Lütfü Savaş'ın kendini diğer (AKP'li) belediye başkanlarıyla kıyasladığı sözlerini bir itiraf, bu itirafın da bir fırsat olarak görülmesi gerektiğini düşünüyorum.

Sosyal demokrat belediyecilik?

Depremde neredeyse yerle bir olan Hatay'ı 2009'dan bu yana yöneten Belediye Başkanı Lütfü Savaş'ın, kendisinin istifasını isteyenlere karşı cevaben söylediği 'Ben istifa edeceksem diğer 10 belediye başkanı da istifa etmeli.' sözlerini, yerelden evrensele uzanan bir gerçeğin açık bir yansıması olması açısından elimizde eşi benzeri bulunmaz bir örnek olarak görebiliriz. Hangi gerçekten mi bahsediyorum? Siyasetteki aynılaşmadan, seçeneksizlikten...

Seçimlerin ne zaman, hangi şartlarda yapılacağı ve kimin kazanacağını tartıştığımızın binde biri kadar da olsa keşke seçimlerin neleri değiştireceğini, değiştirebileceğini tartışabilsek. Keşke diyorum zira günümüz siyasetinde seçimlerin bir değişim getirme ihtimalini geçiyorum, değişimi tartışmaya açma ihtimali bile yok.

İkinci Dünya Savaşı sonrası Sovyet blokuna karşı batı Avrupa'da yaratılarak güçlü sendikaların örgütlü olduğu sosyal demokrat ve işçi partileri eliyle dağıtılan refah, ABD merkezli programların sonucuydu. Burada amaç Sovyet ve sosyalizm tehdidine karşı (80'ler sonrası misliyle geri alınacak) birtakım tavizler verip bir alternatif sunarak piyasacılığın alan hakimiyetinin sağlanmasıydı. Kapitalizmin bir nevi, "Sosyalizm gelecekse onu da biz getiririz" temalı güç gösterisi...

Sonrasında yaşananları biliyoruz: İşçi sendikaları güçsüzleştirildi, partiler aynılaştırıldı, kitle tabanları apolitikleştirilip örgütlenmeleri çözüldü ve ardından da verilenler yıllar içinde teker teker geri alındı. Birbirine birçok anlamda denge unsuru yaratan iki kutuplu dünyanın ortadan kalkması, kitleler nezdinde başka bir yaşam biçiminin mümkün olduğunu ispatlama iddiasını görünür olmaktan çıkarıp, gölgeledi.

Duvarın yıkılmasının yarattığı entelektüel şiddet dünyayı sarsarak yeniden şekillendirdi. Bugün dünyanın dört bucağında ana akımın büyük çoğunluğunu oluşturup, farklı görüşte göründükleri halde aynı şeyleri söyleyip aynı düşünceleri savunanları yalnızca ufak ton farkları ayırıyor. Esas farkı görmek ve göstermek ise iğneyle kuyu kazmaktan daha zor. Zira gerçeği propagandadan ayıracak ayrıntıların peşinde koşanlar, mürekkebi kovayla alıp etrafa saçanlarla savaşmaya çalışıyor...

Bu bakımdan Lütfü Savaş'ın kendini diğer (AKP'li) belediye başkanlarıyla kıyasladığı sözlerini bir itiraf ve yerelden evrensele uzanan bu gerçeği gösteren bir pusula olduğunu; bu itirafın da bir fırsat olarak görülmesi gerektiğini düşünüyorum. Böyle düşünmemin sebebi de, onun bu sözleri 'depremde yıkılan diğer 10 şehirdeki belediye başkanları ne yaptıysa ben de aynısını yaptım, farkımız yok' anlamında söylediğine ve çok haklı olduğuna inanmam. Önce AKP'li sonra CHP'li Lütfü Savaş başta olmak üzere diğer 10 ilin biri CHP'li diğerleri AKP'li belediye başkanlarının yaptıkları ya da yap(a)madıkları hemen hemen aynı; zira hepsinin ortak yanı, aynı paralel fikri düzlemde olmaları.

Veli Göçer vardı, ismini ülkedeki herkes bilir... 1999 depreminin günah keçisi ilan edilmiş, tüm ülkenin gözü önünde çarmıha gerilerek hapse girmişti. Gelinen noktada hiçbir şeyin değişmediğini görüyoruz. İşte Lütfü Savaş da tam olarak bu depremin günah keçisi olarak ilan edilmek istendiğinin bilincinde olup buna karşı çıkarak herkesin aynı olduğunu ve kendisi çarmıha gerilse dahi hiçbir şeyin değişmeyeceğini, farkında olmadan da olsa itiraf etmiş bulundu. Veli Göçer müteahhit değil de Belediye Başkanı olsa o zaman muhtemelen aynı savunmayı yapardı. Bugün binası yıkılan müteahhitler veya şehirleri yıkılan belediye başkanları da sosyal medyada Erdoğan'la mı yoksa Kılıçdaroğlu'yla mı fotoğrafı olduğu fark etmeksizin, yakın çevrelerine aynı şeyi söylüyor olmalı...

Sahi, küçük ton farklılıkları dışında fark nerede?

Sorular, sorular...

Aslında Lütfü Savaş, 'Ben suçluysam herkes suçlu.' demekte haklı. Diğer 10 Belediye Başkanı arasında birden fazla kez seçilen başkası var mı bilmiyorum ama, (CHP'den partilisi Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Zeydan Karalar'ın daha ilk dönem belediye başkanı olduğu ve yapacaklarının dikkatle izlenmesi kaydını düşerek devam edecek olursak) kendisinin bir dönem AKP'den, iki dönemden bu yana da CHP'den toplam üç defa seçildiği ve altında imzası bulunan izinlerle ya da yap(a)madığı denetimlerin de etkisiyle yerle bir olan şehrin yıkılmasındaki tek sorumluluk kendisinde midir acaba?

Neredeyse haritadan silinen Antakya depremin yıkıntıları altında kalmışken, bu şehri ve merkez ilçesini 14 yıldan bu yana yöneten zatı AKP'den transfer edip 'sosyal demokrat' olarak pazarlayarak şimdi yıkıntıların arasında kaybolan on binlerce Hataylıya umut olarak sunan CHP'nin, duvar yıkıldıktan sonra neoliberalizmin, üçüncü yolun ve benzerlerinin kuyruğuna takılarak kitleleri seçeneksiz bırakan partilerden ne farkı var diye sorsak? Bu soruların yanıtlarını biliyoruz ve dolayısıyla ne sosyal demokrat bir belediyeciliğin diğer belediyeciliklerden, ne de Lütfü Savaş'ın diğer belediye başkanlarından bir farkı olmadığı sonucuna ulaşmamız hiç de zor olmuyor.

Yok eğer tersini düşünen varsa, yani CHP'li belediyelerin, sadece Başkanların kişisel haysiyet ve çabaları sayesinde değil de, partinin kurumsal kimliği sebebiyle diğer partilerden farklı olduğunu iddia edenler varsa hala, onlara sorulacak soru da şu: Depremden itibaren 20 gün geçmiş olmasına rağmen, adı geçen şahsın 15 yıla yakın yönettiği Hatay'ın depremle yerle bir olması sebebiyle, kendisine şu ana kadar partisinden kim neyin hesabını sormuş? Bu saatten sonra olur da parti içi disipline sevk edilse ya da istifası istense, bunun partinin kurumsal etik kuralları gereği değil de tepedekilerin yüzünü kurtarmak için olacağını herkes fark etmedi mi?

Geçmişte ya da günümüzde görev yapan belediye başkanları hangi partiden seçilmiş olursa olsunlar ve ak, milliyetçi ya da sosyal demokrat fark etmeksizin hangi tür belediyecilik yaptıklarını söylerlerse söylesinler, ülkemizde belediyecilik, kamu erki kullananların servet biriktirmelerinden başka bir anlama gelmiyor. Bu iddialı sözü kayda geçirmemin nedeni ise seçilen ya da atanan her yöneticinin (yüzde biri bile bulmayan istisnalarla birlikte) orantısız bir şekilde kendileri ya da yakınları aracılığı ile zenginleşmiş ya da hala zenginleşiyor olmaları. Sadece Erdoğan ya da genel iktidar erkini kullananlarda değil, aynı zamanda yerelde de hemen her şehirde bu ve buna benzer servet birikimleri, herkesin gözleri önünde yaşanıyor. (Tabii siyasi partileri suçlamak bir yana, necip milletimizin ise her defasında, isimleri değişse de aynı siyasi düzlemdeki partilere ve onların gösterdiği adaylara oy vermesi, aksi gibi dürüst Başkanların ikinci kez seçilememeleriyle meşhur olması da ayrıca incelenmesi gereken bir psikolojik vaka olabilir.)

Günümüzde mesele tek tek bireylerin çürümesiyle açıklanamayacak kadar derinde. Çürük olan, insanı korumak yerine onu sömürmeyi hedefleyen bu düzenin ekonomi politiği. Yerel ya da genel iktidar aracılığı ile yapılan soygunları kişisel olarak değerlendirmek ve ahlaki düzlemde açıklamaya çalışmak bizi meselenin özünden uzaklaştırır.

Biriken enerjinin fayları kırıp depremi yarattığı nasıl da çıplak bir gerçek ise, buna karşı dayanaklı yapı üretmeyen, bunu denetlemeyen ve iş işten geçtikten sonra birbirini suçlayan siyasetçilerin deprem bölgesinde fotoğraf vererek acıyı paylaşıyor görünmeleri de aynı çıplaklıkta bir ikiyüzlülük. Çünkü bu düzeyde bir deprem ülkemizin hangi bölgesini vurursa vursun yaratacağı yıkım şimdikinden daha az olmayacak. Çünkü bütün bir ülkenin bina stoğu, aynı ülke yönetimi ve siyasetçileri gibi kalitesiz. Bunun en önemli sebeplerinin başında da, 1980 askeri darbesiyle egemen hale getirilen düzende, o günden bu yana ANAP, DYP, SHP, CHP, DSP, MHP, AKP isimleriyle iş başına gelen, dereleri, ormanları, meraları yok ederek servet biriktirmeye dayalı bu fikri düzlemin, yarattığı yıkımın çoğu bu talana dayalı doğal afetlere karşı bir çözüm üretmesini beklemek saflıktan da öte bir şey olmalı!

Başa dönerek bağlayacak olursak, seçimler ne zaman yapılır ve hangi ittifak kazanır sorusunun binde biri kadar da olsa seçimler neyi değiştirir, değiştirecek diye tartışmaya, konuşmaya başlayabilirsek eğer, çoğunluk için daha mutlu bir geleceğin kapsısını arayabiliriz.

Böyle düşünüp, bunu umut etmemin nedeni ise fikirlerin canlı olduğuna ve biz onları besledikçe de büyüyeceklerine inanmam...