Ayaklanma ve Sosyalizm

Kenti, doğayı, akarsuları, denizleri, velhasıl, el atılmamış, boş, atıl olarak değerlendirdiği her şeyi metalaştırmayı hedefleyen bir iktidar partisi.

Yalnızca para kazanmayı, paradan para kazanmayı hedeflediği, aksini “verimsizlik”, “iş bilmezlik” olarak nitelediği için.

Açık ki bu dünya görüşünün arkasında, birazcık toplumsal yarar analizi yapmaya çalışanların tümünü “iki koyunu bile güdemezler” diye aşağılayan bir gelenek var.

Gelecek nesillere bırakacaklarımız, bu konudaki toplumsal sorumluluklarımız umurlarında bile değil.

HES’leriyle, taş ocaklarıyla, kentlerin ortasına dikecekleri sayısız AVM’leriyle, nükleer santralleriyle, “daha çok, bana da” diye haykıran arsız tüketim hırslarıyla.

Oysa yapmamız gereken şey, bugünkü tüketim alışkanlıklarımızın, toplumsal ürünlerden yararlanma açısından mevcut eşitsizliklerimizin sorgulanması. Bunu hem gelecek kuşaklara bırakmak zorunda olduğumuz doğal çevre hem de bugün yoksulluğa, açlığa mahkum edilmiş kardeşlerimiz için ve en azından ahlaki bir gereklilik olarak başarmak zorundayız.

Onların kar hırsıyla, insani duygularımız ve toplumsal sorumluluklarımız arasında bir çelişki olduğu apaçık.

* * *

Kadını aşağılayan, eve kapatmaya, çalışma yaşamından uzaklaştırmaya çalışan, onu erkeği ayartan cinsel ve kapatılması gerekli bir nesne olarak tanımlayan ve bu konudaki bütün eleştirileri kutsallara hakaret olarak yargılayan gerici bir siyasi görüş.

Sorgulanamaz olarak nitelediği, apriori kutsal olarak tanımladığı ve böyle yaparak aklı aşağılayarak yücelttiği kendi inanç sistemini dayatmaktan başka bir şey bilmediği için.

Oysa kadının kurtuluşu, evdeki sorumluluklarından, geleneksel olarak üzerine yıkılmış aile içi görevlerinden sıyrılmasıyla, daha doğrusu bu iş bölümünü tanımlayan dinci-geleneksel ve piyasacı toplum yapısının değiştirilmesiyle ilişkilidir. Ve bu durum Türkiye’de daha fazla derecede böyledir.

* * *

Toplumun üzerine dini kurallardan oluşan bir yönetim sistemini geçirmeye çalışan bir hükümet.

Dinden uzaklaşmayı, her tür günahın, suçun nedeni olarak gördüğü ve herkesi dininin kurallarına uymak mecburiyetinde tuttuğu için.

Oysa dini kuralların toplumsal yaşama yön vermesi ile bilimsel ve sosyal gelişme, düşüncenin ve aklın özgürleşmesi, refah düzeyinin yükselmesi, gelirin artırılarak eşit biçimde paylaştırılması arasında çok önemli bir çelişki var.

Toplumsal aidiyet hissinin geliştirilmesi için de, vatandaşların kendilerini yaptıkları işe verebilmeleri için de en fazla derecede muhtaç olunan zemin adil ve eşitlikçi politikalardır oysa ki.

Adalet de, eşitlik de bilimden yararlanmayı, üretilenin gereksinimler ve emek ölçütleri zemininde paylaştırılmasını, eşitlik için hak aramayı gerektirir. “Elindekinin %3’ünü paylaş” kuralı yalnızca eşitsizliklerin meşrulaştırılmasına, hakkın yok edilmesine yarayabilir.

* * *

Yakın coğrafyasından başlayarak Afrika’nın ortalarına kadar kafasındaki İslami yönetim modelini yaygınlaştırmayı temel hedefi olarak belirlemiş bir dış politika vizyonu.

Dünyanın büyük patronları böyle istiyor diye, ancak büyüklerle iyi geçinildiğinde bu rekabetçi dünyada ayakta kalınabileceğini düşündüğü ve yine, İslami yönetim tarzının, tek geçerli birlikte yaşama modeli olduğuna hükmettiği için.

Oysa, nasıl ulaşılacağı konusunda büyük görüş farklılıkları olsa bile, barış içinde birlikte yaşama herkesin öncelikli isteği. Ötesinde, bu isteğe bugünkü politik enstrümanlarla ulaşılamayacağı, hele hele Türkiye dış politakalarının en kirli savaşlara yol açtığı, Suriye örneğinde olduğu gibi, o kadar açık ki.

* * *

Halk doğaya, kente, farklı inanç sistemlerine, kadına, komşu ülkelere ve uluslara, değişik etnik kimliklere, barışa saygı, eşitlik ve adalet istiyor.

Haziran halk ayaklanmasının arkasındaki motivasyon budur.

Yağmaya karşı antikapitalizm ve sermaye için değil halk için yönetim farklı inanç sistemlerinin sorunsuzca birlikte yaşayabilmesi için, laik ve inancı-dini birey ile tanrısı arasına özelleştiren bir toplumsal yaşam tarzı barış için her zamankinden daha fazla derecede “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi, ama bunun için her şeyden önce antiemperyalist bir politik çizgi farklı etnik yapıların kardeşçe bir arada yaşayabilmesi için yine antikapitalist ve antiemperyalist bir zeminde halkçı, planlamacı bir öz yönetim modeli.

Yukarıdaki asgari koşullar, ülke olarak içine sıkıştırıldığımız kısır döngüyü aşacak bir doğrultu belirleyebilmek açısından savunulması gerekenler olarak beliriyorlar.

Ancak bir de yeter koşul gerekiyor: Bütün bunların içine yerleştirileceği, bütün bunların ancak O’nun içinde birbirlerini ve O’nu da geliştirerek özgürce var olabilecekleri bir politik bağlam.

Einstein’ın 1949 yılında “Neden Sosyalizm ?” başlıklı makalesinde yaptığı yukarıdakine benzer bir dizi tartışma sonrasında belirttiği gibi: “Bu kötülüklerden kurtulabilmenin tek bir yolu olduğuna inanıyorum sosyal amaçlarla yönlendirilmiş bir eğitim sistemi eşliğinde sosyalist bir ekonomi sisteminin yer edinmesidir.”

“Gerçekçi” olmayı, CHP ve Cumhuriyet paradigmasıyla yetinmeyi önerenlerin, cumhuriyet paradigmasının içinde hayat bulan, örneğin, laikliğin başına 95 yıl sonra gelenlere bakarak hiç olmazsa biraz daha öz eleştirel olmaları geremez mi ?