Rol, racon ve operasyon: Peker videolarının psikopolitik analizi

Hep birlikte müptelası olduk: Peker Reality Show. Önemli soru bu: Karşımızdaki bir kişilik müsameresi mi siyasi operasyon mu?

soL - Sağlık

Bu adamların psikolojisi nedir? Hem dizileri hem kendileri neden bu kadar ilgi çekiyor? Rol mü kesiyor, racon mu kesiyor? Neden kahraman olmak istemiyor? Ya da kendini kahraman olarak mı görüyor? Reis kim? Yoksa reisler var ve onlar arasında bir kapışma mı izliyoruz?

İki psikiyatrist Tolga Binbay ve Endam Köybaşı, bir psikopolitik söyleşiyle bu sorulara cevap bulmaya çalıştı. Yanlış anlaşılmasın. Peker sözkonusu olduğunda, gündem derin devlet, mafya ya da kapitalist Türkiye’nin türlü alengirli işleri olduğunda, sözü “uzmanlarına” bırakmak lazım demedik. Onlar da “açılın biz doktoruz” demediler ama bu Pazar beşinci bölümünü izlediğimiz “Sedat Peker Reality Show”un bir psikopolitik incelemenin konusu olması pek uygun olur diye düşündük, hep birlikte.

Tolga Binbay: Türkiye son bir haftadır bir mafyababasının videoları ile yaşıyor. Dizi film izler gibi. Videolar kadar videolardaki simgeler de çok konuşuldu, konuşuluyor. Kitaplar, kitapların seçimi, anlamı, tespihin duruşu vs. Bir kişilik gösterisi ile mi karşı karşıyayız? Herkes merak ediyor ve konuşuyor: Narsistmiş, anti-sosyalmiş vs. diye.

Endam Köybaşı: Bizim gördüğümüz bu. Amatör çekim videoda "bir kişinin" mücadelesini izliyoruz. Ama çok da beklemediğimiz bir şekilde. Çünkü bu işler, siyasetle mafyanın iç içe geçtiği “o dünyanın” kendi içinde çözülür, sonrasında bizler de ne olup bittiğini belki öğrenirdik. Bu videolarla haliyle bir çoğumuz şaşırdık. Diğer taraftan ilgi çekici bir hikâye. Biliyorsun işin içinde normal çerçevenin dışında bir hayat var. Para kazanma şekilleri, birbirleri ile kurdukları ilişkiler, oraya ait kurallar. Haliyle ilgimizi çekiyor. Bu yaşananların dizi veya kitap versiyonları da çok izleniyor. “Baba” filmi örneğin ya da bizde “Kurtlar Vadisi”. Ama her durumda bu dünya bize tamamen kirli görünmez veya gösterilmez. Oralarda da bir “felsefe” vardır. Ve herkesin harcı değildir oralarda olmak!

Oysaki hukuken bir suç dünyası vardır ortada. Şimdi buranın işleyiş dinamiklerini tüm ayrıntılarıyla kestirebilmek zor. Ekonomisi, kuralları ve siyasi ilişkileri… Adı üstünde karanlık.

Tek kişinin şovu mu, gruplar arasında çatışma mı bilemeyiz ama sürecin hayatımızı etkilediği kesin. Sadece dikkatimizi çekmesi açısından değil. Toplumsal devinimi açıktan veya derinden belirlemesi anlamında yaşantımızı ne kadar etkilediğini görüyoruz.

Evet, tam da bu söyleniyor bir yandan: Ancak bir kişilik çıkıp böylesi "delice" şeyler yapabilir. Hatta ancak "bir deli" bizi kurtarabilir. Meczup değil de ne yaptığını bir yere kadar bilen bir deli, bir kişilik...

Söz konusu olan kişilik örgütlenmesi olunca çizginin nerede çekileceği her zaman tartışma konusu olur. Burada psikiyatri işin biraz kolayına kaçar en son toplumsal işlevselliğine bakar. Yani toplumun, çağının gerektirdiği görevleri üstlenebiliyor, sürdürebiliyorsa patoloji olarak değerlendirmez.

Örneğin içine kapanık insanlarla ilişkisi sınırlı kişiler bir işin ucundan tuttuğu sürece izolasyonları dert edilmez. Hatta bu yalnızlık hali kitap yazmak gibi sanatsal faaliyetlere dahi evrilebilir. Ya da takıntı derecesinde planlayıcı olma hali. Bir işe başlayıp bitirmemize engel değilse bazılarımızın özelliğidir. Hatta bu kişilerin elinden çıkan işler gayet tercih edilir, her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüştür çünkü. Ancak bu özellik kararsızlığa yol açıyor adım atmayı engelliyor yürüyen işleri bozuyorsa ruhsal bir sorun olarak değerlendirilir.

Konumuza dönecek olursak, burada gözlediğimiz şey mevcut sosyal işleyişe uyum sağlamaya yönelik sorunlar. Hani toplumsal düzeni politik felsefi veya ahlaki anlamda reddedişten bahsetmiyorum. En basitinden kendisi dışındaki bireylerin de varlığına saygı gösteren belli bir mesafeyi koruyan, onların isteklerini kavrayabilen bir ruhsal yapıdan bahsediyorum. Anti sosyaller bunu yapamaz. Sorunları küçük yaşlardan neredeyse her şeye karşı gelerek uyum göstermeyi reddederek başlar, her zaman kendi isteklerinin karşılanmasını bekleyerek ömürlerini geçirirler. Ve bu yapı sosyal işleyişe uyum sağlayamaz. Örneğin dürtülerini erteleyemez. Sıra bekleyemez en basitinden. Her zaman haklıdır örneğin. Bir kişiyi öldürmüşse dahi kendisi haklıdır, ölen ölerek bile suçludur. Yanlış zamanda karşısına çıkmıştır merhum mesela, bu kadar basittir açıklaması onlar için.

Peki karşımızda uyum gösterebilen ama fırsat eline geçince de farklı yere geçen fırsatçı birisi mi var? Bu anlam mı çıkıyor?

Bu kişileri uyum kapasitelerine göre çok farklı yerlerde görebiliriz. Hapishanede, bir suç örgütünde. Ya da siyasette, yönetimde, bir futbol kulübünün başında. Durulmaları için çok şiddetli uyaranlara ihtiyacı olur. Alkol, madde, kendi bedenine zarar verici davranışlar veya sürekli bir tehdidin, riskin olduğu koşullara gereksinimleri olur.

Fakat bu özellikler, hepimizin bilinçdışı arzularıdır aslında. Düşünsenize gönlünce yaşamak, astığını asmak, kestiğini kesmek, sorumlu olmamak, hesap vermemek. Tam içimizdeki dürtü kazanının fantezisi. Bir çoğumuz bunları farklı enerjilere çevirir. Hatta bazıları bu özelliklerle çok da iyi, toplumsal dinamiklere uyumlu asker, polis gibi işlerle geçirir ömrünü. Nasıl bu dürtüler çok farklı yollar çiziyorsa bunu hastalık boyutunda yaşayan kişiler de farklı zamanlarda değişik uyum kapasiteleri gösterebiliyor. Bazı otoritelerin gücünü kabul ediyorlar örneğin. Ya da yaş aldıkça öfke nöbetleri azalabiliyor. Çok sınırlı durum ve zamanlarda da olsa suçluluk hissedebiliyorlar. Bu olayda da bu dinamiklerin, kendisini suç örgütüne yolladığı bir figürü izliyoruz. Artık bundan sonrası "otorite"nin, devletin ya da toplumsal işleyişin bu karakterleri nasıl "kullanacağı" ile ilişkili olur.

O zaman şu soru akıllara geliyor: Düzen siyasetinin sağı hep böyle kullanışlı “karakterler” mi buluyor? Suça meyilli, hatta baştan aşağıya suç olan. Burada otorite, kişilik, sağ, sermaye ve suç arasında bir sarmal var. Onu anlamak için soruyorum.

Anti-sosyal kişiliklerin toplum içindeki tarihi, toplumun sermaye birikim modeli ve gelişkinliğine bağlıdır desem, Marksizm’den yararlanmış olsam da psikiyatriden uzaklaşmış olacağımı sanmıyorum. Türkiye'de de bazı gazetecilerin özel ilgi alanı oldu, kabadayılar, mafya babaları, çete liderleri. Devletin suç örgütlerinin içine yerleştirdiği özel eğitimli kontrgerillaları da dahil olmak üzere birçoğunun ayrıntısına vakıfız sayelerinde. Elbette karanlıkta kalanlar da var.

Kabadayıdan babaya geçişin psikoanalizi

Örneğin seksen öncesinde suç örgütleri liderlerinin ismi kabadayıydı ve farklı özellikleri ile anılırlardı. Mahallede dara düşen yoksulların ağabeyi, çıkarları çatışan grupların ara bulucusu vb. Politik olarak da kendini günlük siyasal aktörlerden bağımsız gören ama devletin işleyişine, Atatürk 'e hayranlığını ifade eden kişiler. Para kazanma biçimleri aynı ama ölçek küçük. Alım satım işlerine konu olan ölçek mahalledeki değerli arsalar ya da kumar lüks otelde değil de sahibi olduğu kahvehanede oynanıyor. El değiştiren uyuşturucu madde cinsi ve miktarı günümüzdekiyle kıyaslanamayacak kadar düşük bütçeli.

Buradan Cemal Dindar'ın bu konularda söylediklerine gönderme yapmış olalım; isimleri de kabadayı. Henüz baba değil! Çünkü baba otoritedir, yasanın sahibidir. Dayı ise annenin kardeşi. Erkek çocuğu babanın şiddetine karşı koruyan kişi.

Devletin kolluk güçleri her zaman bu organizasyonun farkında. Kurduğu ilişkilerin niteliği ise soğuk savaşla birlikte değişiyor. Sosyalizmin var olduğu dünyada kapitalist devlet, suç örgütleri ve onların liderlerini devletin içlerine taşıyacak kadar kabul ediyor. Ekonomik paylarını büyütüyor. Çünkü resmi orduların yetmediği yerde bu organizsayonlar ilerici, muhalif her türlü kesime karşı kullanılıyor. İşte o dönemden sonra mahallenin dayıları artık baba oluyor. Sadece racon kesmiyor: Yasa belirliyor! Yasa hem toplumsal işleyişin gizil dinamikleri açısından soyut anlamda yasa, hem de somut hukuk yasaları. Bu kişilerin dilleri, davranış kalıpları hayatımıza giriyor.

Bir sonrasında güçlenerek mafya babasına oradan da saygın iş adamına terfi ediyorlar. Ve bu kişilerin hapse girmesi ya da tahliye olmaları için özel yasa maddeleri çıkarılabiliyor. Ama tabi bu kişilerin etkilerini kavramaya başlamamız kapitalist ülkelerin bunların artan gücüne karşı önlem alması ile oluyor.

Peki, şimdi Peker "tüm ülke muhalefetinin" dayısı mı olmak istiyor? Yoksa kişisel bir örselenme, hesaplaşma mı bu? Anti-komünistlikten ülkenin umudu, haydi umudu demeyelim ama heyecanı haline gelen bir kabadayı, mafya, anti-sosyal mi?

Peker artık dayı gibi bir koruyucudan çok baba, reis gibi bir yasa koyucuyu temsil ediyor. Ülkemizde artık neredeyse herkes başkan veya reis. Peker'in kimseyi kollama koruma çabası olduğunu sanmıyorum. Devlet işleyişinde son dönemlerde alışkın olduğumuz bir sürece yeniden tanıklık ediyor olabiliriz. Bir dönem birlikte yol alınan bir organizasyonun artık dışlanmış olması.

Peker de kişisel bir direniş sergilediği iddiasında. "Biz Turancılar" dışında sürekli "ben" dilini kullanıyor olması bu algıyı güçlendiriyor olabilir ancak zaten bu ruhsal dinamiklerin potansiyelinin de ancak bu kadar olduğunu sürekli ben dilini kullandığını bilmek gerekiyor. Son zamanların popüler "amatör videolarından" birisi de incinmesi pek de beklenemeyecek birisine bir psikiyatristin "incinmişsin sen" demiş olmasıydı.

Evet, evet. Şu meşhur video gibi; evet gördüm. Peker de evinin basılmasına ve eşinin eşyalarının aranması için özellikle erkek polis gönderilmesine de vurgu yapıyor...

Kişisel bir incinme de varsa bile Peker esas olarak kuralları degiştirmek istemiş olabilir, ya da kural değişikliğine ikna olmamış olabilir; bilemiyorum. Ancak söz konusu illegal alanın da bir işleyişi olduğunu biliyor ama tam kavrayamıyoruz. Bunu Alaattin Çakıcı’nın “aramızda yaşananlar aramızda kalmalıydı” ifadesinden anlıyoruz.

Fakat bir noktadan sonra bunların bir önemi yok. Toplumu bu kadar ilgilendiren bir şeyin artık sadece bir kişinin sorunu olduğunu düşünmek işi tamamen dramatize etmek olacaktır.

Racona uygun değilmiş. Hakikaten de mafyatik dünyanın bu gibi kuralları varmış. Örneğin uzlaşmazlıkların nasıl çözüleceği önceden kurala bağlanmış. Bunları bozmanın bazı diyetleri olduğu söyleniyor. Maddi tazminattan kendi canıyla ödenmeye kadar varıyor. Mesela rakiplerin çocuklarına zarar vermek kabul edilemez bir şey bu dünyada. Her şeye rağmen her toplum ölçeğinde olduğu gibi orada da grup dinamiklerinin işlediğini söyleyebiliriz.

Birçok şeyin iç içe girdiği bir dünyada hangi "dünyanın" kurallarının nerede nasıl işlediğini artık kestiremiyoruz.

Mafyanın işleyen kuralları bozulmuş olabilir. Tıpkı olağan hayatta kuralsızlığın rasyonelleşmesi gibi. AKP kongreleri salgını rağmen yapılabiliyor mesela. Ortada suç olmasa da tutuklu kalabiliyorsunuz yıllarca. Emekçiyseniz hak arama mücadeleniz peşinen reddedilebiliyor. Salgında “iş insanıysanız” istediğiniz kadar para kazanabilir hatta bunu evde kalarak yapabilirsiniz. Emekçiler ise açlık veya ölüm korkusuyla yaşamak zorunda. İkizdere’ye beton dökmek istediğinizde saygın iş adamı, direniş gösteren köylüyseniz terörist provokatör ilan ediliyorsunuz? Bu hangi dünyanın kuralı?

Bu ne kadar mafyatik ne kadar "sosyal" onu belirleyen bir noktadan sonra kişilerin ruhsal dinamiklerinden çok toplumsal dinamikler oluyor.

Peki, Kişilik mi konuşulmalı? Siyaset mi? Yani düzen siyasetine yön verme operasyonu ile bir kişiliğin hesapları, dertleri iç içe geçmiş durumda sanki. Neye, ne kadar ağırlık verelim?

Burası bize bağlı. Yani biz profesyonel açıdan bu kişinin ruhsal dinamiklerine ışık tutabiliriz ek olarak ama kendi adıma siyaseten daha derin bir şey söyleyebileceğimi sanmıyorum. Bu yaptığımız özellikle düzen dışı muhalefetin görmek istediğine engel olur mu yoksa yardımcı mı olur kestiremedim.

Toplum nasıl bir tepki verdi? Bu tür olaylara gösterilen ilgi hep vardı bu sefer daha mı fazla? Tam da narsist bir karakterin isteyeceği gibi…

Narsisizm son zamanlarda çok konuşulan bu olayla yeniden hatırlanan bir kavram. Ve narsisizm toplum adına çok daha kullanışlı bir kişilik örgütlenmesi olduğundan mıdır bilemeyiz üzerine daha çok çalışılmış bir konu. Çok daha katmanlı bir yapı. Psikopatoloji seviyesi hafiften çok ağıra kadar gidebiliyor. Biz ise işlevsellik düzeyi yüksek hafif olguları gözlemliyoruz. Çok ağır narsisistik kişiler ise anti sosyal kişilik örgütlenmesini hatırlatabiliyor bize. Oysa birbirinden farklı dinamikler.

Narsisizmde temel sorun kendini sevememektir. Yazım hatası yok. Narsistler bilinçdışında kendisini sevilmeye değer bulmaz. Bu nedenle şişinir durur. Ben bu nedenle öne çıkar. En iyisini her zaman kendisinin bildiğini, yaptığını düşünür, düşünülmesini ister. O yüzden eleştiriye tahammül edemez. Bilinçdışında sevgiyi hakketmeyen bu yapı her zaman en iyisine layıktır, ayrıcalıklıdır. Şahsının verdiği kararlar önemlidir, kendi düşüncesine göre suç olup olmaması bir kişinin ceza almasında kıymetlidir. Anti-sosyallerle önemli bir yerde ayrılırlar. Superego dediğimiz ahlak, vicdan temalı zihinsel işleyiş narsistlerde mevcuttur. Suçluluk hisleri vardır. Elbette ki çoğunlukla az önce bahsettiğim dinamiklerin hizmetindedir bunlar. Anti-sosyalde süperego dediğimiz toplumsal yasakların kavranmasını sağlayacak yapı neredeyse yoktur.

Çok ağır narsistlerle anti-sosyal kişilikler, psikanalizde yer alan geleneksel psikoz-nevroz ayrımında neredeyse psikoz çizgisine yakın olacak kadar alt düzey kişilik örgütlenmeleridir. Yani gerçeği zaman zaman değerlendirmeleri bozulur. O yüzden birbirlerine bazı açılardan benzerlik gösterebilirler. Fakat temel sorun farklı yerdedir.

Kırılgan bir kişilik ama muhalif ilerici kesim muhatap aldı hatta bazı beklentiler oluştu. Değişim umudu taşıyan önemli bir kesim heyecanlandı. Neden?

Burada ruhsal anlamda bilinçdışı bir dinamik işlediği söylenebilir. Yani umarım öyledir. Buradaki beklenti stresten, zorlayıcı koşullardan hızlıca bir an önce dışarıdan bir müdahaleyle kurtulmayı arzulama fantezisi. Despotik yöntemlerle, baskıyla, zorla idare edilen bir halkın böyle hissetmesi oldukça anlaşılır. Bireylerdeki gibi topluluklarda da örgütlenme düzeyi düştükçe verilen tepkiler irrasyonel, anlık, duygusal olabiliyor. Hele bir de zulmedenin kendi içinden yarılmasının yarattığı heyecan bu fanteziyi güçlendiriyor.

Oysaki karşı çıkan figür elmanın diğer yarısı. Bir an önce iyileşmeyi isteme bu tepkilere yol açabiliyor. Bireysel alanda nasıl etkili bir ilaçla rahatlamak, mutlu olmak, zayıflamak hatta öğrenmek istiyorsak topluluk olarak da zorluklar kendiliğinden çözülsün istiyoruz.

Burada son dönem egemenlerin bizi toptan maruz bıraktığı alışkanlıklar da var. Siyaset artık programlarla, hedeflerle, değerlerle tartışılmıyor. Liderler ve daha kötüsü onların yaşantısı üzerinden tartışılıyor. Muhalefet, cumhurbaşkanı adayının "evini" göstererek toplumu bazı şeylere ikna etmeye çalışıyor.

Bizim merak ettiğimiz şey liderlerin yaşantısı değil, ürettiğimiz zenginliklerin nasıl paylaşıldığı olmalı. Toplumun olan şeylerin toplumsal açıdan denetlenebilmesi olmalı. Hal böyle olunca benzer öteki alkışlanabiliyor.

Oysa ki kimde somutlanırsa somutlansın, “babanın” çürümüş yasaları, onun düzeni, onunla pazarlık ederek, onu yola getirerek, onun arızalı kısımlarını düzeltmeye çalışarak değiştirilemez. Psikanalitik kuramdan devam ederek söyleyecek olursak; ancak kız ve erkek kardeşlerin yeni bir anlaşmayla; adil, dayanışmacı, eşitlikçi, barışçıl bir anlaşmayla bir araya gelerek, babanın ve onun temsil ettiği kuralların hükmüne son vermesi ile mümkün olur.