Kırıkhan’dan Montparnasse’a Remzi Raşa

İkinci Paris Okulu’nun yaşayan son ressamlarından Remzi Raşa’nın eserleri, 56 yıl sonra memleketinde sergileniyor. Ressamın yaşam öyküsünün bir özeti de olan "Yalnızlığı Seçmek: Bir Retrospektif 1946-2006" sergisi 15 Mart'a kadar Santraistanbul'da, Nisan ayında da Diyarbakır'da...

İkinci Paris Okulu’nun yaşayan son ressamlarından Remzi Raşa’nın eserleri, 56 yıl sonra memleketinde sergileniyor. Antakya Kırıkhan’da toprak zengini, köklü Kürt bir ailenin çocuğu olarak 1928’de dünyaya gelen Remzi Raşa’nın Güzel Sanatlar Akademisi’nden Montparnasse’a uzanan hikâyesinin de kapsamlı bir özeti olan “Yalnızlığı Seçmek: Bir Retrospektif: 1946- 2006” başlıklı sergisi 8 Şubat’tan başlayarak 15 Mart’a kadar Santralistanbul’da. Sergi, Nisan ayında da Diyarbakır’da.

Niçin bu kadar uzun süren bir sessizlik, bir boşluk? Bu topraklar çocuğunun eserlerinden niçin bu kadar uzun süre mahrum kaldı?
Mesele Türkiye’de kaçmak meselesi falan değil. Esas sebep onulmaz bir çocukluk yarası… Hem anne, hem babanın reddettiği karanlık çocukluk yıllarından kaçmak, uzaklaşmak isteği... Çok kuvvetli bir yalnızlık duygusu ve yeni bir ülkede yepyeni bir hayat kurmak arzusu… O senelerde 20 yaşını doldurmadan reşit sayılmadığından izinsiz çıkamıyorsun. Önce (1947’de) İstanbul Güzel Sanatlar Akademisine attım kendimi. Orada okurken Fransız usta Léopold Lévy ve de özellikle Bedri Rahmi Eyüboğlu atölyelerinde, içinde olduğum “On’lar” grubunda müthiş bir Fransa hayranlığı var. Aklım başım soluğu Paris’te almakta. Mezun olur olmaz ilk fırsatta, sanırım 1953’te ver elini Paris.
Geliş o geliş! Kararlıyım hayatımı burada kuracağım. Dönemin en önemli ressam ve sanatçı mahallelerinden Montparnasse’da gara yakın küçük bir otele yerleştim. Hem çiziyorum, hem de günü kurtarmak için başka işler yapıyorum. Duvar boyacılığı, marangozluk, vs... Dönmeyi hiç düşünmüyorum. Özel olarak sergi açmak gibi bir amacım yok. Tek arzum çalışmak, araştırmak ve çizmek, çizmek ve çizmek… İnsanları, kadınları, caféleri, küçük işyerlerini ve benzerlerini çizmek… Sağ olsun rahmetli Nejat Devrim bana ağabeylik yaptı, çok destek oldu. Resmimi çok seviyordu. 1956’da Paris’te açılan 1. Uluslararası Çağdaş ve Modern Sanatlar Sergisi’nde bir Türkiye bölümü varmış. Devrim ısrarla birkaç tablomu oraya koydu. Sonra 80’lerde dönemin kaçınılmaz siyasi kapışmaları, irademin ötesinde kısır döngüler araya mesafeler koydu…

Peki Türkiye’den hiç teklif gelmiyor muydu? Yaşadığınız, yetiştiğiniz ortamlarda bir sergi veya bir Türkiye özlemi?
İlk başlarda, 1956’da İstanbul Şehir Galerisi’nde ilk ve tek şahsi sergi açtım. 1962’de TİP’in (Türkiye İşçi Partisi) İstanbul Şehir Galerisi’nde düzenlediği bir kolektif sergiye dayanışma adına bir tablo yollamıştım. Bir de 1966’da Turan Erol’un zoruyla Ankara Dostlar Galerisi’nde bir kaç çalışmam sergilendi. Aynı yıl askerlik yapmadığım için Türk vatandaşlığından çıkartıldım…

Özlem 90’lı yıllarda depreşti. 1991’de ilk Körfez savaşı sırasında 35 yıl aradan sonra Türkiye’ye gittim. Hatta çocukluğumun bir kısmının geçtiği Suriye’yi bile görmek istedim. Yakınlarımın Güneydoğudaki savaştan ötürü uyarıları üzerine vazgeçtim. Doğduğum topraklara görmek ancak 2009’a, ikinci sefere kısmet oldu. 2010’da akrabaların İstanbul’a gelmesiyle gecikmiş kişisel bir hasret kısmen giderildi.

Resme olan tutku nasıl başladı? Nereden geldi, nasıl gelişti?
Sanki ressam olarak doğmuşum dersem mübalağalı gelebilir, ama doğup büyüdüğüm Kırıkhan’da ne ressam bilinirdi, ne de resim. Kendimden birkaç yaş büyük bir arkadaşımın okul ödevi olarak çizdiği resimlere bakarak resme gözlerimi açtım. Daha sonra okul kitaplarında resim röprodüksiyonları, fotoğrafları gördüm. İlk acemilik tablomu 14 yaşında bir otomobil tamircisinden aldığım yağlar ve otomobil boyalarıyla yapmıştım. 1947’de Kırıkhan’da sergi bile açtım. Babamın bir arkadaşı tesadüfen benim çizdiğim bazı resimleri görüyor. Yahu, bu oğlanın resme feci kabiliyeti var onu mutlaka Güzel Sanatlar Akademisi’ne yollamalısın, diyor. O gün aklıma koydum ben o okula gideceğim, diye. Sınavlara girdim kazandım. Rüyalarımın ilk adımı hakikat olmuştu.

Sonra niçin Paris, niçin Fransa? Kimler geldi, kimler geçti? Esinlendiğiniz akımlar, özelikle etkilendiğiniz sanatçılar oldu mu?
Çocukluk yıllarımın önemli bir kısmının geçtiği Hatay, Fransız mandası altındaydı. Benimle pek ilişkisi olmasa da Urfalı bir Kürt olan babam özerk Suriye Meclisi’nde Hatay yöresi vekillerindendi. Belli bir Fransız hassasiyeti o zamandan vardı. Sonra Akademi dönemimde sanatın olmazsa olmaz merkezi, kıstası zaten Fransa oldu. Okulun Resim Bölümü başkanı Fransız Léopold Lévy, atölye hocam Bedri Rahmi belli başlı bütün okul arkadaşlarım, başta Onlar Grubu Adnan Varınca, Nedim Günsür, Orhan Peker, Turan Erol veya Altan Erbulak, Ayhan Işık hepimiz Fransız kültürü hayranıydık. Rembrandt, Goya, Cézanne , Van Gogh, Matisse ve kısmen de Picasso’dan etkilendim denebilir.

1953’te Fransa’ya geldiğimde kısa bir süre meraktan soyut resimle de ilgilendim. Fakat derhal kendimi en serbestçe ifade edebildiğim, kişisel ve evrensel duygularımı aktarabildiğim, bugüne kadar sürdürdüğüm figürasyon anlatımına geçtim. Bir sürgünün, bir yalnız insanın can simidi diyebileceğim çeşitli mesleklerden insanlar, kadınlar veya çiçek, koltuk, tezgâh, aletler gibi son derece basit ve tanıdık eşyalar resmimin öznesini oluşturdular.
Çocukluk yaşlarında Kürtçe, Arapça, Türkçe, daha sonra Fransızca... Çok dillilik, çok kültürlülüğün sanatçının oluşumunda, güzergâhında yeri nedir, neydi?
Kendimi daima duyguların ressamı, kültürlerarası bir sanatçı gördüm. Herkesin kendi etnik, kültürel özgüllüklerini, en değerli kişisel mirası zenginliklerini muhafaza etmesi esas için elzemdir. Bunun Batı kültürüyle yoğrulması, beslenmesi hele benim durumumda kaçınılmaz, hatta kendiliğinden oluşan bir mecburiyetti. Kürt kimliğinden ötürü zaman zaman dışlanmışlık duygusu yaşamış olsam da farklı kimlik, niteliklerimin özünde yalnızca faydasını gördüm. Bence zaten insanda olduğu gibi sanatta da bir hiyerarşi yok.

Türkiye’ye dönmek nasıl bir duygu?
Bu dönüş bana olağanüstü bir heyecan ve zevk veriyor. Her şeyden önce doğduğum, büyüdüğüm, şekillendiğim ülke. Bu sergi bir manada hayata gözlerimi açtığım anlardan itibaren var olan bir yaranın, acı hatıraların ilelebet kapanmasının sembolü. Eserlerimin burada sergilenmesi, burada tanınması benim ressam ve insan olarak bütünleşmem, bir çemberin tamamlanması. Köklerimin toprağına mutluluk ve huzurla geliyorum. Ama itiraf etmeliyim ki çok heyecanlıyım.

(*) Bu söyleşi kısaltılmış biçimiyle 7 Şubat 2012 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlanmıştır.

Remzi Raşa’nın yaşamına dair Türkçe’de tek kapsamlı çalışma M. Şehmus Güzel’in 2006 yılında yazarın kendi yayınlarından Mersin’de çıkmış olan “Remzi: Hayat Renk Işık” başlıklı söyleşi-anlatı kitabıdır.

Paris – 11 Şubat 2012 / [email protected]