Emperyalizmin krizini haritalandırmak: Kurtarılamayan Avrupa

Kapitalizmin yıllara yayılan iktisadi ve siyasi krizinin Avrupa’ya yansıması, Yaşlı Kıta’nın fiili olarak bölünmesi oldu. İktisadi gereklilikler, yeni siyasi arayışlara kapı aralarken, sermaye hizipleri arasındaki kavgadan işçi sınıfına “ekmek” çıkmıyor.

Erman Çete

Dünya kapitalist sisteminin 10 yılı devirecek uzun ekonomik bunalımı ile emperyalist sistemin çok yönlü tıkanıklığının kendisini en radikal biçimde gösterdiği yerlerden birisi ABD ise, diğeri de elbette Avrupa ve Yaşlı Kıta’nın birliği oldu.

Olmaması mümkün değildi. Zira, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşturulan antikomünist kutsal ittifakın derleyip toparlayıcı unsuru ABD’yse, sosyalizme karşı cephe hattı da, her anlamda Avrupa’ydı. Sanılanın aksine, sosyalizme karşı büyük savaş Avrupa’da verildi, sosyalizm önce Avrupa’da geri çekildi ve yenildi. Dolayısıyla, Sovyet-sonrası dönemde yine ABD öncülüğünde dünya “düzlenirken” ve yeni döneme uygun düzenlemeler yapılırken, Avrupa Birliği de bu projeye ortak olmuştu.

Fakat “başarı”nın meyvelerini toplamak kadar, krizin de aynı şiddette hissedilmesi, eşyanın tabiatı olsa gerek.

KRİZDEN ARTA KALAN EKONOMİ

Dünya Bankası verilerine göre, dünyanın en büyük ekonomisi hâlâ açık ara Amerika Birleşik Devletleri (18 trilyon dolar). Uzak Doğu’daki “istikrarlı” ekonomi Japonya’nın üçüncülüğünü ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin ikinciliğini bir kenara koyarsak, geri kalan “ilk 10” içerisinde dört tane AB ülkesi görüyoruz: Dördüncü sırada Almanya (3.3 trilyon dolar), beşinci sırada Birleşik Krallık (2.9 trilyon dolar), altıncı sırada Fransa (2.4 trilyon dolar) ve sekizinci sırada İtalya (1.8 trilyon dolar).

Ekonomik olarak, Almanya Avrupa’nın tamamında “açık ara” olmasa da, en azından Kıta’da tamamen kontrolü elinde tutuyor. Bu noktada, Almanya ile Fransa’yı kıyaslamak ufuk açıcı olabilir. İki ülkenin de çoğunlukla ihracata dayalı bir ekonomiye sahip olduğu düşünülürse, aşağıdaki istatistikler Fransa’nın Almanya karşısındaki acıklı durumunu açıklayabilir (sırasıyla Fransa ve Almanya'ya ait istatistikler):


 

Grafikler, iki ülkenin zaman içerisinde dünyadaki toplam ihracat piyasasındaki paylarının değişimini gösteriyor. Fransız ihracatının payı her geçen yıl azalıyor.

Fransa, fiyatlardaki yükselişi durduramayıp “yapısal reforma”a gittikçe daha bağımlı hale gelirken, Almanya düşük maliyet ve ihracata dayalı ekonomisini sürdürebilmek için dış pazarlara erişim kolaylığına daha fazla ihtiyaç duyuyor. Fransa’da işçi maliyetlerini düşürmek için zorlanan “reformlar”, açıkça Almanya ile rekabeti kolaylaştırmayı da hedefliyor.

Ancak Almanya’nın Fransa karşısındaki ekonomik üstünlüğü yalnız değil. Yunanistan krizinde Alman kreditörlerin Yunan halkının gırtlağına çökmesi, yalnızca bir üvertürdü. Avrupa’daki her ülkenin dış borçları milyarlarca dolar olsa ve bunlar birbirlerine sürekli borçlansalar dahi, Alman kreditörlerin “başına ekşiyeceği” kırılgan ülkeler arasında İtalya, İspanya ve Portekiz başta geliyor.

Tam da bu ekonomik durum nedeniyle kemer sıkma ve neoliberal ihracat ekonomisi siyasetinin tüm dünyada şampiyonluğunu yapan ülkenin Almanya olması şaşırtıcı değil. Tekrarda fayda var: Alman tekelleri, ihracatı sürdürebilmek için pazarların “açık” olmasına gereksinim duyuyor. “Kurulu düzen”e sıkı sıkıya sarılan ve tek bir blok olarak görülen (ki, öyle değil, ama bu başka bir mesele) yegâne büyük emperyalist ülkenin Almanya olması da bu noktada anlaşılır hale geliyor.

BREXIT’IN YARATTIĞI SARSINTI

Yukarıda bilerek değinmediğimiz bir başka mesele ise, Birleşik Krallık’ın AB’den çıkışının (“Brexit”) yarattığı ve yaratacağı sarsıntılar.

Alman yetkililerin, örneğin Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel’in, İngiliz medyasında Theresa May’i ulu orta sert sözlerle eleştirmesi, Almanya’nın yukarıda bahsedilen ekonomik pozisyonu ile doğrudan bağlantılı.

Peki Birleşik Krallık için aynısı söylenebilir mi?

Veriler şunu söylüyor: İngiltere’nin toplam ticaretinde AB ülkeleri hâlâ büyük bir paya sahip olmasına rağmen, bu oran 15 senedir azalma eğiliminde. Krallık, 2016 yılında 550 milyar avroluk ihracatının 240 milyar avrosunu (yüzde 44) AB ülkelerine yaptı yapmasına ama, 2013 yılına kadar bu oran sürekli düşüyor ve AB dışı ülkelerle olan ticaret hacmi gelişiyordu.


(Birleşik Krallık ihracatı: AB, AB dışına karşı, Kaynak: Fullfact.org)

Yine istatistikler gösteriyor ki, Birleşik Krallık’ın AB’ye yaptığı ihracat 2015’te 230 milyar avroyken, AB ülkelerinin Birleşik Krallık’a yaptığı ihracat 290 milyar avro.


(Kaynak: Office for National Statistics)

Son tablo, Almanya’nın Brexit ve yarattığı siyasi iklime ilişkin tepkisini de anlatıyor. Almanya’nın, AB içerisinde bir Birleşik Krallık’a yaptığı ihracat çok büyük. 2016 yılının üçüncü çeyreğinde, Birleşik Krallık ve ABD’ye yönelik Alman ihracatının keskin bir düşüş yaşamasının Brexit ve Amerikan başkanlık seçimleri ile ilgili olduğu şeklinde değerlendirmeler yapılıyordu. ABD, Almanya’nın en büyük birinci, İngiltere ise en büyük üçüncü ihracat pazarı.

Britanya tekellerinin bir bölümü içinse, AB dışında AB ve ABD ile yeni ticaret anlaşmaları yapmak daha kârlı ve ticaret dengesini değiştirebilecek bir hamle.

RUSYA'NIN 'YIKICI' ETKİSİ

Doğrusu, Rusya ve lideri Putin de, Avrupa'daki "Atlantik etkisi"ni kırmak ya da azaltmak için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar.

Rusya'nın özellikle Avrupa'daki sağ-popülist ve proto-faşist parti/hareketlerle "gönül bağı"nın ötesinde ilişkiler kurmaya başladığı biliniyor. 2015'te toplanan ve "Faşist Enternasyonal" de denebilecek “Uluslararası Rus Muhafazakar Forumu”nun katılımcıları arasında, Avrupa’daki birçok neofaşist partinin yanında Altın Şafak da vardı. Bunun yanı sıra, "Avrasyacılık"ın önde gelen ismi Aleksandr Dugin ile Altın Şafak lideri Mihalolyakos'un mektuplaştığı daha önce ortaya çıkmıştı.

Dahası, Marine Le Pen, 2014 yılında partisi FN'in Rus sermayeli First Czech-Russian Bank'ten 9 milyon avro kredi aldığını kabul etmişti. Ancak Le Pen, bu kredinin "politikaları üzerinde etkili olmadığını" ileri sürmüştü.

Rus bankasından giden kredilerin FN'den ibaret olmadığı da söyşeniyor. Diğer Avrupa partileri arasında Belçika'dan Vlaams Belang, İtalya'dan Kuzey Ligi, Macaristan'dan Jobbik ve Avusturya'dan Özgürlük Partisi de var.

Bunlar işin "akçalı" kısımları. Ancak hiçbir etkisinin olmadığını söylemek mümkün değil. Rusya, dünya kapitalist sisteminin krizini de kullanarak, Avrupa'nın bölünmüşlüğünü kendi kolonlarını yaratarak değerlendiriyor. Sermayenin bir kanadı, Rusya ile en azından bir detantı zorluyor, Rusya ile kavga değil, işbirliği ya da en azından "seviyeli rekabet"i arzuluyor.

KRİZİN SİYASİ BOYUTU DAHA KARMAŞIK

Krizin siyasi boyutunu değerlendirirken, bir şeyi akılda tutmak gerekiyor: ABD ve Avrupa’da gelişen “sistem dışı”, “kurulu düzene karşı” ve çoğunlukla sağ-popülist çizgideki hareketler, bölünmüş emperyalist sistemdeki bir hizbin krizi değil, kapitalizmin genel krizi.

Bu noktayı gözden kaçırmamak, Avrupa siyasetindeki gelişmeleri anlamak için de elzem. Zira, kapitalizmin ulaştığı malileşme ve uluslararasılaşmanın bir tür otarşik modelle aşılabileceğine ilişkin elimizde herhangi bir veri bulunmuyor. Kapitalizmin krizinin yarattığı siyasi bölünmeyi değerlendirirken, iktisadi birikim rejiminin bugünkü durumunu da hesaba katmak gerekiyor.

Tam da bu nedenle, Avrupa’daki bir açıdan gerçek, bir açıdansa suni yarılmayı birbirinden uzaklaşan siyasi akımlar olarak değil, birbirine yaklaşma eğiliminde olan eğilimler olarak görmek daha gerçekçi. Ne demek istediğimizi açalım.

Örneğimiz Fransa. Fransa’daki cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda alınan sonuçlar, birçok yorumcu için “kurulu düzen”in yıkıldığının bir göstergesi. Kurulu düzenden kasıt, muhafazakârlar ve “sosyalistler” arasında pinpon maçı şeklinde süregiden siyasi sistemdi. Bir “parti” bile sayılamayacak nevzuhur bir siyasi hareketin temsilcisi Macron ile proto-faşist denebilecek Marine Le Pen arasındaki yarış, Fransa’da “siyasi merkez”in dağıldığının göstergesi olabilir, doğru.

Ancak siyasetin merkezinin dağılması, yeni bir merkezin kurulamayacağı anlamına gelmiyor. Bunun en büyük göstergesi, Le Pen’in son zamanlarda attığı ve eski “merkez”e yakınlaşma amacı güden kimi adımlar. Örneğin Le Pen, daha “kucaklayıcı” olmak için parti liderliğini bıraktığını açıklarken, dış politikada da daha “dengeli” bir pozisyonun sinyallerini veriyor. Buna “bağımsızlıkçılık” denebilir.

Ancak konu Le Pen ve Fransa’dan ibaret değil. Avusturya’nın sağcı Özgürlük Partisi’nin geçen seneki seçimlerde cumhurbaşkanı adayı olan Norbert Hofer, ilginç bir çıkışla “gerçek ve tamamlayıcı bir birliğe ihtiyacımız var” diyerek AB’ye bağlı olduklarını ilân etti. Aynı partinin lideri Heinz-Christian Strache ise avroyu korumak istediklerini, ancak AB’nin “merkezileşmiş bir Avrupa federal devleti” olmasını istemediklerini kaydediyordu.

Fakat konu tersinden de değerlendirilebilir: The Intercept için yazan Mehdi Hasan, Avrupa’daki sağ-popülist hareketlerin yükselmesinden, merkez-sağ ve merkez-sol siyasetleri sorumlu tutuyor ve bu siyasetlerin onyıllardır yabancı düşmanı ve Len Penvari siyasetleri kullanarak, aslında onları normalleştirdiklerini vurguluyordu.

Bu durum, eski “merkezle” yeni “isyankârların” ortada bir yerde buluşacakları anlamına gelmiyor elbette. Bununla birlikte, Avrupa’daki siyasi restorasyon, bir cephesinde Trump-May-Le Pen (belki bir de Putin!) üçlüsünün durduğu, diğer cephesinde ise Merkel-Schulz (belki bir de Şi Cinping!) ve bilumum AB kurumlarının durduğu bir kadronun sürtüşmeleri ve cilveleri ile gerçekleştirilmeye çalışılıyor.

ABD ve Rusya’nın fırsattan istifade “yıkıcı” faaliyetlerini sürdürdüğü de düşünülürse, kapitalizmin güncel bunalımının Avrupa’ya olan yansımaları, suların durulmasına izin verecek gibi görünmüyor. Birlik’in içinde Almanya’ya yönelik “başkaldırı”nınsa, Fransa örneğinde görüldüğü üzere, bu haliyle işçi sınıfına hiçbir katkısı olmuyor.


Dizinin ilk bölümü:

YARIN 3. BÖLÜM - Emperyalizmin krizini haritalandırmak: Güney Çin Denizi