Türkiye Komünist Partisi’nin Youtube kanalından yaptığı 1 Mayıs Özel Yayını’na katılan TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, işçi sınıfının mücadele ve dayanışma günü 1 Mayıs’ı kutladı.
Salgının bu dünya düzeninden bir an önce kurtulmak gerektiğini, bunun ertelenemez bir görev olduğunu ve bu düzenin iyileştirilmesinin mümkün olmadığını bir kez daha ortaya çıkardığını söyleyen Okuyan “İşte ABD’nin hali, işte Fransa’nın, Almanya’nın, İtalya’nın, İngiltere’nin hali. Yok, kapitalist sömürünün olduğu tek bir ülkeyi örnek gösteremiyoruz, burada yaşanır diyemiyoruz” dedi.
TKP Genel Sekreteri düzeni değiştirmek için sihirli bir değnek olmadığını ancak çok etkili bir yol olduğunu belirterek bunun örgütlenmek olduğunu vurguladı. Okuyan “Emperyalizm, gericilik, piyasa bunların hepsi bir bütün. Biri olmadan diğeri yapamaz. Hep söylediğimiz gibi, bu üç kötülüğe karşı mücadeleye mecburuz. Mecburuz çünkü dünya güzel, yaşamak güzel, ülkemiz Türkiye çok güzel. Bugün 1 Mayıs 2020… Gelin güçlerimizi birleştirelim ve Türkiye’yi örnek bir ülke haline getirelim. Kimsenin kimseyi sömürmediği, emperyalistleri bir kez daha kovduğumuz, barış ve huzurun tesis edildiği, kalkınmış, bağımsız, egemen, Cumhuriyetçi, sosyalist bir ülke inşa edelim. Türkiye Komünist Partisi’nin 1 Mayıs çağısı budur” dedi.
TKP Genel Sekreteri Okuyan’ın konuşmasının tamamı şöyle:
“Merhaba dostlar,
1 Mayıs, işçi sınıfının mücadele ve dayanışma günü hepimize kutlu olsun.
Ekonomik kriz, savaş, deprem derken, iki aydır ağır bir salgınla karşı karşıyayız. Öncelikle salgında yaşamını yitiren yurttaşlarımızın yakınlarına başsağlığı, hastalığı geçiren ya da iyileşme sürecindekilere de geçmiş olsun dileklerimi iletmek istiyorum.
Evet, ekonomik kriz, savaş, deprem, salgın diye sıraladım. Oysa yaşadıklarımız bundan ibaret değil. Bilimsellikten giderek uzaklaşan bir eğitim sistemi, yaşamın her alanını karartan yobazlık, kadına şiddet, kadın cinayetleri, çocuklara tecavüz, çocuk evlilikleri, doğanın tahrip edilmesi, plansız büyüyen kentler…
Bir yanda her şeye rağmen büyük şairimiz Nazım Hikmet’in dediği gibi ‘Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim’ diye düşünmekten vazgeçmiyoruz bir yandan da bize bütün bu kötülükleri dayatan bir toplumsal düzende yaşıyoruz, yaşamak zorunda kalıyoruz.
Diyeceksiniz ki bütün bunları anladık ama deprem ve salgın doğal olaylar, bu düzenle ne alakası var?
Olmaz mı hiç!
Bugün teknoloji, en şiddetli depremde dahi yıkılmayacak, hatta hasar görmeyecek konut ve bina yapımını mümkün kılıyor. Depremler bu yeryüzünün bir gerçeğidir, doğayı düşman ilan edemeyiz. Ama insanlarımızı çürük binalara mahkum eden bu toplumsal düzeni pekala düşman ilan edebilir, karşımıza alabiliriz. Evet tam da bunu yapmalıyız.
Salgına gelince…
Virüsler, bakteriler de doğal yaşamın bir parçası. Onlarsız dünya olmaz. Bununla beraber, insanlığın bugün ulaşmış olduğu bilimsel birikim aslında salgınlara karşı da güçlü bir koruma kalkanı oluşturabilecek noktada.
Peki sorun ne?
Sorun şu:
Bütün dünyada sağlık sistemi büyük şirketlerin elinde. Uluslararası ilaç tekelleri ve özel hastaneler bir ahtapot gibi sarmış etrafı. Sağlık cihazı ve malzemesi üretiminden milyarlarca dolar kâr elde ediliyor. Özetle insan sağlığından ve de hastalığından para kazanıyorlar.
Bu sistemin sağlık politikasını ‘önce hastalandır, sonra tedavi et’ felsefesi belirler.
Böyle olunca koruyucu sağlık hizmetlerine kaynak ayrılmaz. Araştırmaların önemli bir bölümü koruyucu tıp değil, tedavi edici ve hatta kozmetik alanına giren ürünlere odaklanır.
Ama iş burada bitmiyor. Sözü fazla uzatmamak için sıralayayım…
Plansız ve rant odaklı kentleşme yüzünden bazı yerleşimlerde aşırı kalabalık var. Nüfus yoğunluğu salgın hastalıkların yayılması için elverişli zemin sunar.
Evsizlik, su ve ısınma sorunları hastalıkların yayılmasının nedenlerindendir.
Yetersiz beslenme insan vücudunu zayıf düşürür. Dünyada açlık kol geziyor. 850 milyon kişi şu anda aç. Her gün 25 bin insan açlıktan ölüyor. Ülkemize bakalım. Asgari ücretle nasıl sağlıklı beslenilebilir?
Sonra, bilim düşmanı çevrelerin yaydığı aşı karşıtlığının, insanlığın yok ettiği bazı eski hastalıkları hortlattığını hatırlayalım.
İlaç tekellerinin ilaç tüketimini özendirici politikaları yüzünden insanların sağlığı bozulmakta. Örneğin yanlış antibiyotik kullanımı yüzünden bazı mikroplar direnç kazanmış ayrıca insanların bağışıklık sistemi çökertilmiştir. Kapitalizm bu, leblebi gibi ilaç kullandırıyorlar. Size birden fazla kişinin yaşadığı bir deneyimden söz etmek istiyorum yeri gelmişken. Sosyalist Küba’yı Türkiye’den ziyaret edenler, her gün gıda maddesi gibi yuttukları ağrı kesicilerden ya da antibiyotiklerden temin etmek için Kübalı hekimlere başvurduklarında, “ben katil değilim” yanıtıyla karşılaşırlar. Küba’da sosyalizm ABD ablukasına rağmen halkını aşısız, gerektiğinde ilaçsız bırakmıyor ama insanların ilaçla zehirlenmesine de izin vermiyor. Çünkü Küba’da ilaç satıp kâr eden özel şirketler yok.
Devam edelim sağlık sistemini sorgulamaya…
Sağlık eğitimi piyasanın ihtiyaçlarına göre tasarlanmış ve giderek toplumcu ve bilimsel bir temelden uzaklaşmıştır.
Sağlık emekçilerinin çalışma koşulları iyice ağırlaşmış, mesai saatleri uzamış, her bir hastaya ayrılan zaman kısalmıştır.
Bütün bunların üstüne, ‘Türk ırkına virüs bulaşmaz’ ya da “COVID-19 diye bir virüs yok bunlar palavra” diyen şarlatanları, hastalara dezenfektan enjekte edelim diyen dünyanın en güçlü emperyalist ülkesinin başkanını ekleyin…
Bu 1 Mayıs günü içinizi karartmak istemiyorum. Ama soruyorum, virüs mü suçlu, bugünkü toplumsal sistem mi?
Sağlık çalışanlarına maske temin etmeyi beceremeyen bir toplumsal düzenin kendisidir asıl felaket. Ve bu felaket doğal filan değildir.
Değerli dostlar, kardeşler,
Bu son salgınla ortaya bir kez daha çıkmıştır ki:
1. Bu dünya düzeninden bir an önce kurtulmamız gerek. Ertelenemez bir görev bu.
2. Bu düzenin iyileştirilmesi mümkün değil. İşte ABD’nin hali, işte Fransa’nın, Almanya’nın, İtalya’nın, İngiltere’nin hali. Yok, kapitalist sömürünün olduğu tek bir ülkeyi örnek gösteremiyoruz, burada yaşanır diyemiyoruz.
Salgınla mücadele uluslararası bir işbirliği gerektiriyor. Oysa uluslararası alanda rekabet, çatışma var. Emperyalizmin gerçeği bu. Herkes birbirine çelme takıyor. Dünya Sağlık Örgütü, bu çatışmaların ortasında ne yapacağını bilemez halde.
Her ülke farklı bir strateji izliyor. Bu salgına karşı mücadelenin etkisini azaltıyor.
Salgının dünya çapında bir olgu haline geleceği ilk anlaşıldığında, bütün uluslararası dolaşım durdurulsaydı, bütün ülkelerde zorunlu sektörler dışında tüm nüfusu kapsayan bir sokağa çıkma yasağı, tüm çalışanların ücretli izinli sayılacağı biçimde ilan edilseydi, tüm ülkeler virüsle ilgili bilimsel çalışmalarda birbirleriyle rekabet edeceklerine işbirliğine gitseydi, bu kadar ölüm yaşanır mıydı? Hayır. Ekonomik zarar bu kadar olur muydu? Hayır. Toplumsal yaşam bu kadar uzun süre kısıtlanır mıydı? Yine hayır.
Peki biz neden iyi olanı, mantıklı olanı yaşamıyoruz da bu barbarlığa mahkum oluyoruz.
Çünkü bütün dünyanın yaklaşık yüzde birlik bölümünün çıkarları doğrultusunda şekillenmiş bir dünya düzenini yıkamadık da ondan.
Bu düzen değişmeli. En kısa sürede.
Elimizde sihirli değnek yok ama elimizde çok etkili bir yol var: Örgütlenmek.
Örgütsüz insanlığın, örgütsüz toplumların başına her tür felaket gelir. Açlık, savaşlar, işsizlik, yoksulluk, salgınlar, zorbalar, yobazlık; aklınıza gelebilecek her şey!
Bakın “evde oturun” kampanyaları yapılıyor. Ama nüfusun önemli bir bölümü çalışmak zorunda. Salgında bile eşitlik yok. Böyle bir düzen değişmek zorundadır.
Bugün 1 Mayıs 2020. Belki emekçi halkın kitlesel gücü harekete geçmedi bugün ama bu düzeni değiştirme iradesini her zamankinden daha güçlü kılmak zorundayız.
Salgın işçileri, emekçileri, köylüleri daha da yoksullaştırdı. İşsizlik patlamış durumda. Bütün bu sorunları doğal göremeyiz.
Şimdi asıl mücadele başlayacak. Patronlar nasıl salgın sırasında işçilerin yaşamını, sağlığını hiçe saydılarsa şimdi de ekonominin bütün yükünü, krizin bütün ağırlığını emekçilerin, hakın sırtına yıkmak için yollar arıyorlar. Buna izin veremeyiz. Nasıl bu düzeni değiştirmek için örgütlü hareket etmemiz gerekiyorsa işimizi ve ekmeğimizi savunmak için de örgütlü mücadele gerekiyor. Bunların hepsi bir bütün.
‘Başa gelen çekilir, kaderimizde ne yazıyorsa onu yaşarız’ demiyoruz. İnsanlığın kaderi sömürü, eşitsizlik, adaletsizlik, gericilik olamaz.
Bizim ülkemizin kaderi AKP iktidarı ya da onun türevleri de olamaz.
Salgın başladığında hükümet on binlerce göçmeni Yunanistan sınırına sürmüştü. Yunan hükümeti bir yandan, bir yandan bizim iktidarımız insanlığımızdan utandıracak bir görüntü çıkardı ortaya. Her şey bir yana, salgının yayılması için bire birdi sınırdaki skandal. Sonra Umre’ye gidiş ve gelişlere izin verdiler… Toplu ibadetin durdurulmasında geç kaldılar… Spor karşılaşmalarını sürdürmede inat ettiler… Bizim kaderimiz bu karanlık, gerici zihniyet neden olsun.
Bugünlerde aklınıza gelebilecek her konuda fetva yayınlamaya başlayan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın dokunulmazlığını ilan ettiler. Diyanet’in açıklamaları eleştirilemezmiş, Diyanet demek devlet demekmiş!
Ne münasebet!
Diyanetin açıklamaları laikliğe aykırı. Diyanetin açıklamalarının eleştirilmesine yasak koymak da laikliğe aykırı. Laiklik bitirildi Türkiye’de ama unutmayalım, hâlâ yasalara göre Türkiye laik bir ülke.
Buradan söylüyoruz. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın açıklamaları bizi bağlamıyor. Din kuralları ile toplumsal ve siyasal alan düzenlenmez.
Peki neden şimdi yeniden gündeme geliyor Diyanet İşleri?
Geliyor çünkü ülkede yoksulluk ve işsizlik kol geziyor. Adaletsizlik ve eşitsizlikler iyice ortaya çıktı. İnsanları susturmak için hemen kutsal değerler devreye sokuluyor.
İnsanların inançlarına, ibadetlerine asla karışılamaz. Herkes istediğine inanmakta, ibadetini yerine getirmekte özgürdür. Ancak siyaset kutsal değerlere sarılamaz. Sarılırsa biz de deriz ki, eşitlik, adalet, kardeşlik de insanlığın kutsal değerleridir. Bunlara da dokunamazsınız.
Kardeşler… Emperyalizm, gericilik, piyasa bunların hepsi bir bütün. Biri olmadan diğeri yapamaz. Hep söylediğimiz gibi, bu üç kötülüğe karşı mücadeleye mecburuz.
Mecburuz çünkü dünya güzel, yaşamak güzel, ülkemiz Türkiye çok güzel.
Bugün 1 Mayıs 2020… Gelin güçlerimizi birleştirelim ve Türkiye’yi örnek bir ülke haline getirelim. Kimsenin kimseyi sömürmediği, emperyalistleri bir kez daha kovduğumuz, barış ve huzurun tesis edildiği, kalkınmış, bağımsız, egemen, Cumhuriyetçi, sosyalist bir ülke inşa edelim.
Türkiye Komünist Partisi’nin 1 Mayıs çağısı budur.”