Murat Çoküreten ile Küba Günlerim kitabı üzerine

Türkiye’den Küba’ya giden bir basın emekçisinin izlenimleri ve bunların yaptığı çağrışımlardan oluşan “Küba Günlerim”in yazarı Murat Çoküreten, kitabında sosyalizme vurgu yapıyor.

Tülay Gül

Basın emekçisi Murat Çoküreten’in kitabı “Küba Günlerim”, Luna Yayınları’ndan çıktı. Çoküreten’le kitabı ve Küba üzerine sohbet ettik.

Küba Günlerim, tüm dünya halklarının Covid-19 virüsü ile mücadele ettiği bu günlerde gerek halk sağlığı uygulamalarıyla gerekse dayanışma amacıyla farklı ülkelere yolladığı sağlık ekipleriyle ilgi çeken Küba’ya yapılan bir geziden edinilmiş izlenimlerden yola çıkarak kaleme alınmış bir kitap. Çoküreten, Küba’ya 2019 yılının Temmuz ayında gerçekleştirdiği yolculuğunu, orada yaşadıklarını ve daha fazlasını samimi bir dille anlatmış, ayrıca yolculuğu boyunca çektiği fotoğraflarla da içeriği zenginleştirmiş. 

Öncelikle, Türkiye’deki Küba literatürüne katkınız için José Martí Küba Dostluk Derneği adına size teşekkür etmek istiyorum. Kitabınızın giriş bölümünde de bahsetmişsiniz, Küba Günlerim’in yazılış hikâyesini bizimle paylaşır mısınız? 

Küba hakkında yazılmış binlerce kitap makale ve yorumun yanında “Küba Günlerim” ancak okyanusta bir damla olabilir. Literatüre bu kadar küçük bir katkıda bulunmak bile beni mutlu eder. Onun için yaklaşımınıza çok sevindiğimi söylemeliyim. 

Sorunuza gelince, açık söyleyeyim, Küba’ya gitmeden önce aklımda kitap yazmak yoktu. Her yolculuk öncesi yaptığım gibi, gideceğim yer hakkında kitaplar okuyup belgeseller izledim. İşte o zaman, Küba gezimin diğerlerinden farklı olacağını anladım. 

Belirtmeliyim ki yaşamak, görmek ve gözlemlemek; okumak ve belgesel izlemeye kıyasla çok daha güçlü, çok daha etkili… Bunu Havana’ya adım attığım anda duyumsadım. Küba sizinle birlikte nefes alan bir ülke. Pek çok ülkeyi gezmeme rağmen bu hisse yalnızca Küba’da kapıldım. Gittiğiniz ülkeyle bütünleştiğiniz zaman, o ülkeden çok daha fazla etkileniyorsunuz. Her yıl milyonlarca turisti bu ülkeye çeken şeyin ne olduğunu daha iyi anlıyorsunuz. 

UNESCO’nun araştırması da bu savımı destekliyor. Bu araştırmaya göre, dünyada en çok görülmek istenen ülkenin Küba olduğu ortaya çıkmış. Geldiğiniz ülke, sosyalist değerlerden taviz vermeden halkın ve turistlerin ihtiyaçlarını karşılayabiliyorsa, tüm artılarının yanında siyasi bir çekicilik de kazanıyor. Çünkü güler yüzlü bir sosyalizmin mümkün olduğuna gözlerinizle şahit oluyorsunuz. Eşsiz yerler görüyor, eşsiz deneyimler yaşıyorsunuz. Tüm bunlar birleşince kafanızda pek çok şey birikiyor ve bunları başkalarına da anlatma ihtiyacı hissediyorsunuz. “Küba Günlerim”i yazmaya, işte bu duyguları bana yaşatan Küba’da karar verdim.

Kitabınız, Küba’ya ayak bastığınız andan değil, öncesinden, yolculuk planlarınızdan başlıyor. Anladığım kadarıyla bu seyahat sizin için sadece fiziksel değil aynı zamanda düşünsel de... Yani, kapitalizmden sosyalizme doğru bir yolculuk. Biraz bu konuya değinmek ister misiniz?

Elbette, gideceğiniz ülkenin kendi ülkenizden ve diğer ülkelerden farklı yönleri olduğunu öğrenince kıyaslama yapmaya başlıyorsunuz. Örneğin, seyahatimin başladığı İstanbul Havalimanı, kapitalist toplumlara özgü, “daha çok harca-daha çok tüket, eskisini yık-yenisini yap” zihniyetinin ürünü bir yapı. Bu zihniyete bir de Ortadoğu toplumlarına has “lüks, gösteriş, şatafat, azamet” gibi özellikler eklenince, ortaya belki dünyanın en “büyük ve görkemli” havaalanı çıkıyor, ama gelin görün ki, bu yapının ülkemizin çığ gibi büyüyen sosyal sorunlarının çözümüne en ufak bir katkısı yok. Buraya harcanan parayla halkın geniş kesimine hitap edecek hizmetler götürülebilirdi. 

Öte yandan Havana’daki José Martí Uluslararası Havalimanı, 90 yıldır kullanılan bir havaalanı. Evet çok eski ve küçük bir havaalanı… Neden böyle diye araştırınca iki ülkenin önceliklerinin farklı olduğu ortaya çıkıyor. Küba’da dış görünüş ve gösteriş yerine insan ihtiyaçları ön planda tutulmuş. Neticede Küba, eğitim ve sağlık gibi temel sorunlarını halletmiş, gelecek kaygısı taşıyan, sokakta yaşayan insanı bulunmayan mutlu insanların ülkesi haline gelmiş. 

Bunları görünce dünyanın en büyük havaalanına sahip olmanın hiçbir anlam ifade etmediğini anlıyorsunuz. Kadına ve çocuğa yönelik istismar ve şiddetin olmadığı, herkesin eşit bir şekilde eğitim, sağlık ve kültür hizmetlerine erişebildiği bir ülkede ise havaalanının eski ve gösterişsiz olmasını yadırgamıyorsunuz. Tüm toplumun ulaşabildiği “temel insani ihtiyaçların”, sınırlı bir kesimin yararlanabildiği lüks ve bolluk yerine tercih edilmesinin “daha rasyonel” bir tavır olduğu gerçeği tokat gibi yüzünüze çarpıyor. Bu akılcı yaklaşımın sosyalizm sayesinde gerçekleştiğini fark edince de, insana değer vermeyen, mal ve sermaye öncelikli kapitalist sistemin artık tarihin çöplüğündeki yerini alması gerektiğini düşünüyorsunuz. Bu anlamda Küba gezisi benim için gerçekleri gösteren bir ayna oldu diyebilirim.

Kitap üç bölümden ve kısa alt başlıklardan oluşuyor ve her biri bize Küba ile ilgili yeni pencereler açıyor. Bu alt başlıklardan biri Küba’da kadın olmakla, bir diğeri Havana Üniversitesi’yle ilgili… Gözlemlediğiniz kadarıyla Küba’daki sosyal hayatı değerlendirebilir misiniz?

Toplumdaki bireylerin yaş, cinsiyet ve sınıf farkı gözetmeksizin canlı bir sosyal yaşantıya sahip olması “mutlu toplumlara” has bir özelliktir. Bulunduğum süre içerisinde Kübalıların genelde mutlu olduğunu gözlemledim. Zaten cadde ve sokakları dolduran insanların güler yüzlü, neşeli ve cana yakın tavırlarını fark etmemek mümkün değil. Bırakın sokaktakileri, evlerin açık pencerelerinden yükselen müzik ve kahkaha sesleri bile mutlu olduklarının göstergesi değil mi? Müzik ve dans, Küba’da hayatın ayrılmaz bir parçası. 

Başkent Havana’dan, en ücra köşelere kadar istisnasız her yerleşim biriminde mutlaka bir veya birkaç sanatçı olduğunu duyduğumda çok şaşırmıştım. “Bu nasıl oluyor” diye araştırdığımda, karşıma sosyalist yönetim biçiminin başarısı çıktı. Devrimin sanata ve sanatçıya verdiği önem gereği, her yerleşim yerinde kültür ve sanat merkezleri kurulmuş. Böylece faaliyetler ülkenin tüm birimlerine yayılmış. Devletin kültürel zenginliği korumak ve yaşatmak için gösterdiği bu çaba, bence tüm dünyaya örnek olmalı.

Vinales Vadisi’ndeki bir köy ziyaretimizde, meydanda şarkı söyleyip dans eden insanlar gördüm. Bir süre izleyince profesyonel bir grup kadar kaliteli bir gösteri sergilediklerini fark ettim. Oradakilere, “Bu grup Havana’dan ya da başka bir büyük şehirden mi geldi” diye sordum. Aldığım cevap çok şaşırtıcıydı. Bu gösteriyi sergileyenler o köyde yaşayanlardı. Köylüler her akşam eğlence amaçlı toplanıyor, şarkı söyleyip dans ediyorlardı. Hem de profesyonellere taş çıkartırcasına… Sanatçılar öncülüğünde uygulanan “birlikte dans ediyor ve şarkı söylüyoruz projesi” sayesinde bu noktaya gelinmişti. 

Bazı dağ köylerinde ise “Genç Yaratıcılar Evi” adında kültür merkezleri olduğunu, bu merkezlerde faaliyet gösteren çocuk ve gençlerin, tıpkı bu köyde olduğu gibi köylülere hünerlerini sergilediğini de oradaki köylülerden öğrendim.

Bir akşam Havana’nın “Old Town” denilen bölgesinde, canlı müziğin ritmine uyarak sokakta dans eden insanlar gördük. Az sonra sokağın başında elinde beyaz baston olan yaşlı bir adam göründü. Ağır aksak adımlarla bize doğru geliyordu. Hem yaşlı olduğu hem de gözleri görmediği için, dans eden kalabalığa karışmasın diye koluna girip kenardan geçmesini sağlamayı düşündüm. Ancak o benden önce davrandı. Şaşkın bakışlarım arasında elindeki beyaz bastonu havaya kaldırıp ritmik hareketler yapmaya ve dans etmeye başladı. O zaman anladım ki Küba’da “müzik ve dans”; çocuk, genç, yaşlı, sağlam, engelli ayırt etmeden, adeta damarlardaki kanla birlikte dolaşıyor. Onlar için sosyalleşme işlevi görüyor.

Havana’dayken bir gün “Yaşlılar Evi”ni de ziyaret etme fırsatı buldum. Orada, yaşlıların da her zaman sanatla iç içe olduğuna şahit oldum. Bazı yaşlılar çeşitli egzersizler yaparken, bazıları da dans edip şarkı söylüyordu. İçerdeki odalarda da resim, seramik, heykel yapan yaşlılar gördüm. İşin sevindirici yanı, Havana’dakine benzer “Yaşlılar Evi”nin Küba’da tüm kentlerde bulunduğunu öğrenmemdi.

Ayrıca her şehirde sinema, tiyatro, opera ve bale salonu bulunduğunu da söylediler. Bu salonlara gitme fırsatı bulamadım. Ancak rehberimizin söylediğine göre, halk ücretsiz veya çok düşük bir ücret karşılığında film ve gösterileri izleyebiliyormuş.

Küba’da çok sayıda sanatçı yetişmesinin nedeni, sanatın herhangi bir dalına yeteneği olan çocukların, eğitim uzmanları tarafından daha küçük yaşlardayken tespit edilmesiymiş. Bu çocuklara, sanatçı olarak gelişmelerini sağlayacak özel eğitimler veriliyormuş. 

Bizde nasıl her sokakta bir bakkal bulunuyorsa, Küba’da da hemen her sokakta bir veya daha fazla ressam atölyesi bulunuyor. Ressamlar bir yandan tablolarını yaparken bir yandan da yaptıkları resimleri sergileyip satıyor. Bundan dolayı  Kübalı ressamların tabloları dünyanın her yerinde büyük bir beğeniyle alıcı buluyor.

Sanatçılar gibi yetenekli sporcular da küçük yaşlarda belirleniyor. Başarılı oldukları branşlarda sportif açıdan kendilerini geliştirmeleri sağlanıyor. Beyzbol, atletizm ve boks yaygın olarak yapılan ve uluslararası alanda madalyalar getiren spor dalları arasında yer alıyor.

Bir de, “La Vida Gorda” dedikleri bir kültüre sahipler ki, bu gerçekten hayranlık verici, insanlığa örnek olması gereken bir kültür. ” La Vida Gorda”, komşular arasında dayanışma ve hoşgörüyü ifade ediyor. Ömürleri boyunca zorlukları birlikte göğüsleyecekleri ve yaşamlarına beraber devam edecekleri için, kimse birbirine küsmüyor. Kimse birbirini dışlamıyor ya da birbirine kötülük yapmaya çalışmıyor. Tam tersi herkes birbirini kolluyor ve destek oluyor. Böylece toplumsal dayanışmanın en güzel örneği sergileniyor.

Saydığım tüm bu özellikler, sosyal yaşamın canlı ve hareketli olmasını sağladığı gibi, halkın yaşama sevincini de arttırıyor. Bu güzelliklerin altındaysa elbette ki  “insan odaklı sosyalist hayat tarzı” yatıyor. 

Fikrimce Küba Günlerim başlıklı kitabın her sayfasında bir macera var; hem ziyaret ettiğiniz yerlerin tarihini Küba tarihi ile birlikte öğreniyoruz, hem de bizi keyifli anılarınızın tanığı yapıyorsunuz. Kitapta bahsi geçiyor ama ben tekrar sormak istiyorum, Küba Günlerim’i okurken geleneksel bir gezi kitabı olarak değerlendiremeyiz değil mi?

Aslında geleneksel gezi kitabı özelliklerini taşıyor. Bunun yanı sıra, başımdan geçen ilginç olayları okuyucuya daha etkili bir dille aktarabilmek için öyküleme teknikleri de kullandım. Ayrıca kitabın ”Küba’da Yaşam” adlı son bölümünü “öğretici anlatım” tarzıyla yazdım. Böylece gezi kitabının tüm özelliklerini taşıyan, içinde öyküleme ve didaktik anlatım tarzında bölümler de bulunan bir kitap ortaya çıktı.

“Kuzenlerin Böcekle İmtihanı” ve “Kurtarıcı Gözyaşları” başlıklı bölümlerde ”açıklayıcı öyküleme” tarzı anlatımı; “Trinidad’da Aşk Başkadır” başlıklı bölümde ise “sanatsal öyküleme“ tarzı anlatımı kullandım. Kitap genelde çok beğenildi. Öyküleme kullandığım bölümler için de, okuyucularımdan pek çok olumlu geri dönüş aldım. Hatta “yazacağım bir öykü kitabını merakla bekleyeceklerini” söyleyen okurlarım bile oldu.

“Küba’da Yaşam” başlıklı kitabın üçüncü ve son bölümünde; “Eğitim”, “Sağlık”, “149 Numaralı Ev, Biyoteknolojinin Gelişimi”, “Kültür Sanat”, “Müzik ve Dans”, “Din” ve “Yeme İçme Alışkanlıkları” alt başlıklı bölümler bulunuyor. Bu bölümde alıntılar, istatistikler, bilimsel araştırma sonuçları daha fazla olduğu için didaktik anlatım tarzı göze çarpıyor. ”149 Numaralı Ev”in farklı bir özelliği var. Aslında bu başlık altında “açıklayıcı öykü” tarzı bir anlatım var. Fakat Dr. Akif Akalın’ın yazısından alıntı olduğu için bu bölümde kullanmayı uygun gördüm.

Kitabınızda ABD tarafından Küba’ya uygulanan ablukanın da bahsi geçiyor. Abluka oradaki yaşamı nasıl etkiliyor, gözlemleme fırsatı yakaladınız mı?

Öncelikle ablukanın insanlık suçu olduğunu belirtmeliyim. Devletlerarası anlaşmazlıklara masum siviller üzerinden baskı ve şiddetle çözüm bulmaya çalışmak vahşettir, barbarlıktır. 

ABD, devrimden bu yana Küba’ya abluka uyguluyor. Ablukanın gıda ve sağlık malzemelerini de kapsaması, emperyalizmin vahşi ve çirkin yüzünü gösterirken, suçsuz insanlara acılar çektiriyor, hatta ölüme gönderiyor.

Gözlemlerime gelince, Santa Clara’da su almak için girdiğim marketin boş rafları dikkatimi çekti. İçecek ve birkaç kuru gıda dışında bir şey yoktu. Ancak Kübalıların bu durumdan şikâyetçi oldukları söylenemez. Anlattıklarına göre et, süt, yumurta, pirinç, un gibi temel gıda maddelerini devlet herkese ihtiyacı kadar dağıtıyormuş. Mesela küçük çocukların günde bir litre süt hakkı varmış. Tavuk, balık ve kırmızı et her aileye yetecek kadar veriliyormuş. Hâl böyle olunca açlık gibi bir sorunları olmadığı gibi, son derece dengeli besleniyorlar. Bunun yanı sıra, son zamanlarda organik tarım yaygınlaşıyor, ürünlerde çeşitlilik artıyor. 

Kısacası, sosyalist devlet anlayışı, ABD’nin uyguladığı gıda ve tarım ablukasını boşa çıkarmayı bilmiş. Sovyetler Birliği’nin dağıldığı 90’lı yıllarda bu ülkeden gelen yardımın kesilmesi ve ABD ablukasının yoğunlaşması nedeniyle yaşanan gıda sıkıntıları artık gerilerde kalmış. Ayrıca ablukanın turistleri etkilememesi için her türlü önlem alınmış.

Küba’da dikkatimi çeken şeylerden biri de “eski arabalar” oldu. Abluka nedeniyle ülkeye uzun yıllar yeni araç girmemiş. Bu nedenle trafikte 60-70 yıllık araçlar dolaşıyor. İşin ilginç yanı bu eski araçlar tertemiz ve bakımlı görünüyor. Yeni araç alamayan Kübalılar, eski araçlarının tamir ve bakımında uzmanlaştıkları için eski araçları hurdaya çıkarmıyor. Son yıllarda caddelerde tek tük yeni araçlar görünmeye başlasa da, çok pahalı olduğu için halk genelde yeni araç alamıyor. Sonuçta Küba’ya gelen turistler eski araçlarla nostaljik bir tatilin keyfini çıkarıp ülkeden güzel anılarla ve memnun ayrılıyor. Sanırım bu da ABD’nin istediği sonuç olmasa gerek.

İnsanlık dışı ABD ablukasının tıbbi malzemeleri dahi kapsaması vahim sonuçlar doğurmuş. İlaç ve malzeme eksikliğinden dolayı çok sayıda ölüm yaşanmış. Bunun üzerine, 1992’de alınan bir kararla ”genel nüfusu tedavi etmek için kullanılan tıbbi malzemeler” yaptırımlardan muaf tutulmaya başlanmış. Fakat ABD’nin bu kararı da uygulamadığı görülüyor. Son Covid-19 salgınında temel ihtiyaç ürünleri, hijyen, personel koruyucu ekipman ve test kitlerine erişimin abluka nedeniyle iyice zorlaştığı haberleri geliyor. 

Küba halkı,  özgürlük ve bağımsızlığına düşkün, devlete ve sosyalist ilkelere sadık bir halk. Görünen o ki ABD’nin  “insani yardımlara bile engel olması” Kübalıları yıldırmıyor. Aksine devrim ilkelerine daha sıkı sarılmalarını sağlıyor. ABD ise dünya kamuoyunun gözünde küçük düşmeye devam ediyor.

Kitabınızın son bölümünde bize Küba’nın eğitim sisteminden sağlık sistemine, müzik ve dansından yeme içme alışkanlıklarına kadar farklı konularda bilgi veriyorsunuz. Aslında bu sadece bir ülke ile ilgili değil, siz okuyuculara sosyalizmi de anlatmış oluyorsunuz. Bildiğimiz ve okuduğumuz kadarıyla Küba’da tümüyle farklı bir yaşam var, sizi tüm bunlarla ilgili en çok etkileyen neydi? Paylaşmak ister misiniz? 

Küba halkının; “emperyalizme teslim olmamak” ve “kendi içinden kahramanlar çıkarabilmek” gibi karakteristik özellikleri var. Hiçbir destekçisinin olmadığı ve dünyada yapayalnız kaldığı dönemde bile, güçlü liderleri Fidel Castro önderliğinde direnmeyi tercih eden, yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen devrime bağlı kalan Küba halkına hayranlık duydum. Bu yönüyle ülkemizle olan benzerlikleri de dikkat çekici… Atatürk’ün işgalci güçler karşısında kazandığı zafer ile José Martí’nin ölümü pahasına İspanyol sömürgecilere savaş açması iki ülkeye de özgürlük ve bağımsızlık getirmişti. 

Küba halkı; faşist diktatör Batista’nın teslimiyetçi politikalarından sonra tehlikeye düşen bağımsızlıklarını, bu kez Fidel Castro ve Che Guevara önderliğinde kazanılan zaferle bir kez daha geri almayı başaran bir halk. Batista’nın ülkeyi terk etmesinden sonra gerçekleşen sosyalist devrimi, abluka ve dış baskılara rağmen yaşatabilmiş bir halk…

Küba devriminden bu yana 60 yıl geçmiş olmasına rağmen, devrime olan bağlılıklarında en küçük bir azalma olmamış. Bağımsız Küba’nın simgesi José Martí’ye ve devrimin önderleri Fidel Castro ile Che Guevara’ya, tıpkı bizim Atatürk’e olduğumuz gibi büyük bir saygı ve sevgiyle bağlılar. Devrimle gelen kazanımların korunmasında “önderlerine olan bağlılığın” büyük payı olduğunu düşünüyorum.

Bu değerlendirmem ışığında “Küba’da sizi en çok etkileyen neydi?” sorunuza; dünyada güler yüzlü bir sosyalizmin mümkün olduğunu gösteren “Küba Devleti” ve devrime sonuna kadar sahip çıkan “Küba halkı” cevabını veriyorum.

Son olarak, şunu söylemek istiyorum, kitabınızı okurken samimi dili beni çok etkiledi. Ayrıca kitap boyunca farklı yazarlardan şiirler okuyoruz ve şiir okumayı seven biri olarak bu durum benim için bir süre sonra hoş sürprizler halini aldı. Peki, yine heyecanla okuyacağımız yayınlanmayı bekleyen kitaplarınız var mı?  

Kitabımla ilgili düşünceleriniz beni çok mutlu etti. Anlatılan konuyla ilgili şiirlerin hem anlatımı güçlendirdiğini hem de yazıya estetik bir boyut kattığını düşünüyorum. Bundan sonraki kitaplarımda da fırsat buldukça konuyu güzel şiirlerle desteklemeyi düşünüyorum.

Şu sıralar, TRT’de çalıştığım dönemde yapımcılığını üstlendiğim ve dinleyiciler tarafından çok beğenilen “Efsaneler Hikâyeler” adlı programın metinlerini kitap haline getirmek için çalışıyorum. Yolu yarıladığımı söyleyebilirim. Bu kitap basıldıktan sonra, yine ilk kitabımın tarzında bu kez başka bir ülkeyi ele alacağım bir projem var. O ülkeye gidip araştırma yapmadan ismini açıklamak istemiyorum. Ancak bu kitabın da en az Küba Günlerim kadar ilgi çekeceğine inanıyorum.

KİMDİR?

Murat Çoküreten, 1963 Eskişehir doğumlu. İlk, orta ve lise öğrenimimi Ankara’da tamamladıktan sonra, o zamanki adıyla Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksekokulu’nu kazandı. Radyo Televizyon Sinema bölümünden mezun oldu, TRT GAP Diyarbakır Radyosu’nda program yapımcısı olarak çalışmaya başladı. 2017 yılında TRT İzmir Radyosu’na tayin edildi. TRT’nin bölgesel ve ulusal radyo postalarında 20 yıl boyunca çeşitli programları yayınlandı. 2018 yılının Ağustos ayında sürekli basın kartı almaya hak kazanarak TRT’den emekli oldu. İlk kitabı Küba Günlerim 2020 yılının Mart ayında okuyucuyla buluştu.