Korona 65

Covid-19 günlerinde bir hikâye...

Deniz Arık Binbay

Adını Fuji koydum. Fuji mi, Fujiler mi, Fujigiller mi, bilemiyorum gerçi. Görmedim. Görür gibi oldum. Mutfağa girmemle bir karaltının önümden sıvışması bir oldu. Başımdan aşağı kaynar sular indi sanki… Hiç sevmem… En korktuğum şey… Ama o ya da onlar Fuji elmalarımı pek sevmişler. Iyy sevmez olasıca, kuyruğunu kuytularda çatlaklara kıstırasıca… Tekerleme gibi oldu. Torunlarım pek sever tekerlemeyi. Yarın telefon edeyim de söyleyeyim. Kuzucuklarımm… Nasıl da burnumda tütüyorlar… Aylar oldu şöyle bir sarılmayalı. Misss… Unutacaklar bir şey değil. Bir de bu hengâmede ölürsem, bitti gitti. Bir anneannem vardı derler mi acaba? Ölmek de dert değil, yaşadım yaşayacağım kadar ama soluksuz kalmak...

Aklına getirme, güzel şeyler düşün, çiçek koklar gibi burundan nefes aaaal, ağızdan veeeer. Dur canım! Nereye ölüyorum? Marketten gelen tüm paketleri yıkıyorum; ellerimi desen, “10 dakikada bir yıkayın” dediler ama ben tedbirli kadınımdır, beş dakikada bir yıkıyorum. Azcık yara oldu ya amaaan, yara geçer. Kaç yara geçti şimdiye kadar…

İç sıkıntısı zor geçiyor yalnız. “Can sıkıntısı, solunum sıkıntısından iyidir” dedi benim kız geçen gün. Bak bak laflara. Sizin keyfiniz yerinde tabii, yavrular yanınızda, iş var, güç var. Market serbest, dolaşmak serbest. Neyse, onların da dertleri ayrı, kıyamıyorum. Ama bu da zor. "Ayy bunaldııım!" diye bağırdım geçen gün. Birisi de çıkıp "Neyin var?" demedi. Niye demedi? Kimse yok da ondan. Ama kedim, tosmanım anladı. Anlıyor, vallahi billahi anlıyor. Geldi süründü, başladı ellerimi yalamaya…

Hah, evde kedi var madem ne Fujisi? Tembel de biraz. Yakalamak bir yana, fare gelse yanına yatsa bakar bu kedi. O kadar sevecen yani. Döndüm dolaştım, konuya geldim. Benim böyle olur bir yerden başlarım, 40 köyün 40 derdini gezeeer gelirim. Dönüp gelebiliyorum ya hâlâ, bu iyi. Ya bir gün başlarsa Alzaymır malzaymır? Mmmuç, tık tık tık. Şeytan kulağına kurşun. Böyle tahtalara vurup vurup sonra da “Kim o?” dermişim kendi kendime. O fıkra da çok komik ya anlatacak insan lazım. Hem başlarsa ben farketmem nasılsa, kızla damat düşünsün. Şimdi zaten Alzaymır oldum desem, doktora mı gidebileceğim? Her yer korona… Hastaneye kendi ayakcağızımla gidip kendimi yoğun bakımlara sokamam… “Bizbize yeteriz Nevin’ciğim”. Bak kendime Nevin’ciğim diyorum, çünkü ben demesem kimse demiyor, neyse...

Geçen gün şekerim yükseldi, yuutuupdan bakıp tedavi ettim kendimi. Artık kolay, doktorlar her gün anlatıyor, kanal kanal gezenler var… Sabah programında turp gibi gördüğümü, akşam aynı kıyafetle iftar programında gördüm, pörsümüş. Yaşlanmış 5 program, 8 saatte! Yazık. Televizyonda aradığımı bulamazsam da kayıtları var yuutupta. Bakıp bakıp notlarıma ekliyorum. Tarifler ayrı, sağlık notları ayrı… Ne güzel.

Şeker haplarını depolasaydın böyle olmazdı, abla!” dedi her gün telefonda en az beş vakit konuştuğum kardeşim. 3 kez ben ararım, 2 kez O. Ben ablayım ne de olsa. Kardeşim dediysem aslında sadece bir yaş küçük benden. Çok severim, ikiz gibi büyüdük. Doğru diyor yine, fazla fazla yazdırsaymışım, ne bileyim. Şimdi nasıl gidip yazdırayım? Aile hekimi Gülgün Hanım’ı aradım geçen gün. Aradım ama ulaşamadım. İşi başından aşkın kadının tabii. Giyindim, gizlice gideyim dedim, apartman kapısından döndüm. Bir de rezil olmak var oralarda. Aslında raporlu ilaçlar eczanelerden alınabiliyormuş. Küçük, cingöz kardeşim arayıp söyledi sonradan. Ama şimdi en kalabalık yerler oralar. Yedi düvele maske mi dağıtsınlar, raporlu ilaçları mı versinler? Yoksa, aldıkları bozuk paraları çamaşır suyuna mı yatırsınlar, ne yapsınlar? Evlere sipariş de ayıp geliyor bu kadar işin üstüne, eli ayağı tutmaz gibi. En iyisi limonlu suya biraz tarçın…

Neyse, gelelim konuya. Jandarmayı çağırdım, dedim “Evde fare var!”. Fuji muji deyip güldürse miydim kendime? Dümdüz söyledim: “Fare var”. Zaten yaftayı yemişiz, “65 yaş üstü”. Duyan korkuyor. Sanki biz getirdik ülkeye bu zatı muhteremi. Her 65 yaş üstü umreci mi? Değil. 65 yaş üstüysen daha zararlıymış bu virüs, hepsi bu. 64’sen yalnız, yaşadın. Benim kardeşim mesela yırttı. Yaşa takılmadı bu sefer. Ben ehliyeti bir yıl erken aldım diye nasıl kudurmuştu. Rövanşını alıyor şimdi, 47 yıl sonra... Eh, insan ruhu zaman tanımaz. “Aman abla, kendine dikkat et!” deyişinde bir mana var ki, 47 yıl gözümün önünden geçiyor durmadan.

Konya’da umreden dönen bir mübarek, tam 267 kişiye bulaştırmış diyorlar. Tabii, yaşlılık için en prestijli yere gidip gelmiş, cakasını satmasın mı? Şimdi satmasa, mesele soğuyacak. 3 ay önce hacı olmuştun, Allah kabul etsin mi diyecekler? Gül sularını falan taze taze serpeceksin etrafa tabii ki… Neyse, her 65 yaş üstü aynı değil yani.

Bankaya gittim, gençliğine güvenen bir zevzek çıtkırıldım demesin mi “Sokağa yalnız çıkmaya utanmıyor musun?” Haydaaa!?!? Elim ayağım tutuyor, zımba gibi değilsem de mors alfabesi gibiyim. Teklesem de ilerlerim. Hem hepsinin bir hikâyesi var, ağırlığınca anıyla yüklü o teklemeler, ayak sürümeler, durmalar, yutkunmalar… Yaa, sen ne bileceksin? 20 yaşında, ceket etek takımı giyip bankoya oturunca büyüyüvermiş ama sanıyor ki 65’te hayat bitiyor. Ohooo, oturduğun yerden bakınca güneş erken batıyor. Tepelere çık hele, Şeytan Tepesi’ne. Bak ufka, hayat orada… Hem de capcanlı… Neyse… Elim ayağım titredi: “Her şeyimi yalnız yaparım ben!”. Geçenlerde de üstüne yürümüşler gençler sokakta gezen 65 yaş üstü birilerinin. Nereden alıyorlar bu cesareti bunlar? İki gıdım güneş göreceğiz diye bir dayak yemediğimiz kalmıştı çoluk çocuktan… D vitaminimi unuttum yine, kemikler de güve yemiş şile bezi gibi olmuş zaten. Amaan, neyse, yazın giderim deniz kıyısına. Ayfer ablanın yazlığında, yayılır soğururum güneşi iliklerime kadar. Olan oldu, güneş beni daha fazla kırıştıramaz zaten... Yoo, Ozon deliği de kapanmış diyorlar… Tabii Ayfer abla iyi olursa.

Huzurevinde kalıyordu bizim Ayfer abla, öğretmen lisesinden ablamız olur. O üçüncü sınıftaydı, ben bir. Ama yedi yaş büyüktü benden. Babası ölünce okuyamamış, ara vermiş. Yakındaki huzurevindeydi, ziyaret etmiştim geçen yıl bayramda. Ne sevinmişti… Korona olmuş, huzurevindeki 38 arkadaşıyla birlikte. Yarısı sizlere ömür. Ayfer abla kurtulmuş. Çıkınca aradım hemen. Dedi ki, “Astronotlar tedavi etti beni Nevin’ciğim, pek havalıydı. Çıkarken de alkışladılar. Sanki uzaydan dönüyordum.” Oğlu ve gelini yanlarına almışlar sonra. Her işte bir hayır var işte… Emekli maaşını da onlara verecekmiş. Herkes memnun. Oğlu işten atıldı tabii… Annesini de sever mutlaka canım.

Neyse jandarmaya bir paket fare zehiri sipariş ettim, yanına da birkaç çikolataydı, dondurmaydı ekledim. Ses etmedi oğlan, kibar bir delikanlı, boylu boslu… Torun var evde sandı herhalde. Getirdi tertemiz, elinde eldiven ağzında maske, bir de fotoğraf çekindik. Belgelemeleri mi gerekiyormuş ne. "Sosyal devletmiş gibi çek panpaa" derdi benim büyük torun görse. Ama hoşuma gitti, sık sık çağırırım artık. Bir gün zabıtayı, bir gün jandarmayı, arada muhtarı çalıştırayım da sevaba girsinler hem…

Arada halimi hatırımı soranlar var, çok şükür. Onu da bulamayanlar var, yazık. Üst komşu mesela. Her gün bir günaydınımız vardır, o kadar. Gerçi ben bu Fujigiller yüzünden geceleri ne uyku ne bir şey… Sonra öğleden sonra ikide “Sabah şerifleriniz hayırlı olsun”… Dengem şaştı. Bağışıklık için gece uykusu pek önemliymiş, efendim melatonin hormonu, bir de büyüme hormonu gece salınırmış. Aslında zencefille, karabiberi, turpu, kemik suyuyla iyice karıştırıp her sabah içsem… Kız olsa şimdi “Sen asıl şu sigarayı bırak!” der ya… Bırakamıyorum, ne yapayım, 40 yıllık arkadaşım o benim. Kimseyle o kadar uzun kalmadım ki… Annemlerden erken yaşta ayrıldım, kocayı da boşadım, sonra kız okudu bitirip gitti, kediler desen yeni… Bu meret hep yanımda… Olmaz olasıca ama gitmiyor da götürmüyor da… O değil de karşı komşum da pek iyidir. Bir kap yemek getirir arada. Ben de her gün anlatıyorum evde Fuji’yle maceralarımızı. Hanım pek cevval, “Ben gelip yakalayayım” dedi ya neme lazım, ilacı koydum ben. Yerse… Bakalım… Hem yani, ses oluyor evde yine de…