"Marksistler, kadın hareketi içerisinde giderek daha yaygın hale gelen sosyalizan görüşleri muhatap almalı, bu görüşlerle tartışmalı ve içlerindeki antikomünist önyargılarla mücadele etmelidir"
Kadın-erkek eşitsizliği konusunda Marksizmin tartışma çerçevesi
Nevzat Evrim Önal
Giriş: Yöntem ve amaç
Marksistlerin teori geliştirir veya teorik bir zeminde tartışma yürütürken düşebilecekleri en temel tuzak, çabalarının onları siyaseten hareketsiz kılacak bir sonuca varmasıdır.
Marksist teori, Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi’nde yaptığı doğa ve tarih bilimi “kıtaları” ayrımında esasen tarih bilimi kıtasında faaliyet gösterir ve bu faaliyet devrimcidir. Yani Marksizm asıl olarak anlamayı ya da açıklamayı değil dönüştürmeyi hedefler. Kuşkusuz tarih kıtasında da maddenin hareket yasaları vardır; ama buradaki temel hareket toplumsal üretim biçiminin tarafı olan sınıflar arasındaki mücadeledir. Bu diyalektik mücadele aynı anda hem insanların bilinç ve iradelerinden bağımsız taraf oldukları, toplumun temelini teşkil eden üretim ilişkileri alanında, hem de insanların bilinçli olarak oluşturdukları ideoloji ve kurumları içeren üstyapıda, ancak farklı biçim ve araçlarla gerçekleşir. Zaten aksi takdirde, Marksizmin en temel kavram çiftlerinden biri olan temel-üstyapı ayrımına gerek olmazdı; zira bilinçli, öznel eylem insana özgüdür. Doğada bilinç ve öznellik yoktur, dolayısıyla bir üstyapı da yoktur.
Yani Marksist teori, maddenin hareketine bilinçli ve öznel müdahalenin bir ölçüde mümkün olduğu toplumsal zeminde, bu bilinçli müdahalenin mümkün olan en köklü biçiminin, sosyalist devrimin olanaklarını arar. Konu ideolojik mücadele olduğunda iş daha da karmaşıklaşır; zira bu mücadele esasen üstyapıda, yani insanın öznelliğinin ağır bastığı hareket alanında verilir. Toplumsal karmaşıklığın teorizasyonla sadeleştirilebilir olduğu iddiası, modernizmin tarihsel yanılgısıdır ve Marksizmin modernizme yönelik en köklü eleştirisi tam da bu yanılgıyı hedef alır: (1) Yöntem alanında kaba materyalizme karşı diyalektik materyalizm; (2) siyaset alanında ise aygıtlar ve aparatlardan ibaret teknokratik bir üstyapı tasavvuruna karşı, maddi çelişkilerin etkisindeki öznel eylemlerle
Zaten toplumsal gerçeklik ancak çelişkilerin izin verdiği ölçüde sadeleştirilebilir. Kapitalist üretim biçimi işlerliğini koruduğu; yani onun çelişkileri henüz devrimci bir yarılmaya kapı açacak biçimde kristalleşmediği müddetçe, karmaşık her ideolojik meselede “iki sınıf var söyle hangisinden yanasın?” basitliğine başvurmak devrimci özneyi örgütleyip ilerletmez. Aksine, çelişkiler ve çatlaklarla dolu ama henüz bütünlüğünü ve işlerliğini koruyan bir sistemi çelişkisiz ve çatlaksız kabul ederek kendi ayağına sıkar. Devrimci öznenin düzenden parçalar kopartmak, onun çatlak ve çelişkilerini derinleştirmek için çaba göstermek yerine kendi ideolojisinin sınırlarını tahkim etmeye odaklanması özneyi küçülten ya da en azından büyümesini engelleyen, ofansif değil defansif bir pozisyondur. Devrimci özne aksine mecbur kalmadıkça savunmada değil hücumda olmalıdır.
“Sosyalist ideolojinin bizim teorimizin toplumsala, hatta daha siyasi olarak sınıflar mücadelesinin pratik gereksinimlerine tercüme edilmiş hali olduğunun sanılması” bu yüzden “korkulması gereken bir şeydir.”
Yazıya hayli genel geçer nitelikte olan bu yöntem konulu girişle başlamamın sebebi şu: Kadın-erkek eşitsizliği günümüz toplumunun nesnelliğinin bir parçası ve farklı ideolojiler bu nesnelliği farklı biçimlerde soyutluyor. Öte yandan bu eşitsizlik, kapitalizmin bunalımının derinleşmesiyle birlikte dünyada ve Türkiye’de sistemin patlayıcı çelişkilerinden biri haline gelmiş durumda. Bir tarafta milliyetçi-mukaddesatçı ideolojiler kadın sorunu karşısında gericiliğin toplumsal zeminini konsolide etmeye çalışırken insanlığın yüzlerce yıllık aydınlanma birikimini karşıya alıyor ve kendi çağdışılıklarını en iğrenç biçimde ortaya döken pozisyonlar takınmak zorunda kalıyor. Diğer tarafta ise soruna, onu ortadan kaldırmayan ancak hafifleten düzen içi çözümler üretmek ve buradan düzene meşruiyet devşirmek gibi zorlu bir görev üstlenen liberalizm ise giderek ateşle oynar bir hale geliyor. Çelişki derinleştikçe, kadın-erkek eşitsizliğinin ortadan kalkmasının yeter değil ancak gerek şartının sosyalist devrim ve işçi sınıfı iktidarı olduğunu savunan komünistler, bu eşitsizliğin yakıcılığını maddi yaşantılarında giderek daha şiddetli hisseden emekçi kadınlar başta olmak üzere çelişkinin sistemik olduğunu (ya da en azından mevcut sistemde bir çözümü olmadığını) sezen toplumsal kesimlerde kendilerine yeni bir hitap alanı buluyor.
Hiçbir toplumsal hitap alanı daha baştan sahibi belli biçimde ortaya çıkmaz, aksine açılan her yeni toplumsal hitap alanında hegemonya ideolojik mücadeleyle kazanılır. İnsanlar (ya da en azından komünistlerin de hitap alanına giren insanlar) belli bir sorun üzerinden politize olduklarında, o soruna dair konuşan siyasi öznelerden yalnızca birini değil hemen hepsini daha fazla dinleme eğilimine girer. Bu da sorumluluğumuzu artırır; tarih devrimcileri olanaklarla sınar.
Kadın sorununun derinleşmesi ve patlayıcı bir tarihsel çelişki haline gelmesi bir yerden sonra kaçınılmazdı. Bugün kaçınılmaz olan gerçekleşirken, kadın sorununu bir emek sorunu olarak soyutlayan biz komünistlerin, sorumluluğumuzu hakkıyla yerine getirebilmek için “mütereddit değil ancak isabetli” argümanlara ihtiyacımız olduğunu, bunun için Marksizmin teorik birikimine daha derinlikli biçimde başvurmamız gerektiğini düşünüyorum.
Bu yazının amacı, bizi yazının ilk cümlesinde vurgulanan tuzaklara değil doğru argümanlara ulaştıracağını umduğum “alet çantamızı” açmaktır.
Tartışmanın diğer tarafları ve aralarındaki ayrımlar
Çelişkinin derinliği doğal olarak feminizmin tüm varyantlarını da davet ediyor ve seslerinin daha güçlü duyulmasını, sözlerinin daha fazla tartışılmasını sağlıyor. Dolayısıyla, bu öbeğe yönelik güncel bir tasnife hem ihtiyaç var, hem de bu tasnif bizim tartışmalara sağlıklı müdahaleler yapmamız kolaylaştırır. Zira çelişkinin derinliği aynı zamanda feminist düşüncede geçmişte görece önemsiz olan, yokmuş gibi yapılan ayrımları derinleştirdi ve bu ideolojik öbeğin yekpare durmasını imkânsız hale getirdi. Örneğin, dikkate değer bir düşünsel öbeklenmeyi temsil ettiği için bu yazıda sıklıkla başvuracağımız %99 için Feminizm başlıklı metnin neredeyse tamamı (yazarların “liberal feminizm” olarak kodladığı) anaakım feminizmden sol içerikli bir kopuş amacıyla kaleme alındı ve bu ayrımlardan en net olanını ortaya koyuyor.
Geri olanı tanımlamak her zaman daha kolaydır ve tanımlayıp geçelim: Süfrajet hareketinden
Bu ideolojik hattın dünyada idolü Trump’ın karşısında aday olan Hillary Clinton’dı, Türkiye’de ise Güler Sabancı’dır. Estetiği, finalinde (ve afişinde) solcu sevgilisi tarafından kalbi kırılıp terk edilmiş olan, ayrıcalıklı-modern-küçük burjuva-beyaz kadın ile ona evin arkasındaki müştemilatta yatılı olarak kalıp hizmet eden, faşist tetikçilik yapan lümpen sevgilisi tarafından hamile bırakılıp terk edilmiş yerli çocuk bakıcısının kızkardeşçe birbirine sarılıp ortak acılarına teselli bulduğu Roma filmidir. Siyasi programının en önemli unsurlarından biri 8 Mart’ın adından “emekçi” kelimesini silmektir. Çarpıcı bir örnek verecek olursak; bu ideolojik hattın Türkiye temsilcilerinden Ayşe Düzkan, geçtiğimiz yıl 8 Mart eyleminde taşınan Clara Zetkin ve Rosa Luxemburg portrelerinden rahatsızlığını dile getirmiş; bunu bir “tutarsızlık” ve “eksik kalmama siyaseti” olarak nitelemişti.
Kadın-erkek eşitsizliğini kapitalist üretim biçimiyle bağlantılı bir sorun olarak ele alan diğer tarafta ise süregiden, birbiriyle bağlantılı iki temel tartışma başlığı bulunuyor: (1)“İki sistemli (ataerkillik ve kapitalizm) bir dünyada mı yoksa tek sistemli (ataerkil kapitalizm) bir dünyada mı yaşıyoruz?” (2)“Gündelik hayatın sürdürülmesi için gereken işleri eşitsiz biçimde üstlenen kadının sarf ettiği ücretsiz emek (ve bu bağlamda aile örgütlenmesi) ekonomi-politik açıdan nasıl ele alınmalıdır?”
Bu tartışmaların önemsenmesi ve detaylı biçimde ele alınması gerektiğini düşünüyorum.
Kadın-erkek işbölümünün sistemik niteliği: Yapıdan üstyapıya
İnsanın emek üretkenliğini artıran ve onun doğa karşısındaki edilgenliğinden kurtulup bir özneye dönüşmesini sağlayan en temel faktörlerden biri işbölümüdür. Toplumun ihtiyaçlarını gerçekleştirecek faaliyetler bütününün, her biri birer “iş” olan parçalara ayrılması ve bu işlerin görece uzmanlaşmış kişiler tarafından yapılması hem süreci bütün olarak kolaylaştırmış ve parçaları kolay öğrenilebilir hale getirmiş, hem de bu uzmanlaşma, insanın alet geliştirme becerisi ile birleştiğinde, işe uygun aletlerin geliştirilmesini hızlandırmıştır. Ne var ki, ilkel komünal toplumda ortaya çıkan bu fonksiyonel işbölümü, sınıflı toplumların ortaya çıkışıyla birlikte ikincil hale gelmiş; sınıflı toplumlarda asıl işbölümü ezilen sınıf ile egemen sınıf arasında, birinin çalışıp diğerinin çalışmaması üzerine kurulu sınıfsal işbölümü olmuştur.
Bu işbölümlerinden her ikisi de maddidir. Ancak arada önemli bir fark vardır: Fonksiyonel işbölümü ortak toplumsal çıkarın ilerletilmesi için bireyler arasında bir farklılaşmadır ve kendiliğinden maddi eşitsizlik üretmez. Sınıfsal işbölümü ise işlerin daha iyi yapılabilmesi açısından yalnızca gereksiz değil, egemen sınıfın özgün bir takım düşünsel emek süreçleri yürüttüğü nadir durumlar haricinde zararlıdır ve her durumda zorunlu olarak maddi eşitsizlik üretir. Dolayısıyla sınıfsal işbölümünün herkesin yararına olduğu ancak gerçeğin bilgisini çarpıtan bir egemen ideoloji tarafından savunabilir.
Kadınla erkek arasında üremeden ibaret olmayan bir biyolojik farklılık vardır. Bu fark ilkel komünal toplumda işbölümünün temel belirleyeni olmuş, erkeklerin esasen avcı, kadınların esasen toplayıcı rol üstlendiği fonksiyonel işbölümünü yaratmıştır. Öte yandan, fiziksel emeği kolaylaştıran aletlerin geliştirilmesi daha bu dönemde dahi söz konusu biyolojik zorunluluğu hafifleten bir faktör olarak rol oynamıştır. Mitolojide kadın tanrıça ve kahramanlara silah olarak sıklıkla ok ve yayın yakıştırılması tesadüf değildir. En genel anlamda, üretim araçları bedensel kuvvete olan ihtiyacı azalttıkça, biyolojik cinsiyete dayalı fonksiyonel işbölümü de aynı oranda önemsizleşir.
İlkel komünal toplumda tüm emek süreçleri topluluğun hayatta kalması içindir. Bu toplumda bölüşüm ve eşitsizlik konusu olabilecek bir artı ürün yoktur. Farklı olan işler arasındaki öncelik o işleri yapanın kim olduğuna değil işlerin kendisinin önemine göre kurulur. Dolayısıyla toplumsal çıkarlara aykırı sınıfsal veya bireysel ayrıcalıklar söz konusu olamaz, olamayacağı için de fonksiyonel işbölümünden eşitsizlik üremez. Örneğin toplumun ortak çıkarı bu yönde olmadığı müddetçe hiçbir bireyin üretim süreçlerine katılmaması düşünülemez.
Dolayısıyla kadın ve erkek arasındaki eşitsizliğin bir tarihsel miladı ya da ortaya çıkış noktası aranacaksa bu, ilkel komünal toplumda bulunamaz. Nitekim antropolojik araştırmalar ilkel toplumlarda bugünkü gibi bir kadın-erkek eşitsizliği, eşitsiz tekeşlilik, kadına karşı şiddet gibi olgulara rastlamamaktadır. “Güzel bulduğu kadını kafasına odunla vurup bayıltan, sonra da saçından sürükleyerek mağarasına götüren erkek mağara adamı” imgesi günümüz toplumunun kadın-erkek eşitsizliğini meşrulaştırmak için oluşturulmuş alçak bir uydurmadır.
Kadın-erkek eşitsizliğinin kaynağı, sınıflı toplumları da ortaya çıkartan süreçtir. İnsan, bitki ve hayvanları evcilleştirmeye başladığında, doğayla olan mücadelesindeki en önemli sıçramayı yapmış; hayatta kalması için gerekenden fazlasını, kalıcı ve güvenilir biçimde üretebilir hale gelmiştir. Bu artı ürün toplumsal anlamda (örneğin kolektif bir ihtiyat stoku olarak) biriktirilebilir ancak aynı zamanda toplumun varoluşunu tehlikeye atmadan el konabilecek bir potansiyel zenginleşme kaynağıdır. Bu el koyma pratiği hayata geçtiğinde, en azından başlangıçta, neredeyse tamamen insanın insana şiddet uygulaması biçiminde gerçekleşmiştir.
Bu tarihsel incelemeden çıkartılacak temel sonuç şudur: kadın-erkek eşitsizliği tarihte kendine ait bağımsız ve nesnel bir kaynaktan ortaya çıkmadığı gibi; yeniden üretilmesi de bağımsız kaynaklara, mekanizmalara ve ilişkilere dayalı değildir. O, her üretim biçimi tarafından yeniden şekillendirilen ve her üretim biçimine eklemlenerek var olan bir aygıt, bir yabancılaşma biçimidir. Bu yabancılaşma, devlet yabancılaşmasına benzerdir. Nasıl devlet aygıtı her üretim biçiminde o üretim biçimine uygun gelecek şekilde, köklü biçimde yeniden inşa ediliyor ancak hep “müesses nizamı koruma ve sürdürme” görevi üstleniyorsa; kadın-erkek eşitsizliği de benzer bir hizada tutma, kurallara bağlama, gerektiğinde yola getirme ve son tahlilde düzeni koruma işlevi üstlenmektedir. Bu işlev şiddetsiz yerine getirilemez; ancak devlet nasıl şiddetten ibaret değilse, kadın-erkek eşitsizliği de şiddetten ibaret değildir.
Bu bağlamda, devletin ve benzer bir fonksiyona sahip olan sermaye yönetim aygıtlarının, örneğin şirket yönetim kurullarının, işçi sınıfının geneli (hatta yalnızca aktif olarak ücret karşılığı çalışan kesimiyle dahi) karşılaştırılamayacak kadar yüksek bir oranda erkeklerden oluşması da; anaakım feminizmin politik mücadelesinin bu var olan üstyapının değiştirilmesi değil mevcut hali korunarak kapılarının kadınlara daha fazla açılması ile sınırlı olması da
Bu soyutlama, kadın-erkek eşitsizliğinin kendi başına bir sistem olup olmadığı tartışmasında Marksizmin pozisyonunu da netleştirir: Tarihin materyalist kavranışına göre “sistem”, yukarıda değinilen çerçevede bir üretim biçiminin oluşturduğu, diyalektik temel-üstyapı bütünlüğüdür. Bu bütünsellik kendi tarihsel sürekliliğini, başka unsurları kendisine eklemleyerek de olsa egemenliğini yitirmeden sağlayabiliyor olmalıdır. Kapitalizm böyle bir sistemdir.
Feminist ideoloji tarafından ataerkillik olarak soyutlanan ilişkiler setinin ise bu çerçevede bir sistem olarak tanımlanmasına itiraz etmek için üç argüman bulunuyor. Birincisi, iki biyolojik cinsiyet hep vardı ancak aralarındaki eşitsizlik ve yabancılaşma insanlığın yüz binlerce yıllık tarihi göz önüne alındığında hayli kısa sayılabilecek sınıflı toplumlar çağı ile sınırlıdır. İkincisi, sınıflı toplumlar tarihi boyunca ise kadın-erkek eşitsizliği hep vardı, ancak her üretim biçimi altında, hatta her üretim biçimi boyunca egemen sınıfın dönemsel ihtiyaçlarına göre içi yeniden doldurulmuş, kuralları ve sınırları yeniden çizilmiştir. Bunlara ek olarak üçüncüsü, kapitalist üretim biçimi altında üretici güçlerin günümüzde ulaştığı teknik gelişme düzeyi, insan emeğinin üretken niteliği açısından cinsiyetler arası fiziksel farklılıkları tarihte hiç olmadığı kadar önemsizleştirmiş, işlerin fonksiyonel bir işbölümü çerçevesinde “kadın işi” ve “erkek işi” olarak ikiye ayrılmasının maddi zemini ortadan kalkmıştır. Günümüz toplumunda kadın ve erkek arasındaki eşitsizliğin en önemli maddi veçhesi olan eşitsiz ve adaletsiz işbölümü, kapitalist bir çerçevede dahi üretim ilişkilerinin oluşturduğu toplumsal temelin zorunlu bir parçası değildir. Bu adaletsizlik, sermaye sınıfının zaman zaman hafiflettiği, bilinçli bir tasarrufudur, yani üstyapısaldır ve sürekliliği toplumun maddi işleyişi tarafından kendiliğinden değil, esasen egemen ideolojinin müdahaleleri ile sağlanmaktadır.
Bu üç olgu yan yana konduğunda, ataerkilliğin müstakil bir toplumsal sistem olduğunu materyalist bir teorik zeminde savunmak imkânsız hale gelir. %99 için Feminizm kitabında ifadesini bulan düşünsel pozisyon bu başlıkta haklıdır. Kadın-erkek eşitsizliğinin sınıflı toplumlar tarihinin herhangi bir noktasında o tarihteki üretim ilişkilerinden, bugün ise kapitalizmden ayrı bir olgu olarak düşünülmesi mümkün değildir.
Teorik tartışmanın ötesinde, sol feministlerin ataerkillik ile kapitalizm arasında güçlü bir bağ bulunduğu ama bunların iki müstakil sistem olduğunu savunan diğer kesimi, kendilerini politik tanımlayışlarından hareketle, ağırlıklı veya öncelikli olarak ataerkillikle mücadele edilmesi gerektiğini de savunmaktadır. Bu, siyasi açıdan düşünülemez bir şey değildir: Tarihte kapitalist üretim biçimini, en azından onun özü olan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti sorgulamadan, onun bilhassa bazı özel tarihsel dönemlerde fazlaca güçlenmiş ideolojik eğilimleriyle mücadele edildiği olmuştur. Genel anlamda “demokratik” olarak tanımlanması gereken bu mücadelelerin en bilineni 2. Dünya Savaşı döneminde faşizme karşı kurulan birleşik cephedir. Bugün de, kapitalizmin bunalımı karşısında, bilhassa gerici siyasi iktidarlar tarafından kadın düşmanlığı yapılarak ideolojik konsolidasyon aranan Türkiye ve Polonya gibi ülkelerde oluşan boğucu toplumsal ortam böyle bir mücadelenin meşruiyetini ve ideolojik çekiciliğini artırmaktadır. Ne var ki, kapitalizmin tarihi boyunca yürütülen tüm demokratik mücadelelerin, en başarılı olanlarının dahi kazanımlarının uzun vadede korunamadığı teslim edilmelidir. Eğer gericilik ve ayrımcılığı yalnızca hafifletmek değil bu karanlık ideolojilerden tamamen kurtulmak istiyorsak, onları demokratik olarak yenmek ve ideolojik olarak geriletmek ne denli radikal bir çerçevede yapılırsa yapılsın yeterli değildir; onları besleyen ve yeniden üreten maddi ilişkiler yok edilmeli ve böylelikle bu ideolojilerin kökü kurutulmalıdır.
Şimdi, meselenin güncel maddi temelini inceleyelim.
Kapitalizmde aslolan ‘toplumsal yeniden üretim’ mi? Ve bu yeniden üretim tam olarak nerede gerçekleşiyor?
Kapitalist toplumda emek üç kategoriye ayrılır:
- Üretim ve geçim araçlarına sahip olmayan işçi sınıfının sermaye sınıfına sattığı, karşılığında aldığı ücretle de geçimi, yani kendi yeniden üretimi için çeşitli metalar satın aldığı, kendisi de meta niteliğindeki ücretli emek.
- Küçük burjuvazinin, kendi hesabına sarf ettiği, parasal gelir getiren emek. Bu emeğin bir kısmı basit meta üretimiyle (fırıncı), geri kalanı ise tipik olarak küçük ölçekli aracılık (emlakçı) ile meşguldür.
- İnsanların kendilerinin ve yakın toplumsal çevrelerinin gündelik yaşantısını sürdürmek için sarf ettikleri, yalnızca kullanım değeri üreten geçimlik emek.
İçinde yaşadığımız toplumda işbölümünün en adaletsiz unsurlarından biri, üçüncü kategoridedir. Bu kategoride yer alan, hayatın devamına katkı koyan ancak parasal gelir edinimi ya da zenginlik üretimiyle sonuçlanmayan, dolayısıyla geriye elle tutulur bir kanıt bırakmayan emeğin büyük bölümü kadının sırtına yıkılmıştır.
Sol feminizm, “toplumsal yeniden üretim emeği” olarak sınıflandırdığı ve mevcut toplumsal yapıda “değere haiz görülmeyen”
Peki, bir yanda sermayenin yeniden üretimi, diğer yanda ise toplumsal yeniden üretim arasında; ya da, bir yanda kadın hareketi, diğer yanda işçi sınıfı mücadelesi arasında nasıl bir ilişki vardır?
Öncelikle, feministlerin iddia ettiğinin aksine Marksist teori işçi sınıfını hiçbir biçimde “ücretli emek ilişkisi içerisinde olanlar”dan ibaret görmez.
Zaten tarih, burjuva ekonomi politiğinin “ev kadını” olarak tanımladığı insanların aslında nasıl yedek sanayi ordusunun bir parçası olduğunu gösteren örneklerle doludur, biz ispat niteliğinde bir tanesini verip, geçelim: ABD’de 2. Dünya Savaşı sırasında kullanılan “We Can Do It” propaganda posterlerinde yer alan, sonrasında anaakım feminist ideoloji tarafından da bir ikon olarak benimsenen Perçinci Rosie (Rosie the Riveter). Savaş koşullarında, esasen erkeklerden oluşan sanayi işgücünün bir bölümü silah altına alındığında ve eşzamanlı olarak savaşa yönelik ek üretim emek talebini artırdığında, metalaşmış emek arzında ortaya çıkan daralma yüzünden ücretler hızla yükselmiş;
Gelelim toplumsal yeniden üretim meselesine…
Feminist ideoloji, toplumsal yeniden üretimin gerçekleşmemesi durumunda insanlığın biyolojik varoluşu tehlikeye gireceği için, insanlığın en temel faaliyetinin bu olduğu ve mevcut üretim biçiminin yeniden üretiminin (yani kapitalizm söz konusu olduğunda sermaye birikiminin) buna bağımlı dolayısıyla ikincil olduğunu savunmaktadır.
İkincisi, işçi sınıfına mensup insanlar açısından toplumsal yeniden üretimin ön şartı, bu yeniden üretim hangi sosyal birimde gerçekleşiyor olursa olsun, buraya parasal bir gelir girişi olmasıdır. Örneğin, yalnız yaşayan bir işçi aldığı ücret düzeyine bağlı olarak kendi yeniden üretimini, yalnızca birtakım metalar satın alarak ve bazı işlerini de kendisi görerek gerçekleştirebilir, bu imkânsız değildir. Ama toplam kaç kişi olursa olsun bir grup işçinin, hiçbirinin dışarıdan herhangi bir parasal veya ayni (mal cinsinden) gelir elde etmediği durumda, aralarında nasıl bir işbölümü yaparlarsa yapsınlar kendilerini yeniden üretmeleri mümkün değildir. Zira işçiyi işçi yapan şey, kendi geçim olanaklarına sahip olmadığı için emeğini satmak zorunda olmasıdır. Yeniden üretim için böyle bir mecburiyet yoksa bahis konusu kişi veya kişiler daha baştan işçi değildir.
Üçüncüsü, kapitalist üretim biçimi açısından her şey sermaye birikimine talidir. Ancak var olmadığı durumda sermaye birikiminin de gerçekleşmesi zorlaşacak bir yeniden üretim varsa, bu bütün toplumun değil yalnızca metalaşmış emek gücünün yeniden üretimidir. Sermaye daima kendisine gerekecek miktarda emek gücünü piyasada bulabilmelidir ve onun ilgisi buraya kadardır. Sermaye ideologları, asgari ücreti tartışırken “dört kişilik bir ailenin geçinmesi için gerekli” para miktarını temel alıyor olduklarını iddia eder; ancak işçi sınıfının bir bütün olarak ürettiği değerden ücretler yoluyla bir bütün olarak aldığı pay, yalnızca ücretlileri ve onların çekirdek ailelerini değil, yedek sanayi ordusu da dâhil olmak üzere bir bütün olarak işçi sınıfının yeniden üretiminin yalnızca bir bölümünü sağlamaktadır. Sınıf, bireylerin toplamından ibaret düşünülemez ve sınıfın durumu bireylerde incelenemez.
Emek gücünün yeniden üretimi ancak bu bağlamda ele alınabilir. Dolayısıyla, işçi sınıfı söz konusu olduğunda, ebeveynler ve çocuklardan ibaret aile sağlıklı bir inceleme birimi değildir. Feminist ideolojinin sıklıkla pek sorgulamadan analizlerinde kullandığı, en fazla ev için geçimlik emeğin önemli bir kısmına gerekçe oldukları için bakıma muhtaç yaşlıları dâhil ettiği bu aile kurumu; egemen ideoloji tarafından ezeli ve ebedi
Derdim “aile”yi bir toplumsal kurum olarak yadsımak ve böylelikle günümüzün kadın-erkek eşitsizliğinin önemli bir üstyapı kurumunu analiz çerçevesinin dışında bırakmak değil. Ancak bir kadın ve bir erkeğin, ait oldukları toplumsal sınıftan bağımsız olarak ve esasen cinsiyetleri üzerinden birbirleriyle, bireysel olarak karşı karşıya olduğu bir aile kurumu tasavvuru işçi sınıfının geneli için yapılamaz. İşçi sınıfının büyük bölümünün yeniden üretimi çok daha geniş bir toplumsal ağ içerisinde gerçekleşir ve kadın-erkek eşitsizliği de bu ağın tamamına yaygındır. Burada, bahsettiğimiz yeniden üretim mekanizmalarının kendiliğinden iyicil, dayanışmacı olduğunu iddia etmiyorum. Aksine, bu kalabalık hısım, akraba ve tanıdıklar çevresinde yardıma muhtaçlar ve yardım edebilecekler arasında kurulan ilişkilerde kadın-erkek eşitsizliğinin en çirkin örnekleri yaşanır.
Toplumsal yeniden üretimin tarihselliği
Meselenin genel ekonomi politiği şudur: Kapitalizmde işçi sınıfının yeniden üretiminin meta tüketimi, geçimlik emek ve sosyal yardımlaşma olmak üzere üç kaynağı vardır. Yeniden üretimde bu üçü arasında nasıl bir rol paylaşımı olacağının temel belirleyeni, sermaye sınıfının güncel ihtiyaçları ve sermaye birikim sürecinin tarihsel eğilimleridir. Ne var ki, temel sınıf ilişkisi ücretli emek olduğu için, kapitalizm işlerliğini koruduğu müddetçe (ve bir ölçüde korumaya devam edebilmesi için) yeniden üretim de ağırlıklı olarak meta tüketimine bağlı gerçekleşmelidir.
Öte yandan, kapitalizmin işleyişinin yeniden üretimi hiç de kendiliğinden garanti altına almadığı gerçeği burjuva ideologları tarafından daha kapitalizmin ilk aşamalarında fark edilmiştir. Klasik politik iktisadın pek çok önemli tartışması bununla ilgilidir, bilhassa Malthus’un gerici Nüfus Teorisi ve Ricardo’nun onu temel alarak formüle ettiği Geçimlik Ücret Teorisi
Bu mekanizmaların ihtiyaca dayalı yardımlar olmaktan çıkıp sistematik haklara dönüşmesi yani sosyal devlet ise, Sovyetler Birliği’nin kapitalizm karşısında 1929 krizinden itibaren gösterdiği başarıların, bilhassa da 2. Dünya Savaşı’ndaki zaferinin yarattığı basıncın bir sonucu olarak işçi sınıfının kapitalist ülkelerde elde ettiği, kapitalizmin tarihsel eğilimlerine aykırı bir dönemsel kazanımdır. Bu, sermaye birikimi açısından “Kapitalizmin Altın Çağı” olarak isimlendirilen, 2. Dünya Savaşı ile 1973 Krizi arasındaki döneme özgü, özel bir durumdur. Anaakım feminizmin ideolojik temellerinin de bu dönemde yerleşik hale gelmesi bir tesadüf değildir; zira “tek maaşla geçinen ev”i mümkün kılacak ücret ve sosyal haklar toplamı, kapitalizmin tarihinde belirli bir yaygınlıkta yalnızca bu dönemde var olmuştur. Sermaye sınıfı kendi sınıfsal güdülerini baskılamak ve toplumsal değerden belirgin biçimde daha büyük bir payı işçi sınıfının almasını kabullenmek zorunda kaldığında; daha önce mülk sahibi sınıflara özgü olan “gelir sahibi erkek ve onun eve hapsolmuş karısı” eşitsizliği de tüm sınıfları dikey kesen bir biçimde formüle edilebilir hale gelmiştir.
İşaret fişeği Şili’deki Pinochet darbesi olan, en somut uygulaması ise İngiltere’de Thatcher, ABD’de Reagan’ın başta olduğu dönemde yaşanan neoliberal saldırının asli bir unsuru işçi sınıfının sosyal devlet kazanımının tasfiye edilmesi, emek gücünün yeniden üretiminin meta tüketimi ve geçimlik faaliyetlere daraltılması, haklara dayalı sosyal devletin tasfiye edilerek sosyal yardımın bir kez daha istisnai hale getirilmesidir. Bu tarihsel saldırı ilerledikçe ve buna paralel olarak işçi sınıfı yoksullaştıkça, işçi sınıfının yeniden üretiminin bir takım metalar satın almak yerine geçimlik emekle gerçekleştirilebilecek tüm unsurları da esasen kadının geçimlik emeğinin üzerine yıkılmıştır.
Öte yandan, kapitalizmin bir diğer tarihsel eğilimi meseleyi karmaşıklaştırmaktadır: “Toplam sermayenin büyümesi ile birlikte değişen kısmı, yani onunla birleşen emek de büyür, ama bu her zaman küçülen bir oranda olur.”
Nüfus artmakta, işçi sınıfı da hem sayıca, hem oransal olarak artmakta ancak işçi sınıfının ücret kazanan, yani yeniden üretim için gerekli metaları satın alacak parayı kazanan kesimi oransal olarak küçülmekte, giderek daha büyük bir bölümü başkalarının gelirine bağımlı hale gelmektedir. Dünya çapında 15 yaş üstü insanların işgücüne katılım oranı 1990’da yüzde 65,5’ten 2020’de yüzde 60,5’e düşmüştür. Ve bekleneceği -üzere, egemen ideoloji tarafından sürekli tahkim edilen kadın-erkek eşitsizliği altında bu çelişkinin ceremesini de öncelikle kadınlar çekmektedir. Nitekim 1990-2000 yılları arasında görece yüzde 50 düzeyinde sabit olan kadının işgücüne katılım oranı, 2020 yılı için yüzde 47 seviyesine düşmüştür.
Güncel mücadele olanakları ve kadın hareketinin sınıfsallığı
Bu koşullarda, en özlü ifadesini %99 için Feminizm manifestosunda bulan anti-kapitalist feminizm tarihsel bir çelişkiyle karşı karşıya bulunuyor. Bir yanda, sağlıklı bir zeminde kendisini ideolojik olarak burjuvaziden ayrıştırmaya gayret ediyor. Diğer yanda ise, sermaye egemenliği ile kadın-erkek eşitsizliği arasında bir temel-üstyapı ayrımına gitmediği, aksine toplumsal yeniden üretim ile sermayenin yeniden üretimini ayrılmaz bir bütünlük olarak görüp birbirine özdeş hale getirdiği ölçüde, bu ikisine karşı aynı araçlarla, birleşik değil tek bir mücadele verilebileceği yanılgısına düşüyor. İşçi sınıfının yeniden üretimi sermaye egemenliği açısından yerine getirilmesi gereken bir zorunluluktur ancak sermaye sınıfı bunun kadının geçimlik emeği tarafından gerçekleştirilmesinden maddi bir çıkar sağlamamaktadır. Aksine sermaye sınıfı bir eğilim olarak kadın emeğinin daha fazla metalaşmasını, yeniden üretimin de daha fazla meta tüketilerek gerçekleştirilmesini tercih eder. Bunun önündeki engel ise feministlerin iddia ettiği üzere ataerkilliğin ayak diremesi değildir.
Buradaki “kapitalist olmayan” vurgusu özellikle önemli
Bu da, bu iki alandaki mücadelenin ortaklaştırılması kadar araçlarının ve örgütlenme biçiminin farklılaştırılmasını gerektirmektedir. Daha açık ifade etmek istersek, kapitalizme karşı verilen mücadele işçi sınıfının, mevcut üretim ilişkisini kopartacak ve özel mülkiyet altındaki üretim araçlarını devletleştirecek, sadece sermaye sınıfını değil kendisini de ortadan kaldıracağı bir devrimle başarıya ulaşacak ve salt yeni bir işbölümü değil, daha geniş tarihsel sonuçları olan yeni bir üretim biçimi kuracaktır. Burada diyalektik taraflar arasında nihai bir hesaplaşmayla sonuca bağlanacak uzlaşmaz bir düşmanlık vardır; burjuvaziye karşı mücadele burjuvaziyle birlikte verilemez. Kadın-erkek çifti arasında ise böyle bir düşman diyalektik yoktur, eşitsizlik bu ilişkiye dışarıdan dayatılmıştır. Dolayısıyla burada söz konusu olan yenilgiye uğratılıp ortadan kaldırılacak bir düşman değil, kafalardan sökülüp atılacak bir ideoloji, Marx’ın başta alıntıladığımız deyimiyle “ölmüş kuşakların geleneği”dir ve bu doğrultudaki mücadeleyi taraflar birlikte vermelidir.
Eğer sorun maddiyse, yani eğer kadın-erkek eşitsizliğinin temelinde feministlerin giderek artan bir bölümünün de kabul ettiği üzere sınıf eşitsizliği varsa, kadın-erkek eşitsizliğine karşı verilecek mücadele ile sınıf mücadelesi arasında en azından birbirini çelmemelerini sağlayacak bir bütünlük kurulmalıdır. %99 için Feminizm metnine vesile olduğu belirtilen
Bununla birlikte açık olan şu ki, devrimci dayanışma bir “karşı dayanışma” olmalıdır. Bizim dayanışmamız, sermaye sınıfının ve onun hükümeti ya da belediyelerinin sadakalarına da, enformel yeninden üretim ilişkilerine içkin aşağılanma, kişiliksizleştirme ve istismara karşı da örgütlenen, insanı özneleştiren ve güçlendiren bir dayanışma olmalıdır. Bu dayanışma ağları örülürken kadın-erkek eşitsizliği baskılanıp etkisizleştirilmeli, sınıflı toplumun bu hastalığını dayanışmaya taşıyanlar eğitilmeli, olmuyorsa dışlanmalıdır.
Bu çerçevede, sonuç niyetine şu özeti yapabiliriz:
Marksistler, kadın hareketi içerisinde giderek daha yaygın hale gelen sosyalizan görüşleri mutlaka muhatap almalı, hem bu görüşlerle tartışmalı ve içlerindeki antikomünist önyargılarla mücadele etmeli, hem de bu görüşlerin sahiplerini anaakım feminizmden kopuş konusunda yüreklendirmelidir. Yukarıda belirtildiği üzere bu kopuş eğilimi, neoliberal emek düşmanlığının kapitalizmin tarihindeki en derin krizlerden biriyle sonuçlanmasıyla birlikte, sınıf kavramına düşman anaakım feminizmi oluşturan sınıf uzlaşısı zemininin ortadan kalkmış olmasının sonucudur. Aynı sınıf uzlaşısı zemini, on yıllar boyunca sendikal hareketi de atalete sevk edip çürütmüştür ve bugün işçi sınıfının kapitalizme karşı biriken öfkesinin kendisini çok daha güçlü biçimde kadın hareketinde ifade ediyor olmasının bir sebebi de budur.
Burada Marksizm açısından savunmaya geçilmesi gereken bir tehlike değil, değerlendirilmesi gereken bir olanak vardır.