Latin Amerika savaşa mı gidiyor?

Obama göreve gelişiyle dünyanın her yerinde olduğu gibi Latin Amerika’da da yarattığı olumlu beklentiyi çabuk tüketti. Kolombiya ve Panama’daki üsler, 4. Filonun yeniden bölgede dolaşmaya başlaması ve Honduras’ta yaşananlar sonrasında, hele Eva Golinger’in önemli yazılarının yayınlanmasından sonra kıtanın üzerinde savaş bulutları dolaştığını söylemek için bir yetenek gerekmiyor.

Ama…

Bu faktörleri üç eksen etrafında toplayabiliriz: İlk eksen kıta ülkelerinin iç dengeleri, yani bu ülkelerdeki sınıf mücadeleleridir. Bu, özellikle devrimci iktidarların devrimi ileriye götürme konusundaki başarılarını da kapsadığı ölçüde önemlidir. Kıta ülkelerinin kendi aralarındaki entegrasyon, işbirliği çabaları ya da çatışmalar ise ikinci eksen olarak tanımlanabilir. Kıta ülkelerinin başta emperyalist müdahaleler olmak üzere dünya ile ilişkilerini ise üçüncü eksen olarak sayabiliriz.

Savaş konusuna bakmak için bu eksenlerle birlikte bir de ön kabul ile başlamak gerektiğini düşünüyorum. Kıtada savaş ancak emperyalizmin inisiyatifiyle gündeme gelecektir. Kıtanın devrimci iktidarlarından hiçbirinin bir savaşa girişmek için nesnel nedeni yoktur. Yani savaş olacaksa bir emperyalist savaş olacaktır.

Bu eksenler içinde bir belirlenim ilişkisinden söz edilecekse, kendi adıma ve “son kertede”nin altını kalınca çizdikten sonra belirleyici olanın ilk eksen olduğunu söyleyebilirim. Son kertede önlemi, örneğin içinde yaşadığımız dönemde “emperyalizmin bir içi mesele” olduğu önermesini de içeriyor. Ve bu açıdan hayati önem taşıyor.

Buraya kadar söylenenleri somutlamak için şunu söyleyebiliriz. ABD’nin kıtadaki bir ülkeye kendisinin doğrudan müdahalesi sadece son çare olacaktır. Çünkü dünya ekseni sadece kıta için değil ama ABD’nin kendisi için de belirleyici eksenlerden birisidir. Ve şu anda Obama’nın arka bahçesinden daha önemli sorunları vardır. Ayrıca ABD’nin kıtaya doğrudan bir işgalci olarak dalması kıtada zaten zirvelerde gezen “yanki” düşmanlığını taşıracaktır. Bütün bu söylenenlerle birlikte, kıtada devrimci iktidarlara yönelecek her savaşın en önemli gücü her durumda perde arkasındaki ABD olacaktır.

Bu durumda kıtadaki savaşın en azından görüntüde iki kıta ülkesi arasında olması beklenebilir. Bu söylendiği anda herkesin aklına gelenin Kolombiya’nın bir punduna getirip Venezuela’ya saldırması olduğu çok açık.

İkinci önemli savaş gündemi ise iç savaşlardır. Bolivya bu denemenin ilk akla gelen hedefi olsa da Venezuela’dan Honduras’a kadar devrimci bir halk hareketinin bulunduğu tüm ülkeler için bu tehlikenin gözden uzak tutulamayacağı açıktır. Bu başlıkta da arka plan ABD tarafından şekillendirilecektir. Kıtadaki bir savaşın nedeni de sonucunu belirleyen de asıl olarak ilk eksendeki gelişmeler olacaktır. Diğer iki eksendeki gelişmelerin sürecin bütününe katkısını belirleyecek olan da bu, yani sınıf mücadeleleri eksenindeki gelişmeler olacaktır.

Küba tarihi burada söylenenleri açıklamak için iyi bir örnek oluşturmaktadır. ABD’nin Küba’ya saldırmasının nedeni çok açık ki Küba Devrimi’nin antiemperyalist ve sosyalist karakteridir. Yani Küba’da emperyalizme karşı bir hamle yapılmış, kapitalizme bir tokat atılmış, ABD de buna karşılık olarak Küba’yı yok edilecek bir düşman olarak ilan etmiştir. Ama Küba’nın 50 yıldır direnmesini sağlayan da Küba’nın sosyalizmde aldığı yol olmuştur. Dünyanın her köşesinden Küba’ya gelen desteklerin çok önemli olsa da hayati olmadığı en azından son 20 yılda birçok kez ispatlanmıştır. Ayrıca Küba’nın kıtadaki devrimci iktidarlarla dayanışmasının temelinde de Küba’nın sosyalizmde aldığı yol olduğu çok açıktır.
Küba devrimci iktidarlara sadece akıl ve “ruh” değil gerçek anlamda sağlık, eğitim de vererek o iktidarlarla eşit bir ilişki inşa edebilmiştir.

Bu eksenlerin her birinde iki uç olduğu açık. Yani her eksenin karşılıklı tarafları var. Sondan başlarsak dışarıda bir yanda kendi içlerinde sorunlar olsa da bu konuda bir bütün olarak ele aldığımızda çok yanlış yapmış sayılmayabileceğimiz emperyalist ülkeler var. Bunların karşısında ise asıl olarak kendi çıkarları ve hedefleri için bu emperyalist ülkelerle bazı başlıklarda karşı kutupta yer alan örneğin Çin ve Rusya gibi ülkeler bulunuyor. Bu ülkelerin Latin Amerika’yı ABD ve AB ile bir rekabet alanı olarak görmeleri ve global stratejik mücadelede bu bölgede tutulacak pozisyonun önemi açısından, genel olarak bölgeye ve özel olarak bölgedeki devrimci iktidarlara destek olan bir yaklaşım içinde bulundukları bir vakıa olmakla birlikte bu desteğin tek başına emperyalist saldırılara karşı koymayı sağlayabilmekten çok uzak olduğu açık. Kaldı ki söz konusu ülkeler farklı farklı sebeplerle kendileri de emperyalizmin tehdidinden azade değiller.

İkinci eksen, yani kıta ülkelerinin kendi aralarındaki ilişkiler birçok açıdan hayati önem taşıyor. Bunun en önemlisi hiç şüphesiz içinde bulunduğumuz döneme ruhunu verenin Fidel olmasıdır. Fidel ve sosyalist Küba, kıtadaki devrimci yükselişin her noktasında hayati bir rol oynuyor. Bu ilişkinin karşılıklı olması, yani örneğin Venezuela’nın Küba’ya destekleri sayesinde Küba’da sosyalizmin ileriye doğru gidişini sürdürmesi de sürecin devrimci yönünü pekiştiriyor.

Eksenin diğer ucunda ABD kuklaları bulunuyor. Bunlar arasındaki ilişkiler ve bu iktidarların kendi ülkelerindeki durumu... Mesela Kolombiya söz konusu olduğunda FARC çok önemli bir başlık olmakla birlikte şimdilik bir başka yazıya bırakılırsa, bu eksenle ilgili sıcak tartışma konusu, ABD karşısında devrimci iktidarların yanında yer alan reformist iktidarların durumu, öne çıkan figür de Lula oluyor.

Türkçesi latinbilgi.net’de bulunabilecek olan son yazısında Wallerstein’in de tartıştığı başlık için yukarıda oluşturmaya çalıştığımız eksenler açısından ne söylenebilir? Birinci eksende Lula’nın konumunun ne kadar bizden yana olduğu bellidir. Lula bir reformisttir. Lula’nın bu özelliğinde yalnız olup olmadığı, reformizmin Latin Amerika’da yaşanan güncel süreçteki anlamı, reformizmin bir söylem sorunu olmak ötesinde neyi içerdiği, örneğin burjuvazi karşısındaki tutumları açısından reformcu hareketlerle devrimci hareketler arasında neden bu kadar büyük bir yakınlık olduğu gibi sorulara yanıt arama ihtiyacı bu eki çıkarma nedenlerimizdendir. Ve her biri ayrı çalışmalarda ele alınacaktır. Ama onlara gitmeden şunu söyleyebiliriz: Brezilya’nın dünya ekonomisindeki yeri ve Lula iktidarının biraz da emperyalist ülkeler karşısında elini güçlü kılmak için devrimci iktidarlar yanında yer almakta gösterdiği ısrar, onun kıtadaki devrimci süreç için önemini kendi ülkesindeki sınıf mücadelesi açısından bulunduğu konumun çok ötesine taşımıştır. Bunun anlaşılması için önümüzdeki seçimlerde Brezilya İşçi Partisi yerine rakibinin kazandığında olabileceklerin düşünülmesi yeterli olacaktır.

Bu konuları tartışmak için bir ek çıkartmaya yeni başladığımız düşünüldüğünde şimdilik burada bırakabiliriz.

Bitirirken savaş bulutları için şunu tekrarlamak istiyorum: Emperyalizminin saldırılarını etkisiz kılacak tek şey kıtada devrimin ileriye doğru yol alması olacaktır.

Oğuz Kavala