Antibiyotik direnci ve DSÖ’nün açmazı

Akif Akalın

Blog: Sınıfın Sağlığı

Antibiyotik direnci iklim değişimi, mültecilik, yoksulluk gibi “insanlığın” karşı karşıya olduğu en önemli güncel sorunlardan biridir. Sorun çok boyutludur ve Sınıfın Sağlığı okurları daha önce antibiyotik direncinin farklı boyutlarına dikkat çeken makalelerimizi anımsayacaklardır.

Kapitalizm, emperyalizm, sınıf ve Ebola? başlıklı makalemizde, yaşam boyunca yalnızca birkaç kez kullanılacak bir antibiyotik yerine, ömür boyu kullanılacak bir antidiyabetik ilaca yatırım yapmanın daha “karlı” olduğunu, fakat bu süreçte sadece ABD’de her yıl antibiyotiklere dirençli bakterilere maruz kalan 2 milyon insandan 23 bininin yaşamını yitirdiğini yazmıştık. Büyük ilaç şirketlerini sosyalleştirin başlıklı makalede ise hastanelerin ve hayvancılıkla uğraşanların antibiyotik direncinin ilerleyişini yavaşlatmak için alabileceği bazı önleyici adımlar olduğu, ancak bu girişimlerin yaklaşan kıyameti geciktirmekten fazlasını yapamayacağı belirtilmişti. Bu makalemizde antibiyotik direnci ile kapitalist besicilik arasındaki ilişkiyi ve Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) sorunun bu boyutuna yaklaşımını ve açmazlarını tartışacağız.

BESİCİLİK VE ANTİBİYOTİK DİRENCİ
Antibiyotik direncinin başlıca nedenlerinden biri uygunsuz besicilik uygulamalarıdır. Süreç şöyle gelişir: Büyükbaş hayvan besiciliğinde en önemli maliyet unsuru yemdir. Besi çiftliklerinde maliyetlerin azaltılması için hayvanlar daha ucuz olan nişastadan zengin yemlerle beslenirler. Bu tür uygunsuz beslenme sığırlarda karaciğer apsesi gelişmesine neden olur. Besiciler buna karşı önlem olarak hayvanlara tylosin (makrolid grubu bir antibiyotik) verirler. Bu besici için büyükbaş hayvanları uygun beslemekten daha ucuz bir “çözümdür”. Böylece besici maliyetini azaltır. ABD’de büyük sığır besicilerinin yüzde 70’inden fazlası 160 günlük besi döneminde sığırlarında karaciğer apsesi gelişmesini önlemek için tylosin kullanmaktadır.

Araştırmacılar tylosin kullanılan sığır ve domuz gibi büyükbaş hayvanlar üzerinde yaptıkları çalışmalarda makrolid grubu antibiyotiklere dirençli enterokok ve streptokoklar saptamışlardır. Bu besicilerin ürünlerini tüketen insanlar, protein gereksinimlerini karşılarken antibiyotiklere dirençli mikroorganizmalara da maruz kalmaktadır. Dirençli mikroorganizmaların insanlarda enfeksiyon oluşturmaları durumunda, normalde bu mikroorganizmalar üzerinde etkili olabilecek antibiyotikler beklenen etkilerini gösterememekte ve sonuç ölümcül olabilmektedir.

DSÖ BUGÜNE KADAR NELER YAPTI?
Geçtiğimiz ay toplanan Dünya Sağlık Meclisi’nin 68. oturumunda ele alınan başlıklardan biri de antibiyotik direnciydi. “Hazırlık, sürveyans ve yanıt” başlığı altında 22 – 25 Mayıs 2015 tarihlerinde tartışılan konuya ilişkin WHA68.7 sayılı karar alındı. İsterseniz alınan kararları tartışmadan önce sürece bir göz atalım.

DSÖ milenyuma girilirken antibiyotik direnci vakalarının hızla artmasının ciddi bir “halk sağlığı” sorunu olduğunu ve “küresel bir tehdit” oluşturduğunu kabul ederek, 2001 yılında antibiyotik direncinin sınırlandırılmasına/önlenmesine yönelik küresel bir strateji oluşturdu. Antibiyotiklerin akılcı kullanımı, ilaçlara dirençli tüberkülozun önlenmesi ve kontrolü için kararlar aldı. 2011 yılında Dünya Sağlık Günü’nde soruna bir kez daha dikkat çekildi. 2013 yılında Antimikrobiyal Direnç Üzerine Stratejik ve Teknik Tavsiye Kurulu oluşturuldu. Son olarak da geçtiğimiz yıl Küresel Antibiyotik Direnci İzlemi raporu yayınlandı. Peki, bu girişimlerin sorunun çözümüne anlamlı bir katkısı oldu mu? Ne yazık ki bugüne kadar bu konuda çok ümit verici bir haber duyamadık.

DSÖ ÇÖZÜM İÇİN NE ÖNERİYOR?
DSÖ antibiyotik direnci ile mücadele etmek için Küresel Eylem Planı taslağı hazırladı. Taslak üç düzeyli bir eylemlilik tarif ediyor: tek tek üye ülkeler, DSÖ Sekreterliği ve uluslararası ve ulusal ortaklar düzeyinde yapılacaklar sıralanıyor. Planın beş ilkesi var: (1) tek-sağlık yaklaşımı dahil bütün toplumun angajmanı, (2) önceliğin önleyiciliğe verilmesi, (3) mevcut ve yeni antimikrobiyal ilaçlara eşit erişim ve uygun kullanım, (4) sürdürülebilirlik ve (5) uygulama için hedeflerin kademeli olarak arttırılması.

Ayrıca planda hedefler tanımlanmış: (1) etkin iletişim ve eğitimle farkındalığın arttırılması, (2) izlem ve araştırmayla bilgi ve kanıt tabanının güçlendirilmesi, (3) etkin sanitasyon, hijyen ve enfeksiyon önlem tedbirleriyle enfeksiyon insidansının azaltılması, (4) insan ve hayvan sağlığında antimikrobiyal ilaçların kullanımının optimize edilmesi ve (5) bütün ülkelerin gereksinimini hesaba katan sürdürülebilir yatırımlar için ekonomik çerçeve geliştirilmesi, yeni ilaçlara, tanı araçlarına, aşılara ve diğer girişimlere yatırımların arttırılması.

DSÖ’NÜN SORUNA YAKLAŞIMI
Aslında sağlık veya tıp alanında herhangi bir eğitimi olmayan, lise düzeyinde eğitimli biri yukarıdaki Besicilik ve Antibiyotik Direnci başlığımız altındaki iki paragrafı okuduğunda, sorunun özünün hayvanların uygunsuz beslenmesi olduğunu anlayacaktır. Eğer hayvanlar ucuz olsun diye nişastadan zengin beslenmeseler karaciğer apsesi sorunu olmayacak ve besiciler tylosin kullanmak zorunda kalmayacak, sonuçta en azından bu yoldan antibiyotik direncine bir katkı gerçekleşmeyecektir.

Oysa DSÖ’nün Küresel Eylem Planı’nda bu konuya hiç değinilmemektedir. DSÖ üye ülkeleri besi hayvanlarında enfeksiyonları azaltmak için aşılamayı teşvik etmeye ve Dünya Hayvan Sağlığı Örgütünü rehberlerini aşılamadaki yeni gelişmeleri içerecek şekilde güncellemeye davet etmektedir. Yoğun endüstriyel besin üretiminin hastalıklara ve dolayısıyla antibiyotik kullanımı gereksinimine yol açması üzerine tek söz etmekten kaçınan DSÖ, yalnızca Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütünü üreticileri besicilikte iyi uygulamaları benimsenmesini desteklemeye çağırmaktadır.

DSÖ ÇÖZÜM İÇİN NELERİ ÖNER(E)MİYOR?
DSÖ’nün “uzmanlarının” sıradan bir lise mezununun dahi görebileceği gerçeği, antibiyotik direncine uygunsuz besicilik uygulamalarının katkı yaptığını görememesi, anlayamaması mümkün müdür? Sorunu DSÖ uzmanları yerine sokaktan birkaç kişiyle tartışsaydık muhtemelen çözüm için şunları önerirlerdi: (1) hayvanların uygun beslenmesi, (2) barınaklardaki hayvan sayısının azaltılması ve (3) besicilerin rutin olarak antibiyotik kullanma nedenlerinden biri olan sütten erken kesme uygulamasına son verilmesi. Peki, DSÖ uzmanları neden bunları öner(e)miyor?

Bu öneriler besicilik boyutunda antibiyotik direncine çözüm olabilecek ve dolayısıyla insan sağlığını iyileştirebilecek, fakat aynı zamanda besicilerin maliyetlerini arttıracak önerilerdir. DSÖ önceliğini “insan sağlığına” veriyor olsaydı, öncelikle hayvanları aşılamak yerine uygun beslenmelerini önerirdi. Oysa DSÖ’nün önceliği insan sağlığı değil, besicilerin “karıdır”. DSÖ bu nedenle besiciler için ek maliyet getirebilecek herhangi bir öneride bulunmamakta, hayvanların uygunsuz beslenmelerini ve bunun sonucu karaciğerlerinde apse gelişebilecek olmasını veri (değiştirilemez bir durum, “fıtrat”) kabul etmekte, bunun üzerinden hayvanların aşılanması yoluyla sorunu “hafifletmeye” yönelik tedbirler önermektedir.

SORUNLARIN ANASI KAR AMAÇLI ÜRETİM
Aslında yalnızca antibiyotik sorununun değil, günümüzde insanlığın karşı karşıya kaldığı bütün sorunların anası üretimin amacının “kar” oluşudur. İş adamları ve iş kadınlarının mal ve hizmet üretmekte önceliği toplumun gereksinimlerini karşılamak değil, ürettikleri mal ve hizmetler üzerinden kazanç sağlamaktır. Besicilikte de durum böyledir. İş adamı veya iş kadını sektöre toplumun et (hayvansal protein) gereksinimini karşılamak için değil, insanların et gereksinimleri üzerinden kazanç sağlamak için girmektedir. Bu nedenle işe giriştiği günden itibaren kazancını arttırabilmek için maliyetleri azaltıcı tedbirler almaya başlamaktadır.

Besicilik işine giren bir iş adamı veya iş kadını “ölçek ekonomisi” (economies of scale) gereği elindeki hayvan barınaklarına olası en fazla sayıda hayvanı doldurmaya çalışmaktadır. Hayvanlar için eziyet anlamına gelen bu koşullar, aynı zamanda hayvan ve dolayısıyla insan sağlığı için de bir tehdittir. “Doğal” ortamlarda kendiliğinden bir araya gelemeyecek kadar çok sayıda hayvanın oldukça dar alanlarda toplanmasının, çağımızın diğer bir sorunu olan ölümcül grip salgınlarının ana nedenlerinden biri olduğu bilinmektedir.

Besicilik işinde ikinci büyük maliyet yemdir. İş adamı veya iş kadını hayvanların beslenme maliyetlerini azaltabilmek için hayvan ve insan sağlığını tehlikeye atmaktan kaçınmamaktadır. Anımsanacağı gibi İngiltere’de ortaya çıkan ve buradan dünyaya yayılan deli dana hastalığı da besi maliyetlerini azaltma çabasının bir ürünüdür. Yine iş adamı veya iş kadınları kazançlarını arttırmak için hayvanlarını sütten erken keserek başka sorunlar yaratmaktadır.      

Bütün bu sayılanlar işin “doğası” olarak kabul edilmektedir. Kapitalist toplumlarda sermayenin hizmetindeki politikacılar, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları ve medya iş adamlarının ve iş kadınlarının insan sağlığını tehdit eden uygulamaları karşısında sessiz kalmayı ve bu uygulamaların olumsuz sonuçlarını telafi edebilecek öneriler getirirken, iş adamları ve iş kadınlarına ek maliyet getirmeyecek önerilerde bulunmaya özen göstermeyi tercih etmektedir.  Yoksa örneğin antibiyotik direnci sorununun çözümü için sokaktaki insanların önerebileceği “gerçek” çözümlerin, bu alanda ders veren profesörlerin ve bilim insanlarının aklına gelmeyebileceği düşünülemez.

GERÇEK ÇÖZÜM ÜRETİMİN TOPLUMUN GEREKSİNİMLERİNE GÖRE ÖRGÜTLENMESİDİR
Yalnızca antibiyotik direnci sorununda değil, insanlığı tehdit eden bütün sorunlarda gerçek çözüm üretimin amacının kar olmaktan çıkartılmasıdır ve toplumun gereksinimlerine göre örgütlenmesidir. Bu durumda besicinin “kar kaygısı” olmayacağından, maliyetleri azaltmak için hayvanları insanlık dışı şartlarda barındırmak, insan ve hayvan sağlığını tehdit edecek uygulamalar içine girmek gibi girişimlere özenmeyecektir. Hayvan besiciliğinin bir yatırım ve kar alanı olmaktan çıkartılması, bu alanda insan ve hayvan sağlığını ve iyiliğini önceleyen politikaların geliştirilmesinin önünü açacaktır.

Peki, üretimde maliyetlerin azaltılması da toplumun yararına değil midir? Elbette yararınadır ve bilim insanları, politikacılar ve meslek örgütleri elbette üretim maliyetlerinin düşürülmesi için çaba göstermelidir. Fakat bu çabalar asla insanların sağlığını ve güvenliğini tehdit etmemelidir. Herhangi bir maliyet azaltıcı tedbir öncelikle insan sağlığı ve güvenliği bakımından değerlendirilmeli, eğer sağlık üzerine olumsuz bir etkisi yoksa uygulamaya alınmalıdır. Bu da üretim araçları üzerinde özel mülkiyete son verilmesiyle mümkündür.

Günümüz sorunlarına üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son verilmesini içermeyen hiçbir çözüm önerisi bilimsel ve gerçekçi değildir.