Emperyalizmin krizini haritalandırmak: Krizin merkezi ABD

soL, dünya kapitalist sisteminin kriz bölgelerini "haritalandırdığı" yazı dizisine bugün başlıyor. Dizinin ilk ayağında, hâlâ dünya egemenliğini sürdüren ama büyük bir krizle de boğuşan ABD'ye bakıyoruz.

Tulga Buğra Işık

Sovyetler Birliği’nin çözülüşüyle birlikte “tek kutuplu” bir dünya yaratmak isteyen ABD, 2008 kriziyle birlikte beklemediği bir çöküş dönemine girmiş oldu. 2008 krizinin merkezinde olan ABD, bu krizi dağıtarak tüm dünyaya yaydı, ancak yine de 2008 öncesine dönüş mümkün olmadı.

ABD Başkanlık seçimleri de, eski ABD Başkanı Barack Obama’nın beklenen “değişim”i gerçekleştiremediğini gösterir biçimde, Donald Trump’ın zaferiyle sonuçlandı. Seçimleri Trump’ın kazanması, Hillary Clinton ile temsil edilen statükonun sürdürülemezliğini bir kez daha göstermiş oldu. Peki, ABD bugün ne durumda? 2008 sonrasında yapılan hamlelerden ne gibi sonuçlar alındı? Trump yönetimi neler vadediyor?

OBAMA DÖNEMİ: CENNET Mİ, CEHENNEM Mİ?

Trump’ın ABD Başkanı olmasıyla birlikte ABD’nin pek çok kentinde kitlesel protestolar yapıldı. Irkçı ve cinsiyetçi söylemleriyle, bilim düşmanlığıyla bilinen Trump, göreve gelir gelmez ABD’nin geniş kesimlerini karşısına almış oldu. Ancak Trump’ın söz konusu söylemleri, ABD yönetiminde bir sapmayı yansıtmıyordu. Tersine Obama döneminde uygulanan politikaların dile dökülmüş halinden başka bir şey değildi.

Obama her ne kadar basın tarafından “ılımlı” olarak yansıtılmaya çalışılsa da, yalnızca 2015 ve 2016 yıllarında ABD’de polisin toplamda 2 bin 238 kişiyi öldürdüğünü hatırlayalım. Öldürülen kişilerin nüfusa oranına bakıldığında, polis cinayetine kurban gidenlerin ezici çoğunluğunun siyah ve Amerikan yerlisi olduğu görülüyor. Üzerinde hiçbir silah olmayan çok sayıda genç, Obama döneminde polis tarafından öldürüldü. Cinayetleri işleyen polislerse, ceza almadan kurtuldu.

Black Lives Matter (“Siyahların Yaşamı Önemlidir”) gibi hareketler, bu dönemde organize olmaya başladı. Obama’nın 8 yıllık yönetimi, ABD’de ırkçılığı azaltamadı. “Siyah Amerika yoktur, Beyaz Amerika yoktur, Latin Amerikası veya Asyalı Amerikası yoktur, Amerika Birleşik Devletleri vardır” gibi söylemlerle iktidara gelen Obama, yönetimi boyunca ırkçılığı bitirecek ciddi adımlar atmaktan kaçındı.

2008 krizinin ardından ABD’de reel asgari ücret önemli ölçüde düşerken, Obama dönemi ABD’de uzun süredir görülen ilk ciddi işçi eylemliliklerine de sahne oldu. Fastfood sektörü medyada en görüleni olmak üzere, pek çok sektörde asgari ücret artışı ve diğer haklar için eylemler yapıldı. Bu dönemde reel ücretlerdeki düşüşle birlikte ABD’de yeniden imalat yapılabilmesinin de önü açılmış oldu. Yani Trump’ın seçmenlerine verdiği en önemli sözlerden birinin, imalatın ABD’ye geri dönüşünün temeli Obama döneminde atıldı. ABD üretimin Çin’den daha ucuz olacağı konuşulmaya başlandı. Bunun sınırları yazının devamında tartışılacak.

OBAMA DIŞ POLİTİKASI BARIŞÇIL MIYDI?

Obama’dan önceki ABD Başkanı George W. Bush, akıllara Irak ve Afganistan işgaliyle kazındı. Bush’un ardından gelen Obama’ysa, barışçıl vaatler öne sürmüştü. Obama, Irak ve Afganistan’dan çekileceğini öne sürüyordu. Ancak gerçekte bunun tersine, Obama döneminde ABD ordusu dünyanın neredeyse her yerinde varlığını artırdı.

Bush döneminde ABD birlikleri ve hava kuvvetleri 4 ülkede operasyon yürütürken (Afganistan, Irak, Pakistan, Somali) bu sayı Obama döneminde en az 7’ye yükseldi (Afganistan, Irak, Pakistan, Somali, Yemen, Libya ve Suriye). 2007 yılında, Bush döneminde kurulan ABD Afrika Komutanlığı (AFRICOM), Obama döneminde etkin hale getirildi. ABD, Afrika’da pek çok kalıcı ve geçici üsse sahip oldu.

Obama yönetiminin yalnızca ilk 6 yılında, dünyaya en az 190 milyar dolar silah satışı gerçekleştirildi. Böylece Soğuk Savaş sonrası yeniden silahlanma yarışının başlangıcı tetiklendi. Reel rakamlar karşılaştırıldığında, Obama yönetimi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra en çok silah satışı gerçekleştiren ABD yönetimi olmuş oldu. Pek tabii, bu satışların ardından dünya daha güvenli bir yere gelmedi. Aksine Üçüncü Dünya Savaşı tartışmaları yeniden alevlendi.

TRUMP KİMİN ÇOCUĞU?

Bu durumda liberallerin Trump’a “üvey evlat” muamelesi yapması da epey tuhaf olmuş oluyor. Trump’ın saldırgan politikaları, İsrail’e ve Suudi Arabistan’a yaklaşımı, Mısır yönetimiyle kurduğu yakın ilişki, ufak sapmalar dışında (Trump’ın İsrail politikalarını benimsemeye daha yatkın olması gibi) Obama yönetimiyle paralellik izler nitelikte.

Benzer biçimde, Trump’ın “post-truth” (“gerçek-sonrası”, “post-olgusal”) siyasetin temsilcisi olması sebebiyle hedef alınması da şaşırtıcı. Gerçeklik algısına ve insan aklına yapılan saldırı, liberal post-modern felsefenin özünü oluşturmuyor muydu? Çok uzun süredir ABD siyasetinin meşruluğunu, gerçekliği bulandırmaya dayalı bu yaklaşım teşkil etmiyor mu? Örneğin; Irak işgali, Afganistan işgali, Libya’ya yapılan müdahale benzer yöntemlerle, “sahte haberler” ile yapılmadı mı? ABD, Soğuk Savaş’ı bu araçlarla yürütmedi mi? Trump’ın Şayrat üssüne yaptığı saldırı da, yine benzer bir temelle sağlanmadı mı?

Trump’ın bilim düşmanı söylemleri ABD kamuoyunda ve basınında tepkiyle karşılandı. Örneğin Trump’ın küresel ısınma için “Çin uydurması” demesi, küresel ısınmanın ABD’nin imalat alanında rekabet edememesi için uydurulduğunu söylemesi ve bilimsel gerçeklere karşı “alternatif gerçekler” üretmesi “bilim yürüyüşü” gibi etkinliklere sebep oldu. Peki, Trump’ın yaklaşımı yeni mi? ABD yönetimleri uzun süredir bilimsel gerçeklikleri görmezden gelerek küresel ısınmanın geri dönülemez seviyelere ulaşmasına sebep olmadı mı? Küresel ısınmayı Trump mı başlattı?

Açıkçası, ABD yönetiminin arası gerçeklikle hiçbir zaman iyi olmamıştı. Bu hatırlatmayı yaptıktan sonra, sorumuz şu olacak; gerçeklerden ne kadar kaçılabilir?

ABD STRATEJİSİ: KRİZİ DAĞITARAK ÇÖZMEK

2008 krizinin ardından ABD, kendi krizini dünyaya yaymanın ve bir anlamda krizi dağıtarak çözmenin yollarını aradı. Bu kapsamda Latin Amerika’da, Ortadoğu’da, Asya’da ve Afrika’da yönetimler istikrarsızlaştırılarak, güç boşlukları oluşturuldu. ABD oluşan bu boşluklara kendisini geçirerek etkisini artırmayı denedi. Buna “başarılı” örnek olarak, Latin Amerika’da Brezilya yönetiminin yoğun çabalarla devrilmesini, yerine ABD yanlısı Temer yönetiminin geçirilmesini ya da Suriye’de 6 yıllık bir sürecin sonunda ABD askeri varlığının ülkeye yerleştirilmesini verebiliriz. Ancak Temer yönetiminin aldığı desteğin kısa sürede %9’un da altına inmesi, Suriye direnişinin devamıyla bölgede güçlü bir İran-Suriye-Rusya-Hizbullah ekseninin oluşması ABD’ye verilen tepkinin, etkiden daha fazla olduğunu gösteriyor.

ABD hamlelerinin daha başarısız örneklerindeyse, açılan boşluk Libya’da ya da Yemen’de (Suudi müdahalesiyle) olduğu gibi uzun çatışmalardan başka bir sonuç vermedi. Afganistan gibi kimi örneklerdeyse, ABD askeri varlığı kendini güvenceye alamadığı gibi, ülkeyi daha da istikrarsız hale getirdi. Taliban, Afganistan’da giderek daha fazla güç kazanırken, Taliban-Rusya yakınlaşması söz konusu olmaya başladı ve ABD yine bölgede kendisine karşı bir blok oluşturmuş oldu.

Güney Çin Denizi’nde de provokasyonlarını sürdüren ABD, attığı düşüncesiz adımlarla Çin’in elini güçlendirdi. Bölgede savaş tehdidi oluşturması, Çin’le bölge ülkeleri arasındaki diyaloğu güçlendirdi. ABD’nin arka bahçesi olan Filipinler, Rodrigo Duterte ile ABD ile arasını açtı.

ABD’nin krizi dağıtarak çözme stratejisi, Obama yönteminde kullanılan gelişkin “akıllı savaş” yöntemlerine karşın, geride çözüm değil, dağınıklık bıraktı. Dağınıklığı toplayamayan ABD, kendisini tekleştiremediği gibi, kendi alternatiflerini ve alternatif arayışını güçlendirdi.

MAYINLI ARAZİ: FED’İN PARA POLİTİKASI

ABD’nin 2008 krizine verdiği yanıtlardan biri de, Fed’in (ABD Merkez Bankası) parasal genişleme politikası olmuştu. Bu politika beklenildiğinden çok daha uzun süre devam etti. Fed’in önceliği, kısa dönemli istihdamın artırılması haline geldi ve bu başarıldı. Ancak düşürülen işsizlik, emek piyasasını daha sağlıklı hale getirmedi. Oluşturulan işlerin büyük kısmı, reel ücretlerin düşmesinden kaynaklı, verimliliği düşük, istikrarsız işlerdi ve Fed’in geri adımı halinde, yaratılan işlerin sürekliliği olmayacağı düşünülüyordu. Nihayetinde parasal genişlemenin yaptığı şey de, 2008 krizini çözmek değil, ertelemek oldu.

Aralık 2015 ile birlikte Fed, parasal genişlemenin sonunu açıkladı, ancak genişlemenin tersine çevrilmesini başlatmadı. Bu durum dolar üzerindeki belirsizliği artırdı. Aynı dönemde Avrupa Birliği’ndeki belirsizliklerin de artması (zamansal çakışma rastlantısal olarak düşünülmemeli), doların görece güçlü kalmasını sağladı. Parasal genişlemenin tersine çevrilmesi, ABD dolarının güçlenmesi anlamına geliyor. Ancak bu Trump’ın hedefleriyle uyumlu değil. ABD’yi yeniden imalat ekonomisi haline getirmek isteyen Trump, ihracat yapabilmek için dolardan yana. ABD’de olası vergi reformunun bütçe açığını artırması da, Fed’in işini zorlaştırıyor.

Dolayısıyla Fed’in para politikasının geleceği, uzun süredir sis bulutuyla kaplıyken, yaşanan yönetim krizi, bu sis bulutunu mayınlı araziyle birleştirdi. Bu durumda Trump’ın başkanlığının ilk günlerinde Beyaz Saray’ı en çok ziyaret edenlerin imalat sektörü ve Wall Street temsilcileri olduğunu görmek şaşırtıcı olmamalı. ABD sermayesinin kafasındaki soruları, Beyaz Saray’ın cevaplayabileceği ise meçhul.

SERBEST TİCARETİN SONU MU?

Seçim kampanyası sırasında serbest ticaretin mevcut haliyle devam edemeyeceğini öne süren Trump, seçimlerden sonra bu konuda önemli tavizler vermek zorunda kaldı. Bunun sebebiyse açık; mevcut ticaret anlaşmalarının ABD’nin ne kadar lehine, ne kadar aleyhine olduğunu sihirli bir değnek değil, ABD’nin elinin ne kadar güçlü olduğu belirliyor. Trump bu sebeple, göreve gelmeden önce “daha iyisini” yapabileceğini öne sürdüğü NAFTA’yı (“Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması”) iptal etmekten vazgeçmek zorunda kaldı. Yalnızca yeni görüşmeler yapılabileceğini söylemekle yetindi.

Göreve gelmeden önce Çin’e karşı saldırgan bir tutum izleyen Trump, ABD Başkanı olmasıyla birlikte karşılıklı zorunlulukların farkına vardı ve hızlı geri adımlarla Çin’le iyi ilişkiler kurmaya başladı. Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ile görüşmelerin beklenenden iyi geçmesi de, Trump’ın “serbest ticareti bitirme” vaadinin havada kaldığını gösteriyor.

ABD, ÇİN’İN YERİNİ ALABİLİR Mİ?

Her ne kadar ABD, mevcut ticaret anlaşmalarında üretim yapmaması sebebiyle dezavantajlı konumda olsa da, Trump’ın imalatı ABD’ye taşıma sözü de, en azından kısa vadede gerçekleşemez. Trump’ın itirazları sonucunda kimi fabrikalar Asya yerine ABD’de açılsa da, Adidas CEO’su Kasper Rorsted, bu konuda açık konuşarak bu kararların “ekonomik” değil, “siyasi” kararlar olduğunu söylüyor. Rorsted, üretimlerinin %97’sinin Asya’da olduğunu vurgulayarak, sadece kendilerinin değil, imalat sektörünün tamamının Asya’da kalacağını, tersinin “mantıksız” olduğunu söylüyor.

Çin’in 2001’de Dünya Ticaret Örgütü’ne girmesiyle birlikte, büyük şirketlerle Çin arasındaki bağ ve karşılıklı “güven” daha da güçlenmişti. ABD’nin yüzlerce milyon işçi sağlayan ve dünyanın imalat ihtiyacını karşılayan büyük altyapı yatırımları halihazırda yapılmış Çin’le işgücü veya lojistik olarak yarışması mümkün değil. Çin’de 250 milyon civarında ücretli işçi bulunduğunu hatırlatırsak, bu durum gözler önüne konmuş olur. Üstelik ABD yönetimi, asgari ücret artışı taleplerini karşılamazsa, çok ciddi sorunlarla karşılaşacak. Reel ücretlerin düşüşünün sürmesiyle birlikte işçi eylemlerinin daha da artması kaçınılmaz.

Üstelik Kanada’nın sert çıkışlarını da aklımızda tutmak zorundayız. Kanada Başbakanı Justin Trudeau, Trump’ın NAFTA’yı iptal etme tehditlerine karşılık, bu durumun Kanada’ya nasıl yarayacağını açıklayarak, ABD’nin anlaşmanın iptalinden uzun vadede yararlanacak olsa bile, “kısa ve orta vadede büyük acılar yaşayacağını” belirtmişti. Trump’ın ABD’nin serbest ticaretteki rolünü bitirmesi durumunda, pek çok ABD’li şirket merkezini Kanada’ya taşıyacaktır. Kısacası, ABD, Çin’in yerini alamaz, fakat Kanada, ABD’nin yerini almaya istekli görünüyor ve ABD’nin yanlış adımları sürerse, bunu başarabilir.

ABD’NİN İKİ SORUNU: VERGİ VE SAĞLIK REFORMU

ABD Başkanı Donald Trump, kapsamlı bir vergi reformu konusunda uzun süredir vaatlerde bulunuyor. Trump’ın şirketlerden alınan gelir vergisini, %35’ten %15’e çekeceği söyleniyordu. Ancak bu reform, sağlık reformuyla derinden bağlantılıydı. Donald Trump, başkanlığa gelmesiyle birlikte bir “sağlık reformu” aracılığıyla, mevcut haliyle bile çok kötü olan ABD’nin sosyal sağlık sistemini, neredeyse tamamen ortadan kaldırmayı denedi.

Trump, bu reformu yapabilseydi, çok sayıda insan sağlık sigortası kapsamından çıkacak ve böylece vergi reformu için gereken kaynağın önemli bir kısmı yaratılmış olacaktı. Ancak Trump, Cumhuriyetçi Parti içerisindeki muhalifler sebebiyle sağlık reformunu onaylatmayı başaramadı. Böylece vergi reformu da büyük oranda hayal olmuş oldu. Trump’ın yeni önereceği vergi düzenlemesine “reform”, demenin çok zor olacağı söyleniyor.

Bunun anlamıysa, Trump’ın sermayeyi memnun edemeyecek olması ve ABD’nin dünyadaki yerinin daha da istikrarsız hale gelmesi. Aslında Trump’ın sağlık reformunun onaylanması halinde de, işler kolay olmayacaktı. Reformun onaylanmasının, kitlesel eylemleri tetiklemesi bekleniyordu. 337 milyar dolar kaynak sağlaması beklenen reform, 24 milyon insanı sigortasız hale getirecekti ve ABD yönetimi için bir çıkış yolu olmaktan çok uzaktı.

ABD Başkanlık seçimleri, bizzat ABD istihbarat kuruluşları ve üst düzey isimler tarafından “Rusya müdahalesi” iddialarıyla gölgelenmiş, Trump’ın meşruluğu göreve gelmesinden itibaren sorgulanmaya başlamıştı. Trump’a yakın çok sayıda isim, bu sebeple görevden uzaklaşmak zorunda kalmıştı. ABD “derin devleti”, Trump’ın Rusya ile temas kurmasını engellemişti. Trump’ın güven vermek için attığı adımlara rağman (Şayrat saldırısı gibi), Trump’ın görevden alınması Cumhuriyetçiler tarafından bile tartışılmaya devam ediyor. Vergi ve sağlık reformuysa, tartışmanın ertelenmesine sebep oluyor. ABD basını, bu iki başlığın çözülmesinin ardından, Trump’ın “ABD Başkanı olma yetkinliğinin” yeniden tartışmaya açılacağının işaretlerini veriyor. Bu durum Clinton’ı destekleyen kimi kesimlerin, Trump ile nihai uzlaşma sağlayamayacağına dair ipuçları veriyor.

KRİZİN KABULLENİLMESİ VE YARATTIĞI İMKANLAR

Tüm bunlardan sonra Trump’a kalan, krizi bir anlamda “kabullenmek” oldu. NATO’nun tarihinin geçtiği söyleminden geri adım atan Trump, süremeyeceği açık olan statükonun “mecburi” idarecisi haline geldi.

ABD yönetimi ve desteklediği güçlerin yaşadığı ve yarattığı çatlaklar, anti-emperyalist hareketlere büyük olanaklar sunuyor. Kendisini restore edemeyen düzen, yalnızca kriz bölgelerini çoğaltıp yeni direniş odakları yaratıyor. ABD’nin tek kutuplu olduğu dünya sisteminin sonunun, kapitalizmin sonuna çevrilmesiyse, ancak emperyalizmin krizini doğru eksenlere oturtarak çözümleyecek komünist hareketlerin yükselişiyle mümkün.  Emperyalizm, yaşanan krize çözüm bulamayıp, krizi derinleştirdiği ve yaydığı sürece, devrimler çağına açılan kapı daha da aralanacak.


YARIN 2. BÖLÜM - Emperyalizmin krizini haritalandırmak: Kurtarılamayan Avrupa