Sel Yayınları'ndan çıkan Kaçış Rampası 2020'de okuduğum öykü kitapları arasında en dikkatimi çekenlerden birisiydi. Yazarın büyük bir sadelikle, gündelik hayatın ve sıradan insanın ayrılmaz bir parçası olarak inşa ettiği dil ve yine bu dilin, içinde özgürce devindiği atmosferi yaratma konusundaki becerisi okurken sahicilik duygusunun her öyküde size eşlik etmesini sağlıyor.
Bir yazarın ilk kitabından başka şeylerin yanı sıra en büyük beklentim ikinci kitapta bizimle neyi paylaşacağınıza dair bir merak oluşturması. Halil Yörükoğlu'nun ilk kitabıyla bunu başarıyor. Bu söyleşide hem ilk kitabı hem de bir yazar olarak Halil Yörükoğlu'nu inşa eden kaynakları kendisiyle konuşmaya çalıştım. Yörükoğlu, öykülerine yerleşen dilin ve öykülerindeki karakterlerin sadeliğiyle, açıklığıyla cevapladı soruları. Umarım bu cevaplar siz okurları da Halil Yörükoğlu ve ilk kitabı Kaçış Rampası ile buluşma konusunda heveslendirecektir.
Klasik bir röportaj girişiyle başlayalım. soL okurları için kendini tanıtabilir misin ?
Ben 1987 Antalya, Kaş doğumluyum. Çiftçi bir ailenin oğluyum. Üniversitede tarih eğitimi aldım. Memuriyetle ya da benzeri işlerle hiç ilgilenmedim. Okuldan sonra askerlik, ondan sonra da bir prodüksiyon ajansında bir süre kameramanlık yaptım. Sonra da alım satım gibi çeşitli işlerde çalıştım. 2015'ten beri öykü yazmaya çalışıyorum. 2017'de Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri'ne katıldım. Orada öykülerim Dikkate Değer bulundu. 2017'den sonra da yazdıkça yeni dosyalar oluşturdum. İlk kitabım olan Kaçış Rampası, Sel Yayınları'ndan 2020'nin Ekim ayında çıktı. Üç yıldır ABD'de yaşıyorum.
Çeşitli işlerde çalıştığını söyledin. Ne tür işlerde çalıştığını da paylaşabilir misin biraz?
Üniversite 4. sınıfta çoğumuz gibi çalışmaya başladım. Okurken lokantasına gittiğim bi abiyle Balıkesir'de, Zağnos Paşa Camii'nin yanında beş altı masalı küçük bir köfteci açtık. Şimdilerde herkesin sahip olduğu kahveci açma isteği gibi o zaman da herkesin köfteci açma isteği vardı. En azından bana öyle geliyordu. Bir yıl kadar orada çalıştım. O bir yıl hayatımın en kritik dönemlerinden biri olabilir. Normalde dört beş gibi kapanır köfteciler. Biz gece onikiye kadar çalışıyorduk. Üniversite öğrencileri geliyordu. O dönem çok insanla temasım oldu. Sonra sırasıyla ücretli öğretmenlik, kameramanlık ve ticaret ile uğraştım. En son halı yıkamacılara bir fabrikadan aldığım poşetlerden satarak geçimimi sağlarken, 2018'in mayıs ayında ABD'ye taşındık. Cebimizde 3-4 bin dolarla geldik ve ayak bastığımın ikinci günü bir tanıdığın sandviççide bulduğu işte çalışmaya başladım. Sonra Meksika lokantasında çalıştım. Şimdi ise tişörtlerde kullanılan baskı malzemesini satan bir dükkanda makine kullanıyorum. Küçük bir odam var iş yerinde. Haftanın beş günü sabah gidiyorum işe akşam beşe kadar orada çalışıyorum. Kitabın dışındaki hayatım herkes gibi çalışarak ve bir mücadele ile edebiyatla çok da alakasız bir şekilde geçiyor. Yaşayıp gidiyoruz.
Bu çalışma meselesine yine döneriz. Şimdi Kaçış Rampası'na gelelim. 2020 de çıktı. Kitap çıkmak üzereyken taşıdığın heyecanı “Peynirli poğaça yemişim gibi midem yanıyor” diyerek anlatmışsın. Aradan epeyce bir zaman geçti. Kitap okurlarıyla buluştu. Şimdi nasıl hissediyorsun?
Birisinin kitabımı okuyacağını biliyorsam ya da görüyorsam o midemdeki yanma duygusu yeniden ortaya çıkıyor. Kitap çıkmadan önce müthiş bir heyecan vardı. Kitabın çıkmasıyla beraber ciddi bir korkuya kapıldım ve kendimi insanlar karşısında çırılçıplak kalmışım gibi hissetim. Kitapla ilgili olumlu şeyler duydukça biraz rahatlar gibi oldum ama halâ birisi “yeni aldığım kitaplar” dediğinde benim kitabım da içindeyse “Acaba okuduğunda ne düşünecek. Beğenecek mi? Yoksa niye bu kitabı aldım?” mı diyecek diye büyük bir kaygıyla bekliyorum. O baştaki yanma yerini büyük bir merak ve korkuya bıraktı diyebilirim.
Türkiye'de ve dünyanın başka yerlerinde de ücretli çalışanların yaşam koşulları çalışmanın ve yaşamsal ihtiyaçları gidermenin dışında başka şeyleri yapmalarına izin vermiyor. Ücretli bir işçi sabah kalkıyor, kahvaltı ve tıklım tıkış bir yolculuktan sonra işe gidiyor. Ağır koşullarda bütün gün çalışıp, aynı yolu tıklım tıkış bir yolculukla geri gelip, yemek yiyip, biraz televizyona bakıp sabah yeniden işe gitmek için yatıyor. Bu bir fasit daire. Bunu kırıp yazmak, sanatın herhangi bir dalıyla ilgilenmek bu koşullarda pek mümkün değil. Peki sen bu fasit dairenin dışına kendini nasıl attın?
Sanırım daireden çıkmak ile dairenin dayattıkları arasında ciddi bir mücadele var. İnsan kendinde ya da dışarıda bir şey hissediyor, görüyor. Öykü üzerinden gidersek, öykü düşünmek kurmak ve bunu ortaya çıkarmak içinde dairenin dışına çıkabilmek lazım. Tam ayağa kalkacakken şartlar otur yerine diyor. Ben kendi adıma bu daireden yazarak çıkmaya çalıştım. Yazma isteği de yazma biçimi de kendiliğinden oluştu. İlk başlarda bilmeden aklıma her geleni yazmaya başladım. Sonra öykü nedir diye bakınca daha düzenli olmam gerekti. Ama bu defa da bu düzen için bir odada masada uzun uzun çalışmak yazmak gibi bir durum oluşmadı. Şartlar burada devreye giriyor diyor ki “işine bak, vakit mi var?”. Kısır döngü yani. O zaman insan bir güç bulup, bir çözüm üretmek istiyor. Benim yazma şeklim burada devreye girip beni bu çıkmazdan kurtardı. Çünkü ben yazdığım bütün öyküleri telefonun notlar kısmına yazdım. Ve birbirinden çok alakasız yerlerde yaptım bunu. Kafamda kurduğum o hikayeyi gerekirse lavaboda yemek arasında çocuk uyuturken bile yazdığım oldu. Bunu herkes her şartta yazmalı anlamında söylemiyorum. Bende öyle gelişti. Bir tane öyküyü trafikte giderken yazdım. Ama bakın her şekilde yazıyorum anlamında bahsetmiyorum bunlardan. Ya da zor durumdayım gibi bir yerden söylemiyorum.
Sonunu düşünmeden yazmak istiyorsa şunu bilmeli insan, şartlar hiçbir zaman iyi olmayacak. Yazmak istiyorsan yaz, yazabiliyorsan yaz. Bunlar benimle ilgili şeyler. Herkesin motivasyonu, şartı ruh hali farklı. Çok alakasız zamanlarda ve mekanlarda yazmaya çalıştım. Bu hep mümkün olmaz belki ama olduğu kadar uğraşmak lazım.
2017 yılı Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri'ne bir dosya ile katıldın ve öykülerin Dikkate Değer bulundu. O dosyadaki öykülerle Kaçış Rampası'nda yer alan öyküler birbirleriyle örtüşüyor mu?
Örtüşenler var. İki dosyada da olan iki üç öyküm var. Ama Kaçış Rampası 2015'le 2019'un Ocak ayına kadar yaklaşık üçbuçuk yılda yazdığım öykülerin bir toplamı aslında. Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri'ne katılan dosyadaki öykülerin çoğu Kaçış Rampası'nda yok diyebiliriz. Ama o öyküleri de okuduğunda bir üslup devamlılığı olduğunu söyleyebilirim.
Ödüller de edebiyatımızın en tartışmalı başlıklarından birisi olmaya devam ediyor. Hem faydası hem jüriler hem de ödül kriterleri sürekli tartışma konusu ediliyor. Aldığın bu ödülün yazarlık serüvenine nasıl bir katkısı oldu?
Ben kendi dünyamda bir şeyler yazmaya çalışırken yazdığım şeylerin bir jüri tarafından beğenilmesi açıkcası bana ciddi bir motivasyon kazandırdı. Tabi Varlık Dergisi’nde görünmek ya da benzeri şeyler de insana uğraşmaya devam etmeliyim cümlesini kurdurtuyor. Jüriler ve ödüllerin kime verildiği tartışılır. Benim için iyi bir başlangıç oldu bu.
Kaçış Rampası'na aldığın öyküleri nasıl belirledin?
İlk yazdıklarım bildiğim her konuda yazmaya çalıştığım metinlerdi. Ama Kaçış Rampası'nda yer alan öyküler biri dışında hepsi beceriksiz, kırılgan erkek hikâyesi... Bariz bir temadan bahsedemeyiz ama yukarıdan baktığımızda hayatlarında bir şekilde ölüme temas etmiş olan ve bir şeyleri halledememiş erkeklerin hikâyesi var. Arada sadece, “gerçeküstü” diyebileceğimiz "Kaç Hikâye Çıkar Bir Balık Karnından” isimli öykü var. Onun dışında genel tema ve üslup birbirine benziyor.
Peki, kitapta böyle bir bütünlük aradığın için mi bu temayla yazdın? Yoksa yazdıkça yazdıkça mı buraya vardı?
Yazdığım öyküler arasında bir dosya oluşturacak kadar aynı temada öykü olduğunu gördükten sonra zaten ilgimi de çektiğinden bunu tercih etmiş oldum.
Edebiyat eserlerinin yayımlanmasında, hem çeviri edebiyat eserleri, hem de roman ve özellikle öykü de ciddi bir artış var. Bu artışla beraber nicel artışın nitel bir sıçrama yaratmadığına dair eleştirileri de çokça duyuyoruz. Bunun gerekçeleri arasında “editoryal yetersizlikler” de gösteriliyor. Bu yetersizliğin editörlerin kendileriyle ilgili olduğunu söyleyenler olduğu gibi edebiyat dünyasının sahip olduğu düzenin tercihleriyle bunun şekillendiğini söyleyenler de var. İlk kitabını çıkarmış bir yazar olarak editörün yayımlanma sürecinde Kaçış Rampası'na nasıl bir katkısı oldu?
En baştan şunu söyliyeyim. Editörüm Zarife Biliz'in çok ciddi bir katkısı oldu. Yayınevi, 2019 yılında “biz bu dosya ile ilgileniyoruz” dedikten yaklaşık üç dört ay sonra editörüm uzun bir mail attı. Orada “Halil Bey, dosyanızı üslup ve anlatım olarak sevdik. Bahsettiğiniz konular ilgimizi çekti. Ama şunları şunları yapmanız gerekiyor.” tarzında yaklaşık bir yirmi maddelik ve her öyküyle ilgili bir sürü notun olduğu bir mail geldi. Siz şöyle düşünebilirsiniz. “E siz neyi beğendiniz?” Editörse meseleye şöyle yaklaşıyor. “Ben bu dosyanızı yayımlamaya değer buluyorum. Bu çalışmalar yapıldığı takdirde bu dosyanın iyi bir seviyeye geleceğine inanıyorum. Temelde yazdıklarınızı beğendik.” Editörün beğendiği dosyayı hiç dokunmadan, o şekilde çıkarsaydık da muhtemelen okurlar yine “Güzel, elinize sağlık” diyebilirlerdi. Ama editörün müdahalesinin dosyadaki üslubun daha iyi seviyeye gelmesi noktasında ciddi bir katkısı oldu. Ben bu süreçte iyi bir yazarlık atölyesine katılmış gibi oldum. Editörüm bana her şeyi büyük bir sabırla göstermiş oldu. Sade dil kullanımının çok bıçak sırtı bir meselesi var örneğin. Bu bıçak sırtı meselede samimi ve iyi niyetli bir destek almazsanız çok lâkayıt, çok kahvehane ağzı bir dile dönüşebilir yazdıklarınız. Benim dosyamda olduğu gibi editörün müdahalesi o sade dilin iyi bir Türkçe'ye dönüşmesine yardımcı olur. Kaçış Rampası'nın yayımlanma süreci bu anlamda benim için de iyi bir eğitim süreci oldu.
Kaçış Rampası ile ilgili değerlendirmelerin ortak noktası dilinin sadeliği, bu sadelikle oluşturulan karakterlerin ve özellikle atmosferlerin sahiciliği… Okur açısından bir yazarı okumaya en ikna edici yanlarından birisi onun sahiciliği olsa gerek. Buna nasıl ulaştın? Bu sahiciliğin kaynağında ne var?
Umarım dediğiniz gibi yapabilmişimdir. Yazdığınız insanın kurması gereken bir cümle var. O cümlenin o ağza oturması lâzım. Kalıplaşmış karakter özelliklerinden sıyrılmak lâzım. Diyelim bir şehirli insan yazıyoruz. O şehirli insan, evinin balkonundan sürekli filtre kahvesini ya da viskisini yudumlayarak bakmıyor. Gri, saçmasapan bir eşofman ya da az sonra cam silme bezi olarak kullanılacak tişört giyerek de bakıyor. Ben sadece az kullanılmış ama çok gerçek olan o şeyleri bulmaya çalışıyorum yazarken. Kalıplaşmış, artık herkes tarafından ezberlenmiş karakteristik özellikler kullanmamaya çalışıyorum. Kimsenin dikkat etmediği ama benim ağzım açık baktığım tipler var sokakta. O insanların ağzına oturacak en doğru cümlenin peşindeyim. O cümleyi öyküye yedirebildiğimde okurdan güzel şeyler duyuyorum.
Dil meselesine gelince. Türkçe konuşuyor, Türkçe yazıyorum ve bunun karşı tarafta bir eziyete dönüşmemesini, okuru yormamasını istiyorum.
Göçmen işçilik zor zanaat. Kitabın girişine nakşettiğin cümlede de bunun izlerini görmek mümkün. Orada “Evden ve dilden uzakta yeni bir ev ve yeni bir dil kurduğum ailem için” diyorsun. Evi kurup oradaki hayata alışabildin mi? Memleket hasreti ile nasıl baş ediyorsun.
Çok duygusal bir tipim ve çok duygusal tepkiler verebiliyorum. Her an ağlamamam için hiçbir sebep yok. Her an her şeye ağlayabilirim. Memlekete uzak olmak... Burada altın kafeste de olsan o mesafe, hasret kapanmıyor. Çünkü bütün sosyalliğim, bütün arkadaşlarımla temasım telefon üzerinden. Öteki olmak bu dünya düzeninde bitmeyen bir şey. Hangi şarta, hangi duruma hangi imkâna sahip olursan ol, Amerikan futbolu da izlesen, bir yerde oturup hamburger de yesen daima ötekisindir. Ve hukuki zeminde sana bir şey söyleyememeleri senin kendini buraya ait hissetmemeni değiştirmez. Başına hiçbir şey gelmez, haklarını kanunlar korur, sen de onların gittiği her yere gidebilirsin ama sen ötekisindir. Bu dünyanın her yerinde böyledir. Buna bir de dil, çalışma şartları, mesafe eklenince, her ne kadar günlük hayata tutunma çabası içinde kendini unuttursa da bir şarkı duyarsın, bir film izlersin, bir paylaşım görürsün ve “Ah! Bir Sadri Alışık Çay Bahçesi vardı” dersin. Benim asla kendimi öteki hissetmeyeceğim, gerçekten sahibi, parçası gibi hissettiğim bir toprak memleket. Ama bir yandan da ben yörüğüm. Yürümek bir çadıra bakar. Sonuçta bu da genlerimde var. Bize "Size burada su yok, toprak yok" derler. Bir bakarsın diğer dağa ovaya gitmişim. Öyle de bir durum var.
Bu duygular, şartlar içerisindeyken yazmaya devam edebiliyor musun?
Evet evet. Her seferinde yeni bir şey yazamayacağımı düşünüyorum ama yazıyorum yani.
Peki memleket nasıl görünüyor oradan?
Memleket buradan kötü görünüyor maalesef. Bin yıllık devlet geleneğimiz var. Ama insanlarımız bir şekilde refaha eremediler. İnsanlarımız için çok üzülüyorum. Babam için çok üzülüyorum. Amcalarım için....Hayatlarını çiftçilikten kazanan, emekçi insanlar bunlar. Özellikle pandemi döneminde daha da kötü görünüyor. Yani 2021 yılında 85 milyon ülkenin halâ 70 milyonunun aşılanmamış olması için nasıl bir bahane olabilir? Siyasi bir eleştiri olarak da söylemiyorum bunu. Çok kederli bir durum bu. Buradan öyle kederli görünüyor.
Cevabını çok merak ettiğim bir soruyla devam edelim. Oradaki hayatın yazdıklarına geçmeye başladı mı?
Bunun olmasını ben de çok istiyorum ama şimdilik çok az oluyor. Bunu istiyorum çünkü okuduğum Amerikan öykülerinin ve izlediğim filmlerin tarzından etkileniyorum. Bizdeki şaşalı anlatımın tam tersine çok küçük, çok alâkasız, çok sıradan bir mesele üzerinden dertlerini anlatmaya çalışıyorlar. Ve başarıyorlar. Bu mevzu çok ilgimi çekiyor. Ben de bunu yapmaya çalışıyorum aslında. Burada içinde olduğum hayat mücadelesinden dolayı ciddi bir hikayenin peşinde olamıyorum. Orada zaten etrafımda yakınen gördüğüm, yürürken, kahvede, lokantada gördüğüm insalar vardı. Burada ise çok daha birbirine uzak ve bireysel bir yaşam var. O yüzden doğrudan insanların hikayelerinin içine giremiyorum. Gözlemliyorum. Yazmaya çalıştığım öykülerden biri Trendeki Yabancı'da yayımlandı. “Sevgilimin Youtube Premium Üyeliği Var” isimli bir öykü. Buradaki bir kadının erkek arkadaşının kendisine olan ilgisizliğinden yakınmasından hareketle yazmaya çalıştım. Türkiye'nin aksine burada her yerde yaşanabilecek bir öykü gibi geldi bana.
Yeni öyküleri ne zaman okuyabileceğiz?
Yazdıkça dijital ya da süreli yayınlarda yayımlıyorum. Şimdilerde Onur Çalı'nın editörlüğünde Kitap Cumhuriyeti tarafından yayımlanacak bir öykü derlemesinde bir öyküm çıkacak. Mavi Güvercin ismi. Taunus marka bir araba üzerinden bir hikâye. Ama senin de işaret ettiğin türde, buralı öyküler henüz daha tam oluşmadı. Bütün emeğim onun üzerine açıkçası. Ben de onların çıkmasını çok istiyorum.
Çok sevindim seninle tanıştığıma. Röportaj için zaman ayırdın ve soruları cevapladın. Çok teşekkür ederim.
Ben de teşekkür ederim. Eksik olmayın.