Metin Çulhaoğlu soldaki ayrışmayı anlattı

Radikal gazetesinde bugün "Sosyalistler safları ayırıyor" başlığı ile bir haber yayınlandı. Haberde, Birikim Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Ömer Laçiner ve TKP Merkez Komite üyesi Metin Çulhaoğlu ile yapılan röportajlara yer verildi.

AKP'nin medyada Taraf'tan boşalan yere atadığı sağcı Radikal gazetesinde bugün "Sosyalistler safları ayırıyor" başlıklı bir haber yayınlandı. Haberde, Ömer Laçiner'in sosyalist sola yine hakaretler yağdıran AKP yanlısı sözleri yer alırken, sol partileri 'tanıtma' amacıyla verilen bölümde de oldukça çirkin ifadelere yer verildi.

Haberde, TKP MK üyesi Metin Çulhaoğlu ile yapılan bir röportaja da yer verildi. Radikal'de bir kısmı kısaltılarak verilen röportajın tamamı şöyle:

Türkiye'de sosyalist solda keskin bir ayrışma yaşandığını düşünüyor musunuz? Bu ayrışmanın ana cepheleri, nedenleri nelerdir? 12 Eylül referandumu nasıl bir milat oluşturdu? Bazı kesimler solun bir çıkmazda olduğunu ve artık "geleneksel yapıların/politikaların" duvara çarptığını düşünüyor. Siz bu değerlendirmeye katılıyor musunuz?
Sorunuzdaki “ayrışma” kavramı bence yerine oturmuş. Çünkü bugün sosyalist solda kimilerinin ileri sürdüğü gibi bir “bölünme” değil, ayrışma söz konusudur. Örneğin, öyle durumlar vardır ki, belirli bir siyasal topluluk, hedef tanımı, mücadele stratejisi, örgüt anlayışı vb konularda kendi içinde saflaşma yaşar, topluluğun mensupları ayrı yerlere düşerler. Bu, bölünmedir.

Ancak, başka durumlar da vardır. Böyle durumlarda, dünyadaki veya herhangi bir ülkedeki mevcut Marksist birikimin kendi içinde ayrıştığı görülür. Burada asıl belirleyici olan, belirli bir uğrağa kadar ortaklaşa sahiplenildiği düşünülen Marksist temele ve birikime artık farklı yerlerden, farklı anlamlandırmalar ve ağırlık kaydırmalarıyla bakılmasıdır. Bu, bölünmenin ötesinde, Marksist birikimin kendi içinde ayrışmasıdır.

Bir de, öyle ayrışmalar vardır ki, ayrışanlardan birinin bundan böyle Marksizm içi sayılması mümkün olmaz.

Türkiye’deki duruma bakarsak, ayrışma şöyledir: Bir tarafta demokrasiyi/“demokratikleşmeyi” Marksizm’in bunlara biçtiği yerden ne bir adım ileride ne de geride, sınıf mücadelesinden, yani emeğin kurtuluşu ve özgürleşmesi mücadelesinden türetip olabileceği kadarıyla öyle anlamlandıranlar vardır diğer tarafta da demokrasiyi/”demokratikleşmeyi” esas alıp Marksizm’in kendisini böyle, bunlarla anlamlandıranlar...

Bu, kimsenin “canım o kadar da olur” diye es geçemeyeceği, son derece ciddi ve köklü bir ayrışmadır.

Ayrışmayla devam edersek, bence 12 Eylül 2010 referandumuna “milat” demek doğru olmaz. Çünkü bugünden bakıldığında ayrışma ana hatlarıyla 20 yıllık bir geçmişe sahiptir nüveleri 1989-90 “Kuruçeşme sürecinde” ortaya çıkmış, daha sonra bu nüveler giderek netleşmiş, kristalize olmuştur. 12 Eylül referandumundaki tutum farklılaşması, sürece yayılan ayrışmanın kesinleşmesi, tescilidir.

Thomas Carlyle’ın bir sözü vardır: “Eğer bir papağana ‘arz’ ve ‘talep’ demesini öğretirseniz karşınızda bir iktisatçı bulursunuz.” “Demokrasi” ve “sivil toplum” lafları öğretilen bir papağan ise belki her şey olabilir, ama Marksist olamaz.

Sorunuzun son kısmına gelince bana göre bugün Türkiye’de sosyalist sol, dünyaya ve ülkeye ilişkin ana tespitleri, temel mücadele hattı, hedefleri vb açısından “çıkmazda” değildir ancak dışa açılma, toplumsallaşma, ülkenin siyasal gündeminde ağırlık kazanma açısından bir eşiğe dayandığı ve bu eşiği henüz aşamadığı da ortadadır. Çabalar, bu eşiğin aşılmasına yöneliktir. Yani ortada duvar değil, eşik vardır. Eğer bu eşiğin henüz aşılamamış olmasının nedeni “geleneksel yapılar/politikalar” ise, geleneksel olmayan yapılar ve politikalar aynı eşiği kendileri aşsınlar da görelim.

Referandumdaki evet/hayır kamplaşmasında hayırcı cephe asker yandaşlığı, yetmez ama evetçi cephe iktidar yandaşlığı ile suçlandı. Bu ayrım neden ortaya çıktı ve neden bu denli sert bir tartışma süreci yaşandı. Bu ayrım yeni mi yoksa geçmişten gelen defakto durum netleşti mi?
Az önce söylediklerim esas alınırsa, ayrım yeni değildir de facto durum netleşmiştir, o kadar. Ayrıca, karşılıklı suçlamalar ve tartışmaların “sertliği” nedeniyle tarafların birbirlerine eşit ölçüde haksızlık ettikleri gibi bir düşüncede değilim. Salim kafayla bakan herkes şunu kabul edecektir: Taraflardan biri, yaşanan süreci ve AKP’nin çizgisini, ülkeyi demokratikleştirecek, hatta “burjuva demokratik devrimi tamamlatacak”, geleneksel bürokrasi egemenliğini kıracak adımlar olarak tanımlamıştır ve bunu açık açık söylemiştir. Peki, karşı taraf, yani “hayır” cephesi, daha somut söylenirse ÖDP, EMEP, Halkevleri ve TKP, “asker yandaşlığı” olarak nitelenebilecek ne yapmıştır? Bunu gösteren, ima eden veya bunun çıkarsanabileceği tek bir örnek gösterilebilir mi?

O zaman “karşılıklı suçlamalarda” bu açıdan bir bakışımsızlık olduğu söylenmelidir.

“Evet” veya “yetmez ama evet” diyenlerin siyasi psikolojisini tahmin edebiliyorum AKP’nin operasyonuna alet oldukları halde, muhtemelen kendilerini siyasette özne konumuna gelmiş, ülke gündemine yerleşmiş sayıyorlardır: Nallanan bir at gören kurbağa, bacağını kaldırarak nalbanda “beni de nalla” demiş biraz buna benziyor…

Birikim dergisinde Ömer Laçiner (elbette daha önce defalarca benzer söylemlerde bulundu) artık sol ailesinden ayrılıyoruz dedi. Hatta ağır ithamlarda da bulundu. Bu yazıyı nasıl değerlendiriyorsunuz? Laçiner ve aslında genel olarak "yeni sol" olarak kendimi tanımlayan kesimler, sol-sosyalist partileri gericilikle, devletin yanında yer almakla suçluyorlar.
Bence Birikim dergisi ve çevresi hiçbir dönemde sosyalist solun sorunu olmamış, ama sosyalist sol bu dergi ve çevresinin hep sorunu olmuştur. Yapabileceğim ilk tespit bununla ilgili: Ortada tek taraflı bir “aşk” vardır Birikim dergisi, yayın yaşamında hep belirli bir hareketin, dinamiğin “beyni” olmak istemiş, aradığı itibarı bulamayınca da küsmüş, kızmış, hatta öfke saçmıştır. Bir tür “ben burada dururken nasıl olur da bana mesafeli dururlar” psikolojisi. Oysa kendi tarihinin hiçbir döneminde öyle Birikim’i isteyen doktorlar, mühendisler falan olmamıştır. Haksızlık ettiğimi düşünenler varsa, örneğin 1997 yılındaki ÖDP kongresiyle ilgili olarak Birikim dergisinde çıkan, özellikle Ömer Laçiner imzalı yazılara bakılabilir. Dışarıdan bakan biri olarak, taliplinin bu tek taraflı aşktan bir sonuç çıkmayacağını sonunda anladığını ve kendince “ne haliniz varsa görün” noktasına geldiğini düşünüyorum.

Hani dağ dağa küsmüş de…

İkinci tespit ise daha önemli ve bence meselenin özü de burada: 1975 sonrası ilk döneminde değil, hatta 1989’la başlayan ikinci döneminin ilk evresinde de değil, ama özellikle son on yılda Birikim, “ekonomi politikten”, nesnelliklerden, yasallıklardan, zorunluluklardan, özetle işin “determinizm” yanından arınmış bir “Marksizm” yorumunu zorlamıştır. Başka bir deyişle, sosyalizm, araçlarının ve yollarının, yasallıklar ve zorunluluklar büsbütün bir kenara bırakılarak projenin kendi tanımından türetileceği bir “özgürleşme projesine” indirgenmiştir.

Bu, ciddi bir sorundur Marksizm içinde bir ayrışma değil Marksizm’in kendisinden ayrışmadır ve Birikim dergisi sol ailesinden bu temelde ayrılmışsa iyi etmiştir.

Yumurta atma olayı çok tartışılıyor. Roni Marguiles'e yönelik tepki solun bir kesimi tarafından faşist saldırı olarak nitelendirdi. Belki eskiden de benzer tepkiler oluyordu ancak şimdi bu tablo kamuoyuna anında yansıyor ve sosyalist sol bakımından kafa karıştırıcı bir tablo oluşturuyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bir kere, öyle olur olmaz her şeye “faşist” etiketi takılmasına karşıyım. Yumurta atma gibi olayları gereksiz, yakışıksız bulanlar olabilir. Ancak böyle olaylara “faşist saldırı” denmesi büyük haksızlıktır. Keşke tarihte faşizmin her saldırısı yumurta atmanın ötesine geçmemiş olsaydı. Yok eğer “bugün yumurta atan yarın başka şey de yapar” deniyorsa, işi o kadar zorlamamak gerekir, yapılmaz. Bir ek daha: Elbette, daha yerinde ve doğru olan, bu kişilerin görüş ve düşünceleri neyse bunları çürütmek, temelsizliğini ortaya koymaktır. Gelgelelim, meselenin bir de öbür yanı var: Eğer bir taraf, siz ne derseniz, neyi savunursanız savunun “Ergenekonculuk”, “darbecilik” ve “askercilik” “stigmatizasyonuna” başvuruyorsa, bu “ben tartışmayacağım, damgalayacağım” deklarasyonudur. Dikkat edilirse “stigmatizasyon” kavramını kullandım, bilerek kullandım: Bir kişiyi veya kesimi aşağılayıcı ve lanetleyici biçimde etiketlemek, işaretlemek demektir. “AKP yandaşlığı”, doğru yanlış, siyasal bir eleştiridir ve delilleri vardır “faşistlik”, “çetecilik”, “derin devletçilik”, “darbecilik” vb ise, karinesi de olmadığından düpedüz stigmatizasyondur.

Yukarıda söylediklerimle “hak etmişler” demiyorum, bir kesime stigmatizasyondan vazgeçseniz iyi olur diyorum.

Seçimler sosyalist sol için nasıl bir tablo ortaya çıkarır?
Seçimler sonucunda sol açısından nasıl bir tablo ortaya çıkacağını bugünden kestirmek pek mümkün görünmüyor. Benim mensubu olduğum partinin (Türkiye Komünist Partisi) bir cephe önerisi var. Önerilen cephe elbette seçim odaklı değil, öncesini ve sonrasını da kapsayan, bir süreci örmeye yönelik bir girişim. Ama gene de seçimler bu sürecin önemli bir noktasını oluşturuyor.

Seçimlerin her bakımdan ve her konuda “belirleyici” olacağını ileri sürmüyorum elbette, ama sosyalist sol bu seçimlerde bir yolunu bulup ülkede sosyalizme ilgi duyan, sosyalizme açık kesimlere güven ve umut verebilirse, bu ciddi bir kazanım olacaktır.

Seçimlerde sosyalist sol bu toplumda var olduğunu, sözünü henüz küçük de olsa toplumun bir kesimine dinletebildiğini, verilen uğraşların büsbütün boşa gitmediğini gösterecek bir sonuç alırsa, bunun gerisi önceki dönemlere göre daha kolay gelecektir. Bu son noktanın önemli olduğunu düşünüyorum: Sol önümüzdeki Haziran ayında “seçimsel” anlamda bir eşiği aşabilirse, yani varlık ve etki anlamında çevreye “bunlar 60’ların TİP’ine doğru gidiyorlar” dedirtebilirse, artık bu eşikten geriye dönüş olacağını hiç sanmıyorum.

Eşik aşılmış, yol açılmış olacaktır.