Eksik evler kitabı: Terk Divanı

babam
ah sözleri gencecik olan babam
senin ve ölümün oğluyum

Mesut Aşkın’ın kısa bir süre önce Chiviyazıları Yayınevi’nden çıkan “ Terk Divanı” nı okuyorum.

Heybetli bir duygu yoğunluğuyla ve yer yer dağınık düşüncelerle şiirler içinde yolumu ararken dibe kadar çöktüğümü fark ediyorum. Priamos’un Truvalılara ağlamayı yasak ettiği o yıllarda yaşamak istedim bir an. Çünkü kalbime yüzlerce darağacı kuruldu, yüzlerce ip sallanıp durdu. Ölümle yaşam arası “hem açılan hem kapanan / o kapıda” ne çok üzünç yılları ne çok isyan halleri biriktirmişiz, fakına varmadan. Çoğu zaman bıçağın ağzında, az bir zaman mutluluğun kıyısında. O yüzden insanın dünya üzerindeki serüveni hep eksik yaşanmış günlerin toplamıdır. Yani insan ömrü, bitirilemeyen işlerden söylenemeyen sözlere kadar yarım yazılan öykülerden ibaret.

Anne kucağını özlemenin yaşı yok. Babalar hep bir dağdır, dağlara yaslanmanın da yaşı yok.

O kucak soğuduğunda ve o dağlar yıkıldığında anlıyoruz ki, artık büyümesi gereken de bir yaşımız var. Yalnız ve tek ayaküstüne. İşte asıl orada başlıyor odaların, evlerin ve sokakların ıssızlığı. Üstümüze kapanan kapılar, soframızdan eksilen bir bardak, bir adam, bir kadın ve “şol” yanımızdaki bütün ölüler. Her ne kadar şair “göğe bak / anlarsın / bir turgut uyar / vardır” diye beni teselli etmeye çalışsa da, zamanı geriye sardıkça “göğün iyiliği” bile içimdeki ormanın uğultusunu susturamıyor. Büyük yaralara ve sonsuz bir boşluğa doğru bakıp duruyoruz şimdi şairle.

al bu göğü pencereden
bugün her şey bitti
yazan yalnızlaşıyor
masada ben
masadaki ben
ya bu göğü al pencereden
ya bu sayfayı

söz yalnızlaşıyor

“Terk Divanı”, yitirilmişlerin ve ardından upuzun yas tutanların insancıl çığlıklarıyla yüz yüze gelen şiirlerden oluşuyor. Ölüm teması, bütün şiirlerin bedenine ve ruhuna sızarak aradığı derinliği oymakla meşgul. İmgeler buğulu, dizeler tepeden tırnağa yara bere içinde.

Çünkü ölüler giderken her şeyini de alıp götürürmüş diyor şair. Zamanı bile. Şairin divanından kimler gelip geçmiyor ki anne, baba, ağabey. Sonra arkadaşları, yoldaşları ve dünyanın bütün iyi insanları. Şairin, “bıktım artık/ her gün / sizin için / kendimde / ölmekten” serzenişiyle Rilke’nin, kendi hayatımızı yaşamaktan zorlanacağımız günlere doğru sürüklendiğimize dair söylediği “kendi hayatını yaşamak kadar seyrekleşecek böyle ölümler” sözü arasında bir bağ kurmaya çalışsam da, olmuyor. Çünkü ölümün bizi kuşatma biçimi kılıç kadar keskin ve bir o kadar da derinleştirici.

“Terk Divanı”nı okuma günlerime denk gelen “Soma Cinayeti”, Okmeydanı’nda devlet güçleri tarafından vurulan iki insan ve “Rojava Katliamı” her gün, her saat “kendime ölme” nedenlerimden birkaçıydı sadece.

İşte tam bu noktada Mesut Aşkın’ın dizeleri ile yaşamın gerçekleri arasında gidip geliyorum ve üşümekle yanmak arası bir çizgide duraklıyorum. Çünkü kitaptaki şiirler, yaşamını tamamlamamış aksine bütün süreci kendi evrimi ve diliyle yeniden anımsatıyordu. Dışarıdaki dünya ile kitaptaki sözlerin birebir örtüşmesi düşünsel şiirin gücünü de hissettiriyordu bana. Büyük bir yüreklilikle “ işte yaşayan şiir bu” diyorum ve Ramallah’taki yara kanatlı kuşlardan Haziran Direnişi’ndeki ölü çocuklara kadar evrensel bir dilin hüzünlü sesiyle savrulup duruyorum.

sana kış getirdim terlemiş
atların içinden
dağılmamış nar getirdim
kaldır kirpiklerini

kardan atlara bak
a çocuk

narın içinde seni sana
tek getirdim

Mesut Aşkın, “kardan atlar” şiirini genç yaşta aramızdan ayrılan şair Doğan Ergül’e adamış. Genç ölümlerin geride bıraktığı boşluk, “terden ve tuzdan” yapılmış evler kadar iç sıkıntılı.

Ergül’ün “gidiyorum leylekler kadar ömrüm beyaz / gelincikler için dağlarım, uykusu tuz kardan oyuncaklarım / ey nar dağıl! / sana güz sana güz gerek” dizelerine yedi göğün uzağından cevap veriyor şimdi şair arkadaşı. Şiirde ölümün sessiz tanıklığından öte gürül gürül bir özlemin ve yarım kalmış bir yürüyüşün de isyanı var. Üstelik bazı ölümler uzaklığın bilgisi değil anımsandıkça çoğalan sevgilerin adı oluyor. Narın dağılışındaki umut, atların diriliğindeki güç, imgesel boyutta ete kemiğe bürünmüş bir arkadaşlık sevgisinin şiir olma halidir. Doğan Ergül’ün yaşamına yetişemedim ama yakın dönemlerde kaybettiğimiz Ahmet Erhan ve Adnan Azar’ı düşündüm bir an için. Zaman zaman şiirin bizi buluşturduğu günleri ve karşılıklı edilmiş sözlerin yüzümüzdeki sıcaklığını anımsadığımda, Mesut Aşkın’ın “kardan atlar” şiirinin hissettirdiği duyguları birebir ben de yaşıyordum. Evet, ölüm bütün çıplaklığıyla aramızda dolanıyor, yakınlarımızı, sevdiklerimizi alıyordu. Buna rağmen şiirlerle kurduğumuz aracılık devam ediyor ve güçlü bir avunma duygusu yaratıyordu.

Hangi şiirini okusam, hangi sözüne eğilip baksam, kitapta bir dize var ki dönüp dolaşıp ona geliyorum yine: “babasız kaldığınız gün büyürsünüz” diyor ya, bu dizeye yaslanıp kalıyorum uzun bir süre. Dizenin arkasında büyük bir dünya var. Sözün duygu alanından gerçekliğe geçişi de bir o kadar ağır üstelik. Yaşamın kokusu anne ise, “göğün büyüdüğü yuva” babadır. Babalar, çocuklarını gizliden gizliye sever. Gözü, kulağı ve yüreği üstlerindedir daima. İşte böyle bir varlıktan yoksun kalınca insan, o zaman anlıyor babasının kapladığı alanın büyük ve tarifsiz olduğunu. Bu dize ile kesintisiz bir bağ kuruyorum sürekli. Ve anlıyorum ki benim babam da eski bir işlikten toprağa sızan uzun boylu bir adamdı.

Mesut Aşkın, kitabın girişinde “Yunus”un diliyle sesleniyor bütün yitirdiklerine. “Ol bu kitap hayata verilmiş bir yanıt değil, sorunun içinde sorulmuş bir sorudur” diyerek. Bağışlanmayı değil hesap soracağı günü bekleyerek. Bunu Tanrı ile bir çeşit yer değiştirme oyunu gibi algılıyorum. Çünkü “soru insana aittir ve vardır.”

“Terk Divanı”, acıların en büyüğüne adanmış. Erkenci bir abiye…
“Ölüler ordusunun biricik neferi canım abim Arslan Aşkın’ın ‘ol’ ömrü için, içim…”

Ne diyebilirim ki daha.
Susmaktan ve içimi dipsiz bir kuyuya boşaltmaktan başka.

uzun boylu bir adam
kalk kalk bitmek bilmiyor
ne vakit birinin kalbine girsem
ayaklarım hep dışarıda kalıyor

[email protected]