Futbol ve futbolculuğu yeniden keşfetmek: Masumiyet ve yanılgı

Gündemden düşmeyen başlık: Futbol ve futbolcular… Romantik çağdan kalma, arkaik bir olgu mu ya da hâlâ çocukların en büyük düşü mü? Futbola duyulan masumca bir sevgi midir hâlâ var olan, yoksa artık alınıp satılan ve sektörleşen bir yanılgıdan mı ibaret? Akademisyen-yazar Safter Elmas, yeni çıkan kitabı “Bi Futbolcu Olursak... / Futbolda Profesyonellik, Sınıf Atlama ve Hayal Kırıklığı” adlı…

İsmail Sarp Aykurt – Erdem Sokat

Futbol, hâlâ birçok insanı etkileyen ve heyecanlandıran toplumsal bir olgu olmayı sürdürüyor. Ancak futbol, çocukluğumuzun sade ve basit bir oyunu olmaktan artık çok uzaklarda…

Futbolcu olmak ise her coğrafyada olduğu gibi Türkiye’de de bir sınıf atlama ve statü kazanma hedefleriyle biçimlenen bir profesyonel işe dönüşmüş durumda. Genç, hatta ergen futbolcu adayları için bir "çocukluk hayali" olmayı sürdüren futbolculuğu ve bunun yanılsamalarını akademisyen-yazar Safter Elmas ile konuştuk.

Elmas, futbolun ve futbolculuğun çıkışının "kapitalizmi aşmak" ile geleceğini vurguluyor ve ekliyor; futbolcu günümüzde "düğünde kalabalık taziyede yalnız" bırakılmış sosyal bir nesnedir artık…

Öncelikle merhaba. Sizi çok kısa bir süre önce yayımlanan "Bi Futbolcu Olursak... / Futbolda Profesyonellik, Sınıf Atlama ve Hayal Kırıklığı" adlı kitabınızdan biliyoruz. Ancak kitaba, futbol ve futbolcuya dair konuşmadan önce, kendinizi nasıl anlatmak istersiniz?

Bir akademik kimliğim var.  Marmara Üniversitesi Spor Bilimleri Fakültesi’nde çalışıyorum. Burada sporun hem sosyolojik hem de psikolojik sorunlarına dair araştırmalar, makaleler, bilimsel kongrelerde bildiriler sunmak gibi faaliyetler yürütüyorum. Genel olarak bu minvalde aslında.  Yaşantımın yoğun bir zaman dilimi buna ayrılmış durumda. Bunun haricinde de kitap çıktı. Bunun heyecanı, hem öncesi hem de şuan ki süreci ile birlikte bayağı bir yoğun tempoda ilerliyor.

Kitabınızı ilk açtığımızda, bir öykü ile karşılaşıyoruz. ‘Kırmızı Otomovil’ isimli bir gerçek hayat öyküsü bu. Sizin, çocukluğunuzun öyküsü… Doğduğunuz yıllardaki futbol ile şimdilerin futbolu arasındaki farka dair de kimi mesajlar içeriyor. Bu öykü ile birlikte futbolu biraz aktarmak ister misiniz bize?

Eski ve yeninin farkının temelinde şu var. Eskiden bizim futbol oynayabileceğimiz yerler vardı. Bu, en temel belirleyici aslında. Çünkü kentleşme denilen olgunun kendisi yaşam alanlarının içerisinde bulunan futbol alanını da tahrip ediyor. Kentleşme ile beraber konutlaşma, konutlaşma ile beraber de güvenlik yapılaşma ve güvenlikli yapılaşmadan sonra da belli kesimlerin daha da o kentin dışına çıktığı bir dünya var oluyor. Bu, o kesimin de dışarıda kaldığı yerleri de kapsıyor. Aslında biz kentleşme değil de betonlaşma yaşıyoruz. Bizim çocukluğumuzda bu kadar betonlaşan bir dünyada değildik. Dolayısıyla, o günün futbolu dediğimizde her yerde kolayca oynayabileceğimiz bir oyundan bahsetmek mümkündü. Kentleşmeyle beraber kültür de değişiyor. Kültür olarak insanlar sporu farklı şekillerde algılıyorlar. Futbol da aslında bu sayede ikincilleşiyor.  Kentleşme ile beraber futbolun oyun olarak oynandığı alanlar da daralma yaşanıyor ve imkân bulma şansın azalıyor. Böyle bir farklılık var.

Çocukluğumuzun futbolu ile şimdilerdeki futbol arasında böyle bir fark var. Mekânsal açıdan, neo-liberal politikalar ciddi anlamda futbol dünyasını, daha doğrusu bir oyun olarak futbolu yok etmeye başlamış durumda. Bunun haricinde kimi benzerlik noktaları da hala mevcut.  Futbol hala, zenginleşmenin en kısa, en kestirme yolu olarak sunulan bir spor dalı olmayı sürdürüyor. Bu da, hala daralan yerlerde imkânsızlıklar olsa bile yoksul kesim için hala ciddi anlamda zenginleşme aracı değerlendirildiğinden neresi olursa olsun beton, çim ya da toprakta olmasa da günümüzün futbol okullarında cereyan ediyor bu serüven. Oradan da kulüplerin altyapılarına atlama ve futbolcu anlama hedefleri çerçevesinde sürüyor.  Aslında yapısal olarak çok büyük bir değişiklik yok. Ama kültür olarak ciddi bir dönüşüm olduğunu söylemek mümkün ve mekânsallık bu anlamda en belirleyici farklılaşmayı içeren boyutu.

Bir de bahsettiğiniz bir belgesel var, Dar Alan belgeseli, Hasankeyf ve futbol tutkusunu anlatan. Sanırım buradaki futbola duyulan tutku ile 2000’li yıllara damga vuran futbol anlayışı oldukça başka. Peki, bu bir şan, şöhret, baş döndürücü paralar kazandıran bir meslek olarak mı benimsenmiş yoksa amatör ve emekçi karakter taşıyan bir tutku mu bu?

Hasankeyf, endüstriyel taleplerin olmadığı bir dünya. Şan, şöhret, para kazanma ya da cebini doldurmak gibi bir dert taşımıyor, aksine bir yaşam alanını içeriyor. Bu yaşam alanında icra edilmek istenen de futbol oyunu. Ancak dünya, dönüşüm adı altında aslında insani olan tüm kültürün iğdiş edildiği bir dönemi yaşıyor. Kapitalizm böyle bir şey.  Orada yaşam alanını tarumar eden bir girişime karşı saldırıya uğrayan ve bu yaşamı yeniden var etmeye çalışan çocukları resmeden bir belgesel bu.  Orada emekçiler, doğan çocuklar mağdur oluyorlar. Buna karşılık ise bir mücadele şekli görülüyor orada.  Pes etmiyorlar. Sulara karşın daha yükseğe çıkıyorlar ve sonra yeniden bir futbol sahası inşa ediyorlar. Orada 7 metre 32 santimlik bir kaleye ihtiyaç duyulmuyor ki! Su orada ne kadar yükselse de futbol oynanılan alan da o kadar yükseğe taşınarak futbol oynanabiliyor.

PASLAŞMANIN GERÇEKTEN TOPLUMSAL BİR ROLÜ VAR…

Çocukluğumuzun romantik futbolu ve şimdilerdeki endüstriyelleşmiş futbol arasında bir kıyaslama yaparsak eğer;  Nazım’ın "Bana mutluluğun resmini yapabilir misin" sorusuna ne kadar cevap verebiliyor artık günümüz futbolu?

Çocukluğumuz futbolunun buna kimi cevaplar verebildiği açık. Çocukluk dönemini gözümde canlandırdığımda o mutluluğu da canlandırabiliyorum ben. Sevinçlerimiz bir kere bugün bir taraf olma ve taraftarlık üzerinden gelişiyor. Rakip olarak değerlendirilen bir takımın galibiyetine sevinmiyoruz. İnsani değer ve duyguları aşındıran bir şey bu. Endüstriyel futbol tarafından baktığımızda ise bunu birey üzerinden değerlendirebiliyoruz. Şunun altını da çizmek lazım. Güzellemeler yapmamak gerekiyor.  Futbol, endüstriyel ve modern anlamda zaten şuanki sisteme çok uygun bir geçmişe sahip. Antik Yunan’a kadar gidebilirsiniz.

 İnsani ve dayanışmacı bir tarz ile oynandığı zaman futbol, kolektif anlayıştan da ortaya çıkan bir resim oluyor. Çünkü orada aşk var, tutku, heyecan, mutluluk var. Beraberlik var, beraberce gülmek var. Ben hep şunu diyorum. Paslaşmanın gerçekten çok önemli bir rolü var. Pas attığım arkadaşımın bu oyunun bir öznesi olduğunu hissetmesi adına pas atıyorum. Bu, onun oraya ait olma duygusunu da geliştiren bir şey.  Rekabetçi olunmadığı zaman paylaşımcı bir bakış açısı ile bunu yapıyoruz. İnsani değerlerle hareket ettiğimizde paslaşmak kendisine bir çok misyon üstleniyor. Herkes orda olabiliyor, o fotoğrafta, resimde yer alabiliyor. Ben mutluluğun resmini öyle görebiliyorum.

BİR TEK METİN KURT VARDI!

Kitabın sayfalarını çevirdiğimizde bir soyutlama çabasına da rastlıyoruz. Fransız sosyolog Bourdieu’nun doxa, habitus ve alan gibi kimi kavramları ile futbolu ve futbolculuğu spor sosyolojisi çerçevesinde tanımlamaya çalışıyorsunuz. Kitabınızın genelinde ise Marksist bir yaklaşım da bulunuyor. Futbolcuyu emeğin, kulüp başkanlarını ve federasyonları ise sermayenin temsilcileri olarak ele alıyorsunuz çalışmanızda. Buna dair neler eklemek istersiniz?

Şöyle söyleyeyim, hem Bourdieu hem de sermaye ve emek kavramları üzerinden bir şeyler söylenebilir. Bu kavramların futbola da oturan bir zemini var. Futbol gerçekten toplumsal bir alan. Bu alanın da belli başlı kuralları var.  Bourdieu, ‘Bir alana girmeyi kolaylaştıran ve meşrulaştıran temel belirleyici şey o alanı çok iyi bilmekten geçer’ diyor. Çünkü bu öyle zor bir süreç ki en başa geri dönmek zorunda kalabiliyorsunuz ve geldiğiniz noktayı da unutmamanız gerekiyor. Toplumun tüm sorunlarını, tüm eşitsizlikleri görebilmek adına toplumda nasıl bir işleyiş hakimse, futbolda da aynısını bulabilmek mümkün.

Bourdieu’nun spora bakışı ve sermaye ile emek anlayışı, Marksist bakış açısından tam olarak ayrı değil. Sınıflara daha farklı bir yaklaşımı olsa da, sınıfsal kimlik, aidiyet ve pozisyonların belirleyiciliğinde tahakküm eden ve tahakküm edilen olarak açıklıyor. Bunu, eğer iktidar kalıpları ile söylersek, ezen ya da ezilen de demek mümkün. Buna sermaye ve emek diyoruz Marksist perspektif ile. Bourdieucu bakış ile şöyle söyleniyor. Bir alan olgusu var. Futbol alanında da iki konum var. Biri iktidar konumu, o da doxa’ları yani kuralları belirleyen konum. Diğei ise futbolcu yani emek, ezilen konum. Orada da illusiolar yani çıkarlar var. Yapmak istedikleri hedefler diyebiliriz buna. Bunların hepsi bireyci temalar çerçevesinde. Özetle, bir alan var. Bu alanda kurallar var. Bu kuralları belirleyen sermaye unsurları var. Özellikle kulüp-futbolcu ilişkisi var.

 Federasyon ise burada daha dışarıda ve sermayenin daha yanında, futbolcunun yanında değil. Toplumsal düzendeki bütün sermaye ve emek ilişkilerinde müthiş bir uçurum var. Futbolda ise çok daha kötüsü mevcut. Çok daha büyük bir sermaye tahakkümü var.  Böyle olunca da futbolcular bu tahakkümün karşısında ciddi anlamda güvencesiz, yalnız ve çaresiz konumdalar. Diğer emekçilere baktığımızda daha farklı bilinç seviyeleri olabiliyor. Toplumsal düzende ve Türkiye özelinde baktığımızda ise çok fazla örnekle karşılaşmıyoruz. Bir tek Metin Kurt vardı. Ancak onun peşinden giden çok az kişi oldu. Çünkü o bireyci başarı teması yani kapitalist argüman, çaresiz de güçsüz de olsan, kulüp başkanlarına riayet etmek konumunda ve çıkarların doğrultusunda seni o sistemin, çarkın içerisinde tutabiliyor.

Peki, futbol alanında yoğun bir şekilde olduğu açık olan bu sömürü ilişkilerinin kaynağını nerede aramak gerekiyor?

Tüm bu neo-liberal politikaların temelinde yatan şey, klasik kapitalist argümandır. Biz endüstriyel futbol dediğimiz zaman, ki buna ticari boyutları da aşmış bir pazarlama alanı, sektör demek mümkün, kapitalizmin en güçlü alanlarından birinden bahsetmiş oluyoruz. Sporun kapladığı yerde futbolun hatırı sayılır bir payı var. Bunun da kapitalizmden bağımsız sürdüğünü söylemek imkânsız. Sömürülme meselesine baktığımızda futbolcu sözleşmeleri iyi bir örnek. Endüstriyel futbolun gözümüze soktuğu bir şey var. Zenginlik, şan şöhret… Futbolcular hep böyle yaşıyormuş gibi, bütün futbolcular bunları ediniyormuş gibi bir algı yaratılıyor. Bunda da sistemin çok güçlü araçları var. Medya, televizyon kanalları, sponsorluklar var. Sistem de bunun ispatına girişiyor. Bu şekilde de futbolcu sömürüsünün üstü kapatılıyor. Sistem çabuk bir yenilenme yaşadığı için de mağdur olan futbol emekçileri hızlıca sönüp gidiyor ve yerine yenileri geliyor. Bir fabrika gibi aslında. Futbolcu sürekli üretiliyor ve birisi düştüğünde yerine başkası geçebiliyor. Ekonomik anlamda bir sömürü var. Örneği vermiştik, sözleşmeler gerçekliği. Mesela, altyapısından çıktığı bir futbolcusu olduğunda kulüp ‘sen bizim elimizde büyüdün’ diyor. Sen aile ferdini büyütmüyorsun ki, sen o kulübe fayda sağlayacak bir futbolcu yetiştiriyorsun! Bunu böyle argümanlarla gizleyerek boş mukavelelerle sözleşme yapıyorlar.

Futbolda iktidar ilişkileri de iç içe. Birbirlerinin sırtlarını sıvazlayan konumda herkes. Mesela futbolcu başka bir kulübe gidecek olsa, diğer kulübün yöneticisinin aldığı referanslar eski kulübündeki yönetici ve antrenör oluyor. Bunun yanı sıra şişirilen, bol sıfırlı rakamlar var. Yıldız futbolcular kazanıyor mu, evet. Ancak şuan üç büyüklerin haricindeki takımlarda da çok ciddi sıkıntılar var. Futbolcu parasını ya hiç alamıyor ya da zamanında ödenmiyor, peşinat yerine taksitlendirmeye mecbur bırakılıyorlar. Vadesi aşılıyor ve futbolcu ayrılmak istendiğinde de futbolcu tazminatı ödenmemekle tehdit ediliyor. Ve bu denetimi olmayan bir alan. Ancak futbolcu da hep mağdur değil. Çünkü futbolcu, bireyci başarı temasına dönersek bu, bireysel ve toplumsal bilinci aşındıran bir şey. Böylelikle futbolcu da kendi hak ve hukukunun ne olduğunu bilmiyor. Bunun peşinde gidemiyor. Futbolda sendikalaşamama, sendikasızlık ile ilgili bir şey bu. Ve futbolcular bunu bazen, buna denk gelen biri olarak söylüyorum, statüsü takım içerisinde daha güçlü olan birinin diğer futbolcularla yan yana olmadığı bir ortam olduğunu söylüyor. Bu da o futbolcuyu daha yalnızlaştırıyor.

Sömürünün başka bir boyutu da bedensel sömürü. Kapitalizm senden en iyisini talep ediyor ve bunun sürdürülebilir olmasını istiyor. Alana girdiğinizde sizde var olan tek sermaye bedensel sermaye çünkü. Modern sporun da mottosu bu. Citius, altius, fortius. Endüstriyel spor, beş halkalı güzellemelerin olduğu bir dünya değil modern spor dünyası. Hem çok erkek egemen, hem de performatif bir alan… Sen talepleri karşıladığın sürece varsın.

Kapitalizmin futbola dayattığı bir diğer aksiyon profesyonelleşme. Türkiye’de profesyonelleşmenin ilk izlerini nerede bulabiliyoruz?

Aslında, erken Cumhuriyet döneminde ciddi bir karşı duruş var profesyonelleşmeye. Daha toplumcu bir yaklaşım ile spor tüm kitlelere aktarılması gereken bir hedef olarak duruyor. Özellikle bu, 1938 Beden Terbiyesi Kanunu’nda da var.  Hiçbir yurttaş, bireysel kazanımlı branşlara yönelmemelidir, deniyor. Çok partili döneme geçince endüstriyelleşmenin daha palazlandığı bir evreye geçiş başlıyor. 60’lı ve 70’li yıllarda kentleşme, köyden kente göç gibi araçlarla ortaya çıkabiliyor. Kentin yoksul kesimlerine yerleşen insanlar için bir etkinleşme ihtiyacı olarak ortaya çıkıyor diyebilirim. Tabii, 70’li yıllarda iyice Anadolu kulüpleri de sermayelerini futbola yatırmaya başlıyorlar ve profesyonelliğin ciddi bir getirisinin olabileceğini düşünüyorlar.

SİSTEM BUNU CANLI TUTMAK DURUMUNDA…

Özellikle 1980’li yıllarla birlikte Türkiye futbolunun neo-liberal bir dalga ile yüzleşip, buna ayak uydurduğunu biliyoruz.  Serbest piyasa ekonomisinin hâkim kılındığı bu futbol düzeninde, yani endüstriyelleşen ve profesyonelleşen hali ile futbol,  neden bir sınıf atlama, unvan ve statü edinme kaldıracı olarak görülüyor artık?

Bunu sağlayan şeyin kendisi kapitalist sistem. Sistem bunu canlı tutmak durumunda.  Çünkü bunu yoksul kesimlerin hayata tutunmasını sağlayacak argümanlar olarak tasarlıyor. Akademik anlamda ‘yukarı doğru hareketlilik’ dediğimiz şey bu. Yönlendirme var. Bu yol, yani futbol ve profesyonellik, futbolculuk uygun bir yoldur diyor. Ancak bunun gerçekleşmeyeceğini de sistem biliyor. Tabi altında başka amaçlar da var. Yoksul sınıfların orada kalmasını sağlama çabası da. Bunun için var olma mücadelesi verilecek, var olabilirse sistemin devam ettirilebilmesi için bir araç olacak. Tersi durumda yerine konulacak başka bir kurban bulunacak.

Siz de kitapta yoksulluktan zenginliğe ulaşma hayalleri olan bireylerin futbol sayesinde toplumsal olarak “kurtulma” ve “sıyrılma” ümitlerinin nasıl “kaybolmaya”, “yoksullaşmaya” dönüştüğünü futbolcu deneyimleriyle ortaya koymaya çalışıyorsunuz. Bu anlamda da birçok deneyimli/deneyimsiz, profesyonel olmaya aday ya da futbolu bırakmış kişilerle görüşmeler yaptınız. Bu görüşmelerden ne tür sonuçlar çıkarabiliyoruz? Bir sınıf atlama telaşı sezmek mümkün oldu mu?

Futbola ilk başlama nedenleri sorduğumda çok insani şeylere değiniyorlar. Hayat biçimi, mutluluk, bir arada olma, topun peşinden koşma ihtiyacı duyma gibi. Ancak buna kulüpler üzerinden girmeye başlanınca ortaya beklentiler çıkıyor. Futbol ile sistem içerisinde bir var olma mücadelesinde bulunuyorlar. Bir kulübe başlar başlamaz, anne ve babasının beklentisi, muhitindeki beklentiler ortaya çıkıyor. Güçlü bir zenginlik göstergesi var çünkü ve bundan herkes faydalanmak istiyor. Böyle olunca da ortaya büyük telaşlar çıkıyor.  Bir an önce sınıf atlama telaşına düşülüyor. Ona göre hazırlanıyor, çalışıyor, kendini ona adıyor. Küçücük yaşta büyük bir yükü sırtına alıyor. Kendi futbolculuk hayatımdan aktarabilirim. Bizde 13-14 yaşında, yakında biz de profesyonel olacağız, biz de o arabalara bineceğiz ya da bizde ailemizi güzel yerlerde oturtacağız telaşı ve buna eklenen bir sınıf atlama heyecanı ortaya çıkıyor.

Ama şu var ki, kalıcı bir zenginlik değil futbol. Çünkü senden aldığı çok fazla şey var. Özellikle de vaat ettiklerinin yanında… Peki, aldığı en önemli şey nedir sizden? Eğitim. Çünkü öyle bir yol ayrımına getiriyor seni. Futbolcu mu olmak istiyorsun, eğitimine mi devam etmek istiyorsun? Bir seçim yapmaya maruz bırakılıyorsun ve eğitim çok az tercih ediliyor. Eğitim de donanım sahibi oluyorsun ve ömür boyu sürdürebileceğin kalıcı bir şey var. Öte yandan, futbola kanalize olduğun an bütün tükettiğin şeyler ve kültürel yoksunlukların ortaya çıkıyor. Para aktarabileceğin yerler sınırlı kalıyor, yatırımların bile… Futbolculuğun da bir yere kadar olduğu için sonraki yaşamında büyük bir boşluğa düşüyorsun. Hiçbir şeyin ve yanında hiç kimse olmuyor. Artık göz bebeği sen değilsin kısacası.

FUTBOLCU BİRAZ DA BU ÇARKIN İÇERİSİNDE KALMANIN DERDİNDE!

Profesyonel futbol yaşantısını deneyimlemiş olan futbolcuların hikâyelerinden anladıklarıma baktığımda, profesyonel futbolculuğun neoliberal-kapitalist dönüşümün çemberine hapsolmuşlukla oldukça güçlü bağları olduğunu gördüğünüzü söylüyorsunuz. Bu duruma düzen içi bir alternatif ya da çıkış yolu üretebilmek mümkün mü sizce?

Türkiye futboluna dair soruyorsanız ben bir çözümün olduğuna inanmıyorum. Çünkü yapısal bir sorun bu. En temel sebeplerinden birini Brezilyalı futbolcu Socrates’in sözüyle aktarayım. Biz yöneticiler tarafından yetişmemiş, söz hakkı olmayan, onun yerine düşüneceklerin olduğu, hak ve hukuklarının önemsenmediği ve ergen bireyler olarak değerlendiriliyoruz. Bu vesileyle sistemin içerisine zaten dâhil oluş biçiminden çıktığı gibi bireysel çıkarlar rol oynuyor. Dolayısıyla sendikal bilinç dediğimiz olgunun arkasında politik bir arka planın olması lazım. Futbolcuda bu yok. Sendikalı olmak, örgütlü olmak, haklarını savunmak, bunun peşinden koşmak ya da bir platform oluşturmak… Futbolcuda yok bu. Futbolcu biraz da bu çarkın içerisinde kalmanın derdinde. Meselenin kendisi çok bireyci.  Bu futbol sisteminde bundan çıkmak zor Türkiye’de. Bundan şimdiki anlamı ile çıkan futbolcu, çıkmış olmakla kalır sadece. Zaten belli bir yaştan sonra çıkarılıyor futbolcu.

Sosyolog Veblen’in ‘gösterişçi tüketim’ yaklaşımında, yoksul sınıfların zengin sınıfa benzemek için yaptığı gösteriş amaçlı alışverişler vurgulanır. Sizce de futbol, futbolcular için böyle bir tüketim konusu haline mi gelmiş durumda? Yeni nesil futbolcularda ya da futbolcu olmak isteyen genç nesil içerisinde böyle bir futbol tüketimi alışkanlığı mı aramak gerekiyor artık?

Profesyonel olmuşsunuz ve yapmak istediğiniz ilk şey,  edindiğiniz sermaye ile futbolcu gibi görülmek. Araba almak meselesi kısaca. Tüketim kültürü böyle sinmiş. Bulunduğunuz muhit içerisinde atacağınız adım ya da konuşacağınız şeyler belirli. Ve zaten konuşmak da çok mümkün değil. Maç sonundaki röportajlara baktığımızda görüyoruz. Bu kendi yaratmış olduğu kültürden de kaynaklanıyor. Şimdilerdeki futbol gerçekten okur yazarlığı da çok fazla emen bir alan. Akademik serüvenini de yarıda bırakmasından belli oluyor zaten. Futbolcu kendini geliştirecek hiçbir şey yapmıyor. Tükettiği şeyler geçici ve daha popüler olan şeyler. Socrates’ten ek yapayım yeniden.  Futbolculuk, yiyin, için, gezin, tozun, en güzel arabalara binin, en güzel yerlerden ev alın demek. Ben tıp doktoruyum, felsefe doktorası da yaptım, tiyatro ya da baleye de gittim, diyor Socrates. Özetle, futbolcuya sistem müdahale ediyor ve onun kazandığı parayı yeniden sisteme hapsediyor. Bu bir döngü.

BU YÜZDEN BİR METİN KURT ÖZLEMİ DUYUYORUM BENDE…

Kitabınızda Metin Kurt’a da değiniyorsunuz. Sizce Metin Kurt’tan bugüne futbol alanında ciddi bir sendikal hak arayışına gidilememesinin en önemli sebepleri neler?

Bunun nedeni, gelişmelere ve futbola sınıf gözünden bakamamak ve politik bir bilincin yerleşememiş oluşu. Sınıf olarak bakmadığınızda böyle oluyor. Futbolcu sınıfı böyle zengin ya da üst bir konumda değil. Zaten öyle bir hak hukuk arayışına ihtiyaç da olmazdı eğer böyle olsaydı. Ya da orta sınıf diyebileceğimiz bir yerde de bulunmuyor. Mutlu bir azınlık var, evet. Bir para da var ve bol sıfırlı. Ancak bu toplamın dışında kalanlar gerçekten daha alt tabakadalar diyebiliriz. Emekten yana olma meselesine ise futbolcu mesafeli duruyor. Bu aslında tam da emeğin yabancılaşması dediğimiz durum. Sendika nedir, sendikal haklar nelerdir, bunu nasıl gözetir ya da sağlarsın, bunun denetleme organlarının takipçiliğini kim yapar gibi sorular havada kalıyor. Gerçi böyle bir denetleme kuruluşu da yok, çünkü sistem buna izin vermiyor. En insafsız politikalar da bu yüzden futbol arenasında cereyan ediyor.

Başka bir sektöre baktığınızda emeğin temsilcisi olan kitlelerin mutlaka bir bilinç yoksunluğu olsa da futbolcu kendi sınıfının neresi olduğunu daha bilmiyor! Bilinç seviyesi çok düşük noktalarda. Özellikle yaptığım röportajlarda duymak istediğim şeylerden birisi sendikal bir mücadele ya da ihtiyacın tanımlanmasıydı. Ancak bunun çözümü budur diyen bir cevap hiç alamadım.  Bu yüzden bir Metin Kurt özlemi bende duyuyorum. Bugün Türkiye’de ve dünyada da böyle bir sendikal faaliyetlerin yürütüldüğü bir futbol ortamı yok. Çok kırık dökük… Öneğin Brezilya’da Alex ile Gilberto Silva bir platform oluşturmuşlardı. Gerçekliklerden bahsetmişlerdi. Ben Arsenal’de oynarken bana sunulanlar ile Brezilya’da bana sunulanlar arasında dağlar kadar fark vardı diyor Gilberto Silva. Ve ekliyor, cebimize giren bir paranın asgari ücretten çok farkı yoktu, diyor.  Ancak bu süreç çok kesikli ve oldukça dağınık, örnekler de bir o kadar kısıtlı.

KAPİTALİZMİN AŞILMASI GEREKİYOR!

Yaptığınız çalışmada elbette birçok spor kulübü olsa da, Karaçay Spor Kulübü ve Osmaniye’nin yoksul, emekçi mahallelerinden biri olan Karaçay’a dair olan diyaloglar dikkat çekiyor. Karaçay örneğinde neler aramak ve görmek mümkündü?

Karaçay çok başka bir yerde benim için. Futbolun dünyaya, topluma ve insana katacağı çok şey var. Futbol, böyle bir özellik taşıyor aslında. Ancak bunu çok yaşatamıyor, göremiyoruz. Mahalle kültürünün ortadan kalktığı bir dünyada yaşıyoruz. Böyle olunca tabi, futbol da daha olumsuz şeylere bir araç oluyor. Karaçay, 8-9 yıl önce ciddi anlamda uyuşturucu, madde bağımlılığı ve başka türlü yozlaşma biçimlerinin sirayet etiği bir mahalleydi. Burada Karaçaylı Soner ve Yiğit Karabay ile Harun Demir vicdanlarının sesinin peşinden gittiler. Kullanabilecekleri tek ve en güçlü şey futboldu. Kendilerini var edebilecekleri ve yozlaşmayı aşacakları bir araca gereksinim duydular ve bunun futbol olduğunu düşündüler. 8 yıldır büyük bir mücadele veriyorlar. Futbol sayesinde 9-10 yaşlarındaki çocukların toplumsal yaşamdaki eşitsizliklerini ve mağduriyetlerini en aza indirebilecekleri yerel bir dayanışma ağı kurmuşlar. Futbol merkezli bir oluşum fakat katılımcı olan herkesin futbolcu olması hayali ve çizgisinin belirlendiği bir merkez değil bahsettiğim. Dayanışmayı ve güzeli öğreten bir merkez. Soner şunu söylüyor. ‘Biz rakibimiz yere düştüğünde onu yerden kaldırdığında gol yiyen bir takımız ve bir sonraki maçta yine aynısını yapıyoruz. Bundan vazgeçmiyoruz’.  Bu, çok insani bir şey. Bu böyle olduğu sürece futbol gerçekten hem bize hem topluma ve dünyaya bir şeyler katabilir. İşte Karaçay bu yönüyle önemli. B,ir de orda derme çatma diyebileceğimiz bir işleyiş yok, felsefe anlamında oturmuş. Tabii, imkanlar anlamında çok eksikleri var.  Ama insanı gözeten, emeğe değer veren bir mottosu var. Ve en güzeli de kazandığında çok sevinmemeyi, rakibini incitmemeyi, karşısındakini rakip olarak görmemeyi önemsemeleri. Rekabetin olmadığı, maçtan sonra sarılabildiğiniz bir gerçekliği var Karaçay’ın. Açıkçası, kitabımın tüm gelirini de ben onlara bağışlıyorum. Onlar, çok daha fazla şeyi hak ediyorlar. Karaçay ve benzeri yerlere yereli aşacak, daha güçlü bir dayanışma ağı kurmak gerektiğini düşünüyorum.

Son olarak, kapitalist futbol döngüsü olarak tanımladığınız dönemin nasıl sonlanacağını öngörüyorsunuz? Yoksa bunun, özellikle genç futbol emekçilerinin sınıf atlama kaygısının varacağı bir son ya da bir çıkış yolu var mı?

Bu konuda şunları söyleyebilirim. Kitabımda bu durumu eleştirel sosyoloji üzerinden değerlendirdim. Bu durumun çözümü çok radikal bir dönüşüm ile gerçekleşecek ve bu, kapitalizmin aşılmasını gerektiren bir durum. Yani; insana ve emeğe dair bir dönüşüme evrilmesi gereken bir durumdan bahsediyorum. Böyle olmadığı sürece bu sistem aynı şekilde işlemeye devam edecektir. Futbolcular da her zaman bu sistemin mağdur olan tarafında kalırlar. Bence profesyonel futbolcu olmak gibi bir hayal kurmasınlar. Endüstriyel olan bir futbol dünyasında var olmak dediğimiz aslında var olmak değildir; varlığını inkâr etmek ve yabancılaşmaktır. Futbolculuğun sağlıklı sürdürülebileceği bir düzende yaşamıyoruz. Sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada böyle. Futbolun bir garantisi, güveni ya da güvenliği yok. Bir hedef olarak profesyonel futbolun kendisi sağlıklı ve insani değil. Dediğim gibi kapitalizmin aşılması gerekiyor.

Çok teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim.

SAFTER ELMAS KİMDİR? 

1988 Bitlis doğumlu. İstanbul Şehremini Lisesi’ni bitirdikten sonra lisans ve yüksek lisans eğitimini Ege Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu, Sporda Psiko-sosyal Alanları’nda tamamladı. Marmara Üniversitesi Spor Yönetim Bilimleri programında doktorasına devam etmekte ve aynı kurumda araştırma görevlisi olarak çalışmaktadır. Başlıca çalışma alanları, toplumsal sınıflar ve spor, toplumsal cinsiyet ve spor, erkeklik psikolojisi ve spordur. Çeşitli kitap ve akademik dergilerde makaleleri yayımlanmıştır