüp atılacak bir ideoloji, Marx’ın başta alıntıladığımız deyimiyle “ölmüş kuşakların geleneği”dir ve bu doğrultudaki mücadeleyi taraflar birlikte vermelidir.31

Eğer sorun maddiyse, yani eğer kadın-erkek eşitsizliğinin temelinde feministlerin giderek artan bir bölümünün de kabul ettiği üzere sınıf eşitsizliği varsa, kadın-erkek eşitsizliğine karşı verilecek mücadele ile sınıf mücadelesi arasında en azından birbirini çelmemelerini sağlayacak bir bütünlük kurulmalıdır. %99 için Feminizm metnine vesile olduğu belirtilen32 “feminist grev” konsepti bunun nasıl yapılabileceği değil nasıl yapılamayacağının bir örneğidir. Zira sermaye üretimi ve emek gücünün yeniden üretimi birbirine bağımlı iki süreç değil tek bir süreç olarak soyutlandığında, sanki sermaye sınıfı için her ikisi de aynı derecede yaşamsalmış ve işçi sınıfı da her ikisinden aynı biçimde el çekebilirmiş gibi bir düşünce oluşmaktadır. Oysa işçi sınıfı sermaye sınıfına karşı nasıl ve hangi radikallikte mücadele yürütürse yürütsün, kendi yeniden üretimini her gün gerçekleştirmek zorundadır ve sermaye sınıfının kendi yaşamsal yeninden üretimi gibi bir kaygısı yoktur. Herhangi bir grev, grevdeki işçiler kendi yeniden üretimlerini gerçekleştiremez hale geldiğinde kırılır. Dolayısıyla işçi sınıfının yeninden üretimi mücadele için durdurulamaz, ama mücadele ile dönüştürülebilir ve kadın-erkek eşitsizliği buradan dışlanabilir. Yapılması gereken budur: “Barakalara barış, saraylara savaş” ya da patrona karşı grev, sınıf içerisinde dayanışma.

Bununla birlikte açık olan şu ki, devrimci dayanışma bir “karşı dayanışma” olmalıdır. Bizim dayanışmamız, sermaye sınıfının ve onun hükümeti ya da belediyelerinin sadakalarına da, enformel yeninden üretim ilişkilerine içkin aşağılanma, kişiliksizleştirme ve istismara karşı da örgütlenen, insanı özneleştiren ve güçlendiren bir dayanışma olmalıdır. Bu dayanışma ağları örülürken kadın-erkek eşitsizliği baskılanıp etkisizleştirilmeli, sınıflı toplumun bu hastalığını dayanışmaya taşıyanlar eğitilmeli, olmuyorsa dışlanmalıdır.

Bu çerçevede, sonuç niyetine şu özeti yapabiliriz:

Marksistler, kadın hareketi içerisinde giderek daha yaygın hale gelen sosyalizan görüşleri mutlaka muhatap almalı, hem bu görüşlerle tartışmalı ve içlerindeki antikomünist önyargılarla mücadele etmeli, hem de bu görüşlerin sahiplerini anaakım feminizmden kopuş konusunda yüreklendirmelidir. Yukarıda belirtildiği üzere bu kopuş eğilimi, neoliberal emek düşmanlığının kapitalizmin tarihindeki en derin krizlerden biriyle sonuçlanmasıyla birlikte, sınıf kavramına düşman anaakım feminizmi oluşturan sınıf uzlaşısı zemininin ortadan kalkmış olmasının sonucudur. Aynı sınıf uzlaşısı zemini, on yıllar boyunca sendikal hareketi de atalete sevk edip çürütmüştür ve bugün işçi sınıfının kapitalizme karşı biriken öfkesinin kendisini çok daha güçlü biçimde kadın hareketinde ifade ediyor olmasının bir sebebi de budur.

Burada Marksizm açısından savunmaya geçilmesi gereken bir tehlike değil, değerlendirilmesi gereken bir olanak vardır.

  • 1. Marx’ın, çok sık tekrarlandığı için hemen herkesin bildiği ama bu yazı okunurken akılda tutulmasında bilhassa fayda olan bir sözüyle: “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yapar; ama onu özgür iradeleriyle değil, kendi seçtikleri koşullar altında değil, dolaysız olarak önlerinde buldukları, verili, geçmişten devrolan koşullar altında yaparlar. Tüm ölmüş kuşakların geleneği, yaşayanların beynine kabus gibi çöker.” Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, çev. Erkin Özalp, İstanbul: Yazılama Yayınları, 2009, s.15.
  • 2. Cemal Hekimoğlu, “Sosyalist İdeolojiyi Anlarken (II) İdeolojileşen Teori mi, Teori ve İdeoloji mi?”, Gelenek 36, 1991, https://gelenek.org/sosyalist-ideolojiyi-anlarken-ii-ideolojilesen-teor… (Erişim Tarihi 22.02.2021).
  • 3. Cinzia Aruzza, Titti Bhattacharya ve Nancy Fraser, Feminism for the 99%: A Manifesto, Londra: Verso, 2019. Yazarlar, metni Komünist Manifesto’ya referansla “Manifesto” olarak isimlendirdiklerini de belirtiyor (s.59). Bir de zorunlu not; metnin Türkçesi mevcut (çev. Utku Özmakas, İstanbul: Sel Yayıncılık) ancak çevirisi, ya aceleye geldiği ya da bazı unsurlar işe gelmediği için çok önemli hatalar barındırıyor; bu yüzden zorunlu olarak orijinal metni kullanıyorum.
  • 4. Örneğin az önce atıf yapılan metnin yazarları, süfrajet hareketi mensubu ayrıcalıklı beyaz kadınların ABD’de İç Savaş’tan sonra siyah erkeklere oy hakkı verilmesine ırkçı bir zeminden karşı çıkmış olmalarını mahkûm ediyor (age, s.41). Ve bir önceki dipnottaki çeviri meselesine dair not: Metnin Türkçesinde burası “Sufrajet hareketi mensupları ırkçı sataşmalara maruz kalmıştı” biçiminde, tam ters içerikle çevrilmiş.
  • 5. Bu dile getiriş Twitter’da gerçekleştiği ve aradan geçen zamanda tahmin edilebilecek sebeplerden dolayı söz konusu tweet’e ulaşamaz hale geldiğim için kaynak veremiyorum.
  • 6. Sınıfsal egemenliğin kurulması istilacı bir topluluğun yerleşik bir topluluğu fethetmesi biçiminde gerçekleştiğinde durum açıktır, ancak mevcut toplumun giderek varsıllar ve yoksullar olarak ayrışması biçiminde gerçekleştiği durumda dahi, ortaya çıkan varsıllığı toplumun yoksullarından korumak yine şiddet uygulamayı gerektirecektir.
  • 7. Yazının bağlamını dağıtmamak için detaylandırmayacağız ama bu süreçte ana tanrıçalar da yerini “baba tanrılara” bırakmıştır.
  • 8. Arruzza vd., age., s.11.
  • 9. Age., s.22.
  • 10. Age., s.8, 56.
  • 11. Mesela işten çıkartılanların sendika üyeliklerinin otomatik olarak sonlanması gibi mücadele mantığıyla taban tabana zıt bir uygulamanın sessiz sedasız kabullenilmesi utanç vericidir.
  • 12. Karl Marx, Kapital – Birinci Cilt, 7. Baskı, çev. Alaattin Bilgi, Ankara: Sol Yayınları, 2004, s.599-601.
  • 13. ABD Çalışma Bakanlığı, War and Postwar Wages, Prices and Hours 1914-23 and 1939-44 (852 No.lu Bülten), Washington, 1945, s.3. https://fraser.stlouisfed.org/title/war-postwar-wages-prices-hours-1914… (Erişim tarihi 25.02.2021)
  • 14. Sermaye sınıfı bu emek hareketliliği kendi kontrolünde olmadığı zaman hemen sızlanmaya başlar. 2008 krizinin ilk dalgası Türkiye’yi dış talep daralması olarak vurup da imalat sanayiinde kitlesel işten çıkartmalar olduğunda, doğal olarak yalnızca işsiz kalan erkekler değil eşleri de iş aramaya başlamış; bunun karşılığında dönemin Maliye Bakanı Mehmet Şimşek “özellikle kadınlar kriz döneminde işgücüne daha çok katıldığı için işsizlik artıyor” diye açıklama yapmıştı. https://haber.sol.org.tr/sonuncu-kavga/herkes-is-ararsa-issizlik-olur-t… (Erişim tarihi 25.02.2021)
  • 15. Arruzza vd., age., s.70. Bu görüşe çeşitli açılardan eleştirel olmakla beraber örneğin Melda Yaman de toplumsal yeniden üretimin “kapitalizmin temel dayanağı olduğu”nu kabul etmektedir. Melda Yaman, “Toplumsal Yeninden Üretim: Birleşik bir ‘Feminist’ Teori?”, Praksis 53, 2020, s.12.
  • 16. Marx, age., s.546.
  • 17. Çocukluğumuzun iki önemli çizgi filmini hatırlayalım: Birincisi Taş Devri’nde geçiyordu ve orijinal ismi Flintstones’du, çevirisi doğru yapılsa ismi “Taş Devri” değil “Çakmaktaş Ailesi” olmalıydı; fütüristik olan ikincisi ise çevirisi çok daha doğru biçimde yapılan Jetgiller’di (Jetsons). Her iki ailede de yalnızca erkek işçiydi (Fred Çakmaktaş mavi, George Jetgil beyaz yakalıydı) ve kadın ev işlerini görüyordu. Burjuvazi her konuda olduğu gibi bu konuda da kendi doğrusunun tarih ve sınıflar üstü olduğu ideolojisini yayar.
  • 18. Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, 11. Baskı, çev. Kenan Somer, Ankara: Sol Yayınları, 1998, s.85.
  • 19. DİSK-AR, “Asgari Ücret Raporu – 2020”, http://disk.org.tr/wp-content/uploads/2019/12/D%C4%B0SK-AR-2020-ASGAR%C… (Erişim Tarihi 25.02.2021).
  • 20. Ve bu çirkinlik tarihseldir. Emile Zola’nın Germinal’inde, sonunda istismar ettiği kadınların elinde görkemli biçimde layığını bulan dükkâncı Maigrat hatırlanabilir.
  • 21. “(…)toplumun en geniş kesimi, yani işçi sınıfı kendisi için de (…) emek harcar; ama bunu ancak “üretken” olarak çalıştığı zaman [yani artı değer üretimi yoluyla sermayenin yeniden üretimini gerçekleştirdiği müddetçe] yapabilir.” Karl Marx, Artı-Değer Teorileri, Birinci Kitap, çev. Yurdakul Fincancı, Ankara: Sol Yayınları, 1998, s.155.
  • 22. Kısaca alıntılayalım. Ricardo’ya göre “emeğin doğal fiyatı, emekçilerin geçinebilmeleri ve nesillerini herhangi bir artma ya da azalma olmaksızın sürdürebilmeleri için gerekli olan fiyattır.” Metnin tamamında Ricardo, ücretin bu doğal fiyattan yüksek olmaması gerektiğini savunur. David Ricardo, Ekonomi Politiğin ve Vergilendirmenin İlkeleri, çev. Tayfun Ertan, İstanbul: Belge Yayınları, 1997, s.85.
  • 23. Burjuva filantropizmi, sınai kapitalizm ile yaşıttır ve ilk ortaya çıktığı zamanda da, bugün olduğu gibi aynı zamanda işçi sınıfına gerici ideolojileri enjekte etme kanalıdır. Bu ideolojik hattın en ileri örnekleri Komünist Manifesto’da “burjuva sosyalizmi” olarak sınıflandırılıp karşıya alınmıştı. Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünist Manifesto, 4. Baskı, haz. G. Doğan Görev, İstanbul: Yazılama Yayınları, s.37-38.
  • 24. Marx, Kapital – Birinci Cilt, s.600
  • 25. Yaman, age., s.16. Yaman burada Marx’ı “biyolojik ve doğalcı” buluyor ve “akıl erdiremiyor.” Oysa alıntı yaptığı Alman İdeolojisi’ni ve genel olarak Marx’ı önyargısız okusa, onun teorik çerçevesinde insanın içgüdülerinin yerine getirilmesinin de salt “biyolojik ve doğal” değil toplumsal olduğunu anlardı. Marksist çerçevede insana dair herhangi bir şey toplumsallığı dışlayacak biçimde “doğal” değildir ancak bu insanın biyolojik varoluşunun yadsınması değil, biyolojik ve toplumsal varlığı arasındaki diyalektik ilişkinin derinden kavranması anlamına gelir. Bu kavrayışın eksikliği toplumsal yeninden üretim tartışmalarının tümünde kendisini gösteriyor.
  • 26. Marx, age., s.546
  • 27. Dünya Bankası, genel işgücüne katılım oranı: https://data.worldbank.org/indicator/SL.TLF.CACT.ZS; kadın katılım oranı: https://data.worldbank.org/indicator/SL.TLF.CACT.FE.ZS (Erişim Tarihi 27.02.2021). Bu verilerin sorunlarını yukarıda tartışmıştık, ancak iki verinin ortak ve güçlü eğilimi yadsınabilir değildir.
  • 28. Gülnur Acar Savran ve Melda Yaman, “Söyleşi: Kapitalizm ile Ataerkinin Kesişiminde Kadın Emeği”, Praksis 52, 2020, s.14.
  • 29. Nitekim bu mesele, sermaye birikiminin teorik çerçevesine hâkim feministler tarafından da eleştiriliyor. Yaman, age., s.26, Acar Savran ve Yaman, agy.
  • 30. Arruzza vd., age., s.70.
  • 31. Bu, aynı zamanda söz konusu mücadelenin siyasi iktidarın ele geçirilmesiyle bitmeyeceği, aksine artık daha uygun maddi koşullarda, daha etkili araçlarla ve çok daha geniş bir toplumsal zeminde sürdürüleceği manasına gelir. Dolayısıyla Marksistlere bu konuda yöneltilen “ertelemecilik” suçlaması yersizdir. Bugün bizi kadın sorunu konusunda “ertelemecilikle” ve “yeterince radikal olmamakla” suçlayanların, devrimden sonra bu konuda atacağımız adımları “totaliter” veya “baskıcı” bulmaları kuvvetle muhtemeldir.
  • 32. Arruzza vd., age., atıf sayfası ve s.6.