Avrupa’da restorasyonlar ve illiberal demokrasiler

Bazısı “rayından çıkan” liberal demokrasileri, bazısı devrilmeye yüz tutan liberal demokrasileri uyumlu hale getirmek için İber Yarımadası’ndan Doğu Avrupa’ya kadar uzanan bir hatta başlayan bir restorasyon dalgası bu. Ayrıca her yerde “demokrat” yüzünü göstermek zorunda değil.

Erman Çete

Avrupa için işaret fişekleri daha önceden atılmaya başlanmıştı. Geçen Aralık ayında, hayret verici bir şekilde suskunlukla karşılanan bir ABD inisiyatifi başlatıldı. İnisiyatifi, ABD’nin önemli düşünce kuruluşlarından Carnegie Endowment toplantısında açıklayan kişi, ABD Sivil Güvenlik, Demokrasi ve İnsan Hakları Bakan Yardımcısı Sarah Sewall’du. Konuşma nedeni ise, Uluslararası Yolsuzlukla Mücadele Günü’ydü.

Sewall, yolsuzluğun uluslararası bir sorun olduğu, ABD’de de bununla yüzleştikleri, yolsuzluğun ekonomik etkileri ve bunun insan hakları ve güvenlik açısından yarattığı sorunlar gibi klişeleri sıraladıktan sonra sadede geldi: Bütün bunlar, ABD’nin çıkarlarını da riske atıyordu.

Ve daha sonra, yolsuzlukla mücadele için masaya özelleştirilmiş araçlar getirecek kuruluşları sıraladı: ABD Dışişleri Bakanlığı, Uluslararası Narkotik ve Yasa Koruma Bürosu, USAID, Hazine Bakanlığı, Adalet Bakanlığı vs.

Tam bu sırada, Macaristan’daki “yolsuz” yetkililere ABD’ye giriş izni vermediklerini söyleyen yetkili, beklenen açıklamayı yaptı: Orta ve Doğu Avrupa’daki onlarca ABD büyükelçiliği yolsuzlukla mücadele reformlarını desteklemek ve onlarla işbirliği yapmak için “harekat planı” hazırlıyordu.

ABD’nin bu çıkışına, bekleneceği üzere ilk tepki Macaristan’ın sağcı başbakanı Viktor Orban’dan geldi. Orban, okyanus ötesindeki gücün milyon dolarlar harcayarak egemen ve bağımsız ülkelerin içişlerine karışacağını ilan ettiğini vurguluyordu. Macar lider, daha da ileri giderek, ABD’nin esas hedefinin, Trans-Atlantik Ticaret Yatırım Ortaklığı Programı (TTIP) konusunda Avrupa’nın çekincelerini ortadan kaldırmak olduğunu öne sürdü.

İLLİBERAL DEMOKRASİLER
Macaristan’ın “pilot ülke” seçilmesinde ise şaşırtıcı bir taraf yok. Üst üste seçim kazanarak anyasayı değiştiren ve Macaristan’ın Sovyetler Birliği sonrası “iki partili” sistemini revizyona uğratan Fidesz’e ve icraatlarına göz yuma Avrupa Birliği ile ABD, geçen sene Viktor Orban’a karşı zımni bir kampanya başlattı.

Aslında tartışmayı başlatan, daha doğrusu “kaşınan”, Orban’ın kendisi oldu. Orban, yıllar önce Fareed Zakaria’nın yazdığı “İlliberal Demokrasilerin Yükselişi” başlıklı ünlü makaleye atıfla, 2014 yılında yaptığı bir konuşmada, Macaristan’da ulusal kurumlara dayanan bir illiberal demokrasi inşa etmek istediğini söylüyordu. Orban’a göre, 2008 küresel ekonomik krizi, liberal demokratik devletlerin küresel olarak rekabet edebilir olmadığını göstermişti. Macar lider, bu illiberal demokrasilere örnek olarak Singapur, Çin, Hindistan, Rusya ve Türkiye gibi ülkeleri gösteriyor ve kendi Avrupa Birliği üyeliklerinin illiberal demokrasi inşasına engel olmayacağını umduğunu vurguluyordu.

Avrupa’nın kalanı açısından da önemli olan nokta ise, Orban’ın ekonomiye dair söyledikleri. “Refah toplumları”nı, “istihdam/çalışma toplumları”na dönüştürmek istediğini söyleyen sağcı lider, daha önce de enerji şirketleri ve bankalarla başa çıkabilmek için merkezi kontrolün artması gerektiğini belirtmişti. Orban, “borç köleliği”nden kurtulmak ve Macaristan’ı “AB’nin sömürgesi” haline getirmemek için uğraşıyordu. Orban, toplumu düzenlemede liberal metot ve ilkelerle dünyaya liberal yoldan bakmayı terk etmekten bahsediyordu.

BATI TEPKİSİ SERT
Batı basının bu konuşmaya tepkisi sert oldu. Örneğin Washington Post’ta editörler kurulu imzasıyla çıkan bir yazıda, Orban’ın lobicilerinin yıllardır Batı’yı “Macaristan’ı yanlış anladıklarını,” Orban’ın aslında komünizmin kalıntılarını sildiğini söyleyerek kandırdığını söylüyor ve tavır almaya çağırıyordu. Post, Orban’ın “günahları” arasında şunu da sayıyordu: Özel ya da yabancı sermayeyi töhmet altında bırakan devlet güdümlü iktisadi popülizm.

Bitmedi. 22 Mayıs 2015 tarihinde, Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker, Riga’da yapılan bir AB toplantısında, Macaristan Başbakanı Viktor Orban’ı “Merhaba, diktatör” diyerek selamlıyor ve “şaka” olsun diye ona tokat atıyordu. Reuters’ın “Orta Avrupa’da ‘illiberal demokrasi’ ile yüzleşmek” başlıklı makalesinde ise, Juncker’ın hareketi oldukça hafif bir biçimde “ortodoks olmayan bir karşılama” olarak nitelendiriliyordu.

ALMANYA'NIN KUMARI
Orban’ın illiberal demokrasi salvosunu karşılayanlardan birisi de Angela Merkel oldu. Merkel, Budapeşte’de Orban ile görüştükten sonra “demokrasi liberaldir, illiberal olmaz” diye kestirip atarken, yüklü miktarlarda ekonomik anlaşmalar imzalamayı ihmal etmiyordu. Macaristan’ın “turuncu” muhalefetinin Merkel’den demokrasi dilenmesi, pek işe yaramamışa benziyordu.

İddiaya göre, Fidesz’in Avrupa Parlamentosu’ndaki en büyük merkez-sağ grup Avrupa Halk Partisi’ne (EPP) üyeliği, AB’nin Orban’a yönelik baskısını azaltan bir işlev görüyordu. Ancak AB içindeki bazı kaynaklar, Fidesz’in EPP üyeliği sayesinde Merkel’in bu partiye baskı uygulayabildiğini ve Orban’ın “Vladimir Putin’in kollarından kurtulmasına” yardımcı olduğunu ileri sürüyor.

Democracy Digest’te çıkan bir makalede ise, Macaristan’da Orban’a karşı yapılan eylemlerin neden başarıya ulaşamadığına dair bir Stratfor araştırmasından alıntı yapılıyor ve “yabancı hükümetlerin desteği”nin önümüzdeki dönemde çoğalacağına dikkat çekiliyordu.

RESTORASYON KUŞAĞI
Örnekler çoğaltılabilir. Örneğin geçtiğimiz Şubat ayında New York Times’a bir yazı yazan Thomas Friedman, 2006 yılından bu yana demokrasinin “resesyonda” olduğunu ileri sürüyordu.

Stanford Üniversitesi’nde tuhaf bir meslek, “demokrasi uzmanlığı” yapan Larry Diamond, Friedman’ın aktardığına göre, 2000 yılından bu yana çöken 25 demokrasi keşfetmişti. Artık demokrasiler de ekonomiler de gibi çöküyordu.

Yukarıda uzun uzun Macaristan’dan hareketle bahsettiğimiz Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin krizi, tek başına bu ülkelerin dış politika çizgisinin Rusya’ya meyletmesiyle ilgili değil. Buradaki krizin ana kaynağı, Sovyet sonrası dünyada oturtulmaya çalışılan siyasi/ideolojik yapının sürdürülemez hale gelmiş olması. Macaristan böyle, Makedonya böyle, hatta Yunanistan’dan İspanya’ya uzanan Akdeniz ülkeleri de böyle… Sağcı/muhafazakar/liberal parti ile sosyal demokrat/merkez sol parti arasında kurulan anti-komünist denge, özellikle 2008 krizi ile birlikte tamamen çöktü.

Tam da bu noktada, James Petras’ın dikkat çektiği bir noktayı hatırlamakta fayda var. Avrupa’nın Almanya hariç tümünde, kemer sıkma karşıtı hareketler, bir tür “orta sınıf” kastlaşmasına ve bunların eski güzel günlere yönelik özlemlerine dayanıyordu. Bu hareketler, klasik bir sağ-sol ayrımından ziyade, popülizmin araçlarını kullanıyor; ancak esas olarak siyaset alanının kendisini depolitize ediyor, siyaseti bir tür “siyaset olmayan”a dönüştürüyordu. Petras’ın “solcu olmayan solun yükselişi” ve "Güney Avrupa siyasetinin radikal yeniden yapılandırılması" gözlemine eklenmesi gerekenlerden bir tanesi budur.

Bir diğer dikkat edilmesi gereken gelişme ise, ABD'nin Avrupa sınırları içerisinde kendi hukukuyla operasyon yapma hakkı elde etmiş olmasıdır. FIFA operasyonunda bu duruma bir tek Rusya dikkat çekti. Orta ve Doğu Avrupa'da yolsuzlukla mücadele programı da, ABD'nin gizli saklı değil, gayet açık bir şekilde Avrupa içerisine müdahale etme isteğini gösteriyor.

ANTİ-SİSTEMİK HAREKETLER
Diğer eklemeyi ise, yine başka bir malumatfuruş marksist vesilesiyle yapabiliriz. Daha SYRİZA iktidara gelmeden önce, geçen Aralık ayında İspanya’da bir panele katılan Perry Anderson, 70’li yıllarda Arrighi ve Wallerstein tarafından ortaya atılan “anti-sistemik hareketler”in, günümüzde iki versiyonu olduğunu söylüyordu: Sağ ve sol. Avrupa’da sağcı ve radikal sağcı hareketleri “radikal biçimde anti-neoliberal” olarak tanımlayan Anderson, ilginç bir duruma dikkat çekiyordu: Sağdan ve soldan gelen hareketler birbirine yakınsayan siyasi gündemlere sahiplerdi. Ve Anderson’a göre, sağdaki anti-sistemik hareketler, soldakilere göre (SYRİZA, Podemos ve 5 Yıldız) daha çeşitlilik arz ediyordu.

Anderson, bu hareketlerin “karizmatik liderlere ihtiyaç duyduğunun altını çiziyordu. Çipras, Iglesias, Grillo, Le Pen… İngiliz marksiste göre bunun nedeni yalnızca “siyasetin postmodern şahsileştirilmesi” değildi; sorun bu hareketlerin örgütsel kaynaklarının kıtlığıydı. Anderson’un bir başka gözlemine göreyse, anti-sistemik sağ ile solun ortak noktaları, kemer sıkma karşıtlığı ve ulusal egemenlik hakları.

Konuşmasının sonunda, Perry Anderson bir de itirafta bulunuyordu: “Dürüst olmak gerekirse, Podemos ve SYRİZA, anti-sistemik sağcı pozisyondan daha az radikal şeyler söylüyor.”

EMPERYALİZMİN MÜDAHALESİ
Anderson’un bu tuhaf duruma müdahale için önerdiği stratejiyi buraya almayacağım. Ancak, “bu anti-sistemik sağa faşist deme hatasına düşmeyelim” şeklinde bir akıl yürüttüğünü geçerken söyleyeyim.

ABD açısından Avrupa sorunu, artık bu yaşlı kıtayı tek bir cephe halinde tutmayı başaramıyor oluşu. Bunu, Yunanistan’da yaşıyoruz. Geçen hafta ABD basınında yer alan Yunan müzakereleri yazılarına bakılırsa, ABD, Almanya’nın Yunanistan’ı bu kadar hırpalamasından rahatsız. Financial Times, Washington Post gibi önemli yayınlar, Atina’nın Rusya’nın kucağına ittirildiğini, toplumsal bir patlamaya doğru gidilebileceğini söyleyen yazılarla dolu. Bunların bir bölümü abartı olabilir; ancak ABD’nin kontrolü yitirmekten korktuğu ve cepheyi tahkim etmekte zorlandığı açık.

Soğuk Savaş sonrası yerleştirilen neoliberal statükonun göstere göstere patladığı ilk yer Yunanistan’dı. Ancak bu “yeni dünya düzeni”nin krizi, başka krizlerle de birleşince karmaşık bir sorunlar yumağı ortaya çıkıyordu: Ortadoğu’da, bizzat Soğuk Savaş statükosunun kendisi sürdürülemez hale gelmişken, 2008 krizi patlak verdi. Charlie Hebdo saldırısını Ortadoğu’ya ve FIFA’ya yönelik operasyonu Avrupa’daki restorasyon girişimlerine bağlayan da, bu sürdürülemezlik hali.

Ancak ortada henüz bir “master plan” yok. Dahası, ABD’nin, 2. Dünya Savaşı ertesinde yaptığı gibi, har vurup harman savuracağı bir Marshall Yardımı yapacak iktisadi gücü de yok. Yine James Petras, bu sefer ABD’nin Küba ile yumuşama arayışına ilişkin yazdığı bir makalede bu noktaya dikkat çekiyordu. Emperyalizm hem demokrasi havucunu, hem de askeri darbe/işgal seçeneğini gündemde tutuyor, bu tamam. Ancak demokrasi ihracını tutarlı bir ekonomik büyümeyle takviye edecek durumda değil.

O nedenle, yolsuzlukla mücadele ile Avrupa demokrasisini rayına oturtmaya çalışırken, Baltık’taki iğrenç milliyetçi rejimleri besliyor, bölgeyi patlamaya hazır askeri bir üs haline dönüştürüyorlar. Uzun lafın kısası, Avrupa’nın restorasyonu, nefes almayı değil, savaşı çağırıyor. Balkanlar’dan Doğu Avrupa’ya uzanan hattın, bu kadar askeri yığınağı kaldırabileceğini düşünmek için saf olmak gerekiyor.

Yukarıda bahsettiğimiz şu siyaset alanının depolitize edilmesi, siyaset kurumuna haklı güvensizliğin popülizm ve siyasetin/iktidarın kendisinin reddilmesi ile sonuçlanması, komünist siyaset açısından da netlik ayarı yapmayı sağlıyor. Başka bir yazıya kalsın; fakat dünya komünist hareketinin bu hal ve şartlarda yapması gereken stratejiyi inceltmekten ziyade, kalınlaştırmak, onu görünür hale getirmek...