Kent surlarında açılan gedikler: Hepimiz geleceğin potansiyel evsizleriyiz - 2

Çalışma mekânından kovulan işçinin sınıfıyla olan iletişim imkânları elinden alınmıştır. Öyleyse işçi sınıfı çekildiği ya da sürüldüğü yerlerde yeni barikatlar kurmak zorundadır.

Çağdaş Gökbel

Türkiye, evlerin kârlı bir yatırım aracına dönüşmesinin sancılarıyla ekonomik krizin (hiper enflasyonun) tam ortasında yüzleşiyor. Ailem, Antalya’da yaşadığı için bu kırılmayı birebir gözlemleyebiliyorum. Son bir yılda gerçekleşen astronomik kira artışları, Konyaaltı semtini yoksullara tamamen kapatmıştır. Kiralar bu hızla artmaya devam ederse, pek çok insan yıllarca yaşadıkları evlerini ve semtlerini kaybetmek zorunda kalacaklar. Türkiye, dramatik bir kırılmaya doğru hızla ilerliyor. Bu dev mülksüzleştirme saldırısının ciddi trajediler doğuracağı açık. Oysa 28 Mayıs 2013 yılında başlayan Gezi Direnişi, siyasi sonuçlarla buluşturulabilseydi bu günlere gelmeyebilirdik. Bir kent direnişi olarak Gezi, tüm dünyaya önemli bir tecrübe bıraktı. Bu tecrübeyi Türkiye ile sınırlı tutmak büyük hata olur. İnsanlar o güne dek yapılan saldırılara karşı başkaldırmış ve başbakanlık ofisi dahil olmak üzere kentin tam kalbini zorlayarak pek çok kritik mevziyi elde etmeye çalışmışlardı. Kısacası burjuvazinin korktuğu ne varsa bir anda gerçek olmuştu. Şimdi, Gezi’nin siyasi sonuçlar elde edememesinin acı sonuçlarıyla yüzleşiyoruz. Napolyon’un pardon Erdoğan’ın Kanal İstanbul rüyasını bu makalede ortaya koymaya çalıştığım eksende değerlendirmeliyiz. 

Türkiye burjuvazisi, karşılaştığı krizleri dev imar projeleriyle aşmak, çevreyi yok etmek ve durmamak zorunda. Bu saldırıların yeni yıkımlar ve trajediler getireceğini şu an ada üzerinde net bir biçimde görebiliyorum. İrlanda, bu saldırıyla uzun süredir yüz yüze olduğu için trajedilerin neler olabileceğini açık biçimde gözlemleyebiliyoruz. İrlanda’da uygun fiyatlı bir sosyal konut üretmek için devlet diğer Avrupa ülkelerine göre 138.000 € daha fazla para ödemek zorunda.1 Peki, neden? İrlanda Konut Bakanı Darragh O'Brien, sosyal konut inşası için kamu bütçesini pervasızca özel müteahhitlik şirketlerine saçıyor. İnşaat şirketleri, aldıkları para karşılığında çok az sosyal konut inşa ediyor. Bu bir nevi hırsızlık ve dolandırıcılık olarak görülebilir. Halkın parasını kullanan bakan, paranın karşılığı olan konutları alamıyor. Kira ve konut fiyatları hızla yükseliyor. Ve bu iş bir kâr alanı olmaktan çıkmadığı sürece duracakmış gibi görünmüyor. Herkes dibi ne zaman göreceğimizi merak ediyor. Oysa bir dip var mı, bu bile gerçekten meçhul. Hali hazırda başkent Dublin, artık kesinlikle işçi ailelerini barındırabilecek durumda değil. Evini satın alma ayrıcalığına sahip olamayan bir ailenin Dublin’de barınabilmesi imkânsız denebilecek kadar zor. Kentin diğer dünya kentlerinde olduğu gibi finans kapitale pazarlanması, onu hem ruhsuz hem de kitleler için daha büyük bir nefret nesnesi haline getiriyor. Bir dönem İngiliz emperyalizmine karşı direnişin sembol mekanı olan Dublin, kapitalizmin örnek mabedine dönüşmüş durumda. Konut krizi yeni rekorlar kırarken ve başbakan Leo Varadkar sorunu tankla-tüfekle çözeceği teranesini ağzında sakız gibi çiğnerken, Dublin’de büyük otel projeleri hız kesmeden devam ediyor. Çocuklar sıcak bir evin rüyasını görmeye, anneler yaşadıkları acıları unutmak için damarlarına uyuşturucu enjekte etmeye devam ederken, burjuvazinin yaratıcı yıkımı hız kesmeden işçilerin hayatlarını karartıyor...

Afiş, Sinn Fein Tarafından Hazırlanmıştır. Kasım 2022 verilerine göre İrlanda’da evsizlerin sayısı psikolojik sınır olarak kabul edilen 10 bin sınırını aştı.

İrlanda’daki evsizlik rakamlarına devlet bu alanda hatalı da olsa bir istatistik tuttuğu için erişebiliyoruz. Buradaki hata, istatistiklerin belgesiz göçmenleri ve doğrudan hükümde yaşamak zorunda kalan mültecileri içermemesinden kaynaklanmakta. Tüm bu rakam oyunları, evsizliği daha az göstermek için yapılıyor. 

Türkiye’de ise 2021 yılında Independent Türkçe’den Ali Kemal Erdem’in haberindeki rakamlara göre sadece İstanbul’da tahmini 70 bin evsiz var ve bunların %95’i erkek.2 Bugün, bu rakamların kat be kat daha yüksek olduğunu düşünmememiz için bir neden yok. Çünkü uluslararası veriler konut maliyetlerinde ciddi artışlar olduğunu gösteriyor. ‘Global House Price Index’in raporuna göre konut piyasasındaki yüksek artışlarda Türkiye birinci sırada yer alıyor. Türkiye’de artık ev satın alabilmek hayal. Aşağıdaki grafiği bu şekilde değerlendirebiliriz.

(The knight frank global house price index Q2 20222. Ranked by annual % change in nominal terms)3

Öyleyse karşı karşıya olduğumuz şey tam olarak nedir? Zamanın hangi süreciyle benzerlikler taşıyor? Burjuvazi, sınıf savaşını öyle bir düzeye getirdi ki zamanın çitleri kırılmış gibi görünüyor. Yaşadıklarımızın hangi zamana benzediğini kestirmekte zorlanıyoruz. Yükselen plazalara, jiletli dikenli telli ve güvenlikli lüks sitelere bakacak olursak orta çağa kadar geri gitmiş oluruz. Burjuvazi bir çitleme hareketine girişmiş durumda. Türkiye’de yapılan dev projeleri ve bunların çevresinde gelişen ekonomiyi bundan bağımsız değerlendiremeyiz. Öyleyse emeğiyle para kazanan herkese bir ‘soysuzlaşma’ dayatılıyor. Barınma hakkı, güvencesi ve geleceği çalınmış kitlelere dönüşüyoruz. Mahalleler soylulaşırken, mahalleden sürülen ve uzaklaştırılanlar bir çeşit soysuzlaştırmayla mücadele etmek zorunda. 

İrlanda’dan Türkiye’ye: Kentin yeniden inşası

İstanbul üzerine düşünecek olursak, artık İstanbul’un her noktası işgale açık durumdadır. Bu işgali durdurabilecek tek güç örgütlü ve siyasi hedefleri net olan bir harekettir. Kısa ya da uzun erimli kitlesel patlamaların anlık geri çekilmeler yaratsa bile burjuvazinin yarım bıraktığı işe devam edeceği kesindir. Sokaklar artık daha güzel, güvenli ve temizdir. Kentin ise ruhu çekilmiştir ve kimse kendisini oraya ait hissetmemektedir. Bu yüzden belki de zamansız şehirlere hapsolmuş durumdayız. Zamanı belirleyebileceğimiz her mekân bir bir yok olmuştur. Yok edilmeyenler ise piyasa ile uyumlu kılınarak bir şekilde yok edilmektedir. Engels, bu konuyla yakından ilgilidir ve Haussman’ın yaptıkları onun da dikkatini çekmiştir. Kentin yeniden inşası aslında burjuvazinin kâr ve savunma güdülerinin iç içe geçtiği bir edimdir.

Aslında, burjuvazinin, konut sorununu kendi modeliyle çözmek (yani sorunu sürekli olarak yeniden ortaya çıkaracak bir şekilde çözmek) için yalnızca bir yöntemi vardır. Bu yönteme Haussmann denilmektedir. Haussmann deyimiyle Parisli Haussmann'in özellikle bonapartçı üslubunu kastetmiyorum üst üste inşa edilmiş işçi mahallelerinin tam ortasında, uzun, düz ve geniş yollar açmakta, onların her iki yanına büyük lüks binalar sıralamaktaki amaç, barikat savaşını stratejik olarak güçleştirme amacının yanı sıra hükümete bağımlı, özellikle bonapartçı bir inşaat kesimi proletaryası yaratmak ve kenti tam anlamıyla lüks kent haline getirmektir. "Haussmann" derken ben, büyük kentlerimizden ve özellikle merkezi konumlu olanlarda, bu uygulama, ister kamu sağlığı ve güzelleştirme kaygıları, ister büyük merkezi konumlu iş yeri isteği, ya da ister demiryolları, sokakları vb. yapımı gibi trafik gereksinmeleri nedeniyle ortaya çıkmasından bağımsız olarak, şimdi genelleşmiş olan işçi sınıfı mahallelerinde gedikler açılması uygulanmasını kastediyorum. Nedenler ne kadar farklı olursa olsun, sonuçlar her zaman her yerde aynıdır. Bu büyük başarıdan dolayı burjuvazinin her fırsatta kendini yüceltmesine eşlik eder biçimde en rezil sokaklar ve dar yollar ortadan kalkar, ama hızla başka bir yerde, çoğunlukla en yakın mahallede ortaya çıkarlar.”4

Türkiye’nin tüm bu kentleşme sürecinin gerisinden geldiği açıktır. Engels’in anlattıkları aslında bizim de hikâyemizdir. Bu da işçilerin tek bir toprak parçasına sıkışmak bir yana dünyadaki kardeşleriyle ortak sorunlarla boğuştuğunu göstermektedir. Neyse ki bugün, artık gelişmiş ülkeleri yakalamış durumdayız. 

Yani Dublin’de yaşayan İrlandalı bir işçinin yaşadığı konut sorunu ile Türkiye’de yaşayan bir işçinin konut (barınma) sorunu artık paralellikler göstermektedir. İrlanda’da yaşayan yoksul bir öğrencinin evinden uzakta üniversite okuması bir hayal gibi görünmektedir. Kiralardaki artış inanılmaz boyutlarda; bir ranzanın kirası aylık 650€.5 Bir oda kiralamak için ise 1000€ gözden çıkarmak gerekiyor. Kendinize ait bir tuvalet ve banyo istiyorsanız bunun büyük bir lüks olduğunu akıldan çıkarmamalısınız. Sermaye toprak mülkiyeti üzerinde öyle bir baskı kuruyor ki böyle giderse hepimizi bir tabutluğun içerisinde çevreci ve minimalist yaşama ikna edebilirler. Mesele, ikna olup olmayacağımızda. YouTube denen çöplüğe bakacak olursak, girişimci bireyler çoktan yeni yaşam tarzlarını topluma ve insanlığa duyurmaya başladılar. Dublin’de bir oda kiralamaktansa araba satın almanın ve arabanın içinde yaşamanın daha iyi olduğunu propaganda ediyorlar. Hani bir an boşlukta kalsak, ikna olacak gibiyiz. İstediğin her yere anında ulaşma ve ev arkadaşı denen bencil varlıktan uzakta huzurlu bir yaşam çekici gelmiyor değil. Öğrencilerle yaptığımız saha çalışmalarında tek sorunun kalacak bir yer olmadığını net biçimde görüyoruz. Kapitalist kültürün yarattığı çürüme her yerde karşımıza çıkıyor. Bireyci bencilliğin tutsağına düşmemiş bir ev arkadaşı bulmak, lotodan büyük ikramiyeyi tutturmakla aynı anlama geliyor. Ortak yaşama göre eğitilmemiş ya da o kültürü biraz olsun almamış olan insanların ev ya da oda arkadaşlarına yaşattığı kabusun çeşitleri akıl almaz düzeyde. Bu şekilde inşa edilmiş bir kültürde ve toplumda büyük ve sosyal konaklama imkânları yaratmak hiç kimseye mantıklı gelmiyor. Öğrencileri ev sahiplerinin insafına bırakalım; bir de onların şımarıklıklarıyla kim uğraşacak? Kimsenin aklına ortak hareket etme kültürüne sahip olmayan bu şuursuz kitlenin bir gün bir felaket karşısında topluma nasıl zarar verebileceği gelmiyor. Kapitalist piyasa mantığı, kentlerdeki siyasi mekânlara ve direniş noktalarına saldırırken diğer yandan kârına kâr katmaya devam ediyor. Yurt ya da sosyal konut inşası, özellikle İrlandalı mülkiyet sahipleri için kolay kabul edilebilir bir mesele değil.

Ekonomisi ağırlıklı olarak hizmet ve eğlence sektörüne, yani genel olarak turizme dayalı İrlanda’da otellerin yetmediği yerde Bed and Breakfast diye tarif edilen pansiyonlar devreye giriyor. Bu dönüşüm evin kendisinin bizzat bir barınma mekânından çıkarak, bir işletmeye dönüşmesinin hikâyesidir. Dublin’de pansiyona dönüşen ya da dışarıdan bakıldığında hiç öyle görünmeyen pek çok ev kapılarını öğrencilere açmakta ve evler bu şekilde piyasa tanrısının hizmetine girmektedir. Küçük prefabrik (modüler) ev reklamları, ev sahiplerinin aklını çelmek için her türlü cambazlığı yapmaktadır. Saatlerce evinde olmayan bir adamın, bu hayat pahalılığında evini öğrencilere fahiş fiyatlarla kiralatması rasyonel tek çıkış yoludur. Bu haliyle ‘ev’ sağılacak bir ineğe ya da bir para sayma makinesine benziyor. Eğer evinizin büyük bir bahçesi varsa çok şanslısınız. Öğrencileri evinize almadan bahçeye modüler bir ev inşa ederek, hayalinizdeki işletmeyi kurabilirsiniz. Tüm bu hikâyenin çıktığı tek bir nokta var. Burası Gordion’un düğümü. Evet, özel mülkiyet rejimi çözülmesi gereken bir düğüm; bu düğümü çözmeden kimse konut sorununu çözmeyi hayal dahi etmesin. Sosyal konutların tapularının bu konutlardan faydalanan kişilere verilmesi mülkiyet mantığının gerçek bir mantıksızlık olduğunun adeta bir göstergesi. Görece büyük bir sosyal konuta yerleşen aile zamanla o konuttan para kazanmayı başaran işbilir bir girişimciye dönüşebilmekte. Burjuvazi bu duruma tam olarak şöyle bakıyor: Gördünüz mü aklını kullananlar piyasada büyük işler yapıyor ve toplumsal zenginlikten payını alıyor. Sosyal imkânlar insanların rekabetçi ruhunu kamçılıyorsa yararlıdır. Bu ruha sahip olamayanlar yoksulluğun ve evsizliğin pençesinde kıvranıyorsa bu onların suçudur.

Evin kendisi, bir barınma mekânından çıkarak bir işletmeye dönüştüğünde mucizevi sihir çalışmaya başlar. Felaket zincirleme biçimde herkesin yaşamını etkiler. Bir kişi uğruna onlarca kişi telef olur. Sinn Fein’in bu yüzden İrlanda’daki konut sorununu çözebileceği gerçekten şüphelidir. Eoin Ó Broin, koalisyon hükümetinin başarısız programı karşısında her gün çeşitli çözüm önerileriyle toplumun karşısına çıkmakta. Bu genç siyasetçinin işçi sınıfının en büyük problemine karşı gösterdiği çaba takdir edilesi. Ancak ortada temel bir sorun var. İrlanda’da özel mülkiyet anayasal güvence altında. Konut sorununu kökten çözmeyi düşünen bir iktidarın, anayasal düzeni değiştirmesi ya da kısa vadede mülkiyet yasalarına küçük de olsa müdahalelerde bulunması gerekiyor. Burası pandoranın kutusu ve işçi sınıfının örgütsüz olduğu bir süreçte bu kutuyu hangi muhalif siyasi hareket aralayabilir? Sinn Fein’in tüm çözüm önerileri bu yüzden sadece hoş bir tını gibi geliyor kulağa. Burjuvazinin en ilerici Jakoben ve cumhuriyetçi iktidarında bile kutsal mülkiyeti sorgulamak büyük sorunken, kârdan ve paradan gözünün döndüğü bir dönemde bu kutsalından neden feragat etsin? Öyleyse İrlanda için şunu not etmek gerekiyor, gelecekteki olası Sinn Fein iktidarında anlık rahatlatıcı çözümler ortaya çıksa bile (ki bu bile şüpheli) konut/barınma sorunu işçi sınıfının yaşamsal sorunu olmaya devam edecek. Bir kamu kurumunun sosyal konut inşa etmesi gibi sosyal demokrat bir çözüm bile Türkiye’deki örneğine bakarsak gerçekçi bir çözüm olarak görünmüyor. Bugün, TOKİ yoksullara ev üretmekten daha fazla lüks konut üretimine yönelmiş gibi görünüyor. Ayrıca kamu kurumları zamanla inşaat şirketlerinin sınırsızca beslendiği bir ahıra dönüşebiliyor. Üniversiteyi okuduğum ve İstanbul’dan ziyade Çatalca’ya yakın olan Arel üniversitesi ve bu üniversitenin çevresindeki konutlar ibretlik bir örnek. Belediye aracılığıyla dar gelirliler için tarım arazilerinin tam ortasına bir hançer gibi dikilen Kiptaş konutları, araziyi kendilerine devreden toprak sahibine birden fazla apartman bırakmış. Dikkat edin daireler demiyorum, apartmanlar bırakmış. Tarım arazilerinin yağmalanması ve bunun gelecekteki gıda krizinde kritik bir rol oynayacağı meselesine girmiyorum bile. Kapitalizm, İrlanda’da ya da Türkiye’de farklı işlemiyor. Burjuvazi için kamu demek, sınırsız yağma demektir. Bu yüzden düzen içi bir çözümün hızla emekçiler için zararlı bir örneğe dönüşeceğini unutmamakta yarar var. İşte her beldeye üniversite şiarının ortaya çıkardığı sonuç. Direniş mekânlarını, tarım arazilerini ve barınma olanaklarını kaybeden ağır çekim bir korku filminin figüranlarına benziyoruz.

‘Jimmy's Hall’ Ken Loach’un İrlanda’yı anlatan en güzel filmlerinden biri. Film, Türkçe’ye ‘Özgürlük Dansı’ olarak çevrilmiş. Film, Leitrim'de İrlanda Komünist Partisi'nin öncüsü olan Devrimci İşçi Grubu'nun Lideri İrlandalı Komünist Jimmy Gralton'ın 1933'te Amerika Birleşik Devletleri'ne sürgününün öyküsünü anlatıyor. Jimmy, bir kültür merkezi inşa eder ve İrlandalı yoksullar burada tek kuruş ücret ödemeden müzik aleti çalmayı ve dans etmeyi öğrenir. Onun kurduğu bu merkez bir süre sonra yereldeki burjuva-katolik koalisyonu rahatsız eder. Özgür İrlanda devletinde, özgür olan tek şey bağnaz dincilik ve katıksız sömürüdür. İşte film bu iki cephenin, yoksul İrlandalı ve varsıl İrlandalı arasındaki mücadeleyi konu edinir. Okurların filmi izleyebilmesi için içeriği daha fazla irdelemek istemiyorum. Bu filme karşımızda sadece bir konut krizi olmadığını anlatmak için atıf yaptım. Devrimci mücadele uzun süredir mücadele alanının sadece fabrikalar olmadığının farkında. Bu yüzden David Harvey’in çalışmasındaki eleştirilerin büyük bir bölümü ada sosyalizmi için geçerli eleştiriler. Yıllar önce bir gazeteci olarak Türkiye’deki sol bir fraksiyonla yaptığım görüşmede işçi sınıfını sadece ağır sanayide çalışan proleterler olarak algıladıklarını görmüş ve çok şaşırmıştım. Türkiye için bunun çok marjinal bir örnek olduğunu düşünüyor ya da öyle olduğuna inanmak istiyorum. Zira, bu büyük bir akıl noksanlığı. İşçi sınıfı, büyük bir hızla genişliyor ve saflarına daha önce orada bulunmamış binlerce insan katılıyor. Örneğin, işçi avukatlıkla ilgili pek çok eser yazıldı. Burada tekrar değinmek istemiyorum. Doktorların, avukatların, mühendislerin, öğretmenlerin ve uzunca bir zamandır gazetecilerin işçileştiği bir sürecin içerisindeyiz. Bunların güvencesiz çalışan kesimine prekarya deniyor. Kabaca tanımlayarak ilerliyorum. Bir kavram kargaşası içerisinde sürükleniyoruz. Proleter miyiz, yoksa prekarya mıyız? Avrupa’dan yükselen her fikir dalgasına heyecanla atılmanın anlamsız olduğuna inanıyorum. Eğer bir tanım çılgınlığına girecek olursak, işçi sınıfının giderek köleleştirildiğini (ücretli bir köle olduğunu) idrak etmeliyiz. Tanımlamaların hafifletici değil, sert ve çarpıcı bir etkisi olması gerektiğine inananlardanım. Köle olmak bize ağır geliyorsa eğer, proleter sınıfın saflarına katılıp mücadele edeceğiz. 

Avrupa’dan dolaşıma sokulan ve üretilen her yeni kavram, buna marksist bir perdeleme yapılsa dahi sınıf mücadelesinin üzerini örtme eğilimi taşıyabilir. Nedir bu Avrupa? Aydınlanmanın ve ileri olanın öncüsü müdür? Neden bu kadar meftunuz ona? Avrupa’dan zaten faydalı olan şeyleri almaya çalışıyoruz. Ancak oradan gelen her hegemonik iletişim tarzını dışımızda tutmayı öğrenmeliyiz. Burada Avrupa işçi sınıfıyla olan bağlarımızı ve enternasyonel dayanışmayı kesmekten bahsetmiyorum. Avrupalı insanın, Gezi direnişinden öğrenecek çok şeyi var örneğin. Bunu elbette sınıf mücadelesinin tarihini yazan Türkiye’nin devrimcilerinden öğrenecekler ya da öğrenmeliler. Konut krizine dair bizim yaşadığımız ve yaşamakta olduğumuz sınıfsal çatışma dünyanın her yerinde yaşanıyor.

Artık kapitalizmimiz o kadar geride değil. Bu yüzden sınıf mücadelesine katacağımız deneyimleri, fikirleri ve düşünceleri artık hafife almamalıyız. Evet, Avrupalı bize bir şeyler öğretiyorsa, artık bizlerin de ona bir şeyleri öğretme zamanımız geldi ve geçiyor. Enternasyonalizm, tüm ulusların eşit koşul ve şartlarda temsiliyetidir. Maalesef düşünce pazarlama ve akademiyi (burjuva bilimini) kontrol etme biçimi tekelleştikçe kibir Avrupalı düşünce adamının tüm zihin dünyasında kara lekeler bırakıyor. David Harvey’i bu noktada eleştirmek gerektiğini düşünüyorum. Konut sorununa dair yazdığı tüm o ufuk açıcı bilgileri, sosyalist harekete vermek istediği yönle gölgelemiş gibi görünüyor. Britanya adasının en büyük problemi nedir? Soğuk savaş sonrası ortaya çıkan siyasi atmosfer. Otoriter komünizm, büyük bir öcü olmaya devam ediyor. Yine merkezi planlama öcü olmaya devam ediyor. Oysa geriye dönersek eğer özel mülkiyete dokunmadan ve merkezi planlama yapmadan konut sorununu nasıl çözeceksiniz? Harvey’in söylediği gibi kapitalizmin gerisine düşerek mi tüm bu sorunları çözeceğiz? İşte ada sosyalizminin en büyük krizi buradadır. Marksist-Leninist bir öncü parti fikrinin kitlelere hâlâ kabuslar gördürmesi, en büyük felaketimizdir. Keşke David Harvey çalışmasında gösterdiği açık yürekliliği burada da gösterebilseydi. Dünyanın çeşitli coğrafyalarındaki ‘geri kalmış toplumların’ geri kalmış siyasi hareketlerine yön göstermek belirli bir konfor içeriyor olabilir. Oysa dönüp kendi coğrafyamızdaki muhalefetin açmazlarına odaklansak dünya için daha faydalı fikirler ortaya atabiliriz. Örneğin: İrlanda cumhuriyetçi-sosyalist muhalefeti, gözleri yaşartacak düzeyde kötü bir durumdadır. Hatta okurları sarsabilmek için tüm açık yürekliliğimle şunu söylemeliyim ki İrlanda’daki durum, Türkiye ile kıyas dahi edilemeyecek seviyede. Bir kere kendisini Marksist olarak tanımlayan siyasi hareketlerin Harvey’in çok önem verdiği mekânları yok. Evet, İrlanda’da gidip para vermeden çay ya da kahve içeceğiniz bir parti binanız yok. Mekân çok önemli! Bir kafede buluşmakla, parti binasında siyasi sorunları tartışmak arasında fersah fersah fark var. Keşke Harvey, bu sorunlara odaklansaydı ve dünyanın çeşitli ülkelerindeki okurları bu gerçekle sarsabilseydi. 

Bugün, Türkiye’nin devrimci muhalefeti tüm sıkıntılara ve problemlere rağmen pek çok Avrupa ülkesindeki devrimci muhalefete göre iyi durumdadır. İdeolojik kirlenme ya da ideolojik savaş her zaman sürse de liberalizme karşı güçlü bir direnç vardır. Semt evleri, işçi çocuklarına ve işçilerin kendisine verimli bir iletişim mekânı sunmaktadır. Yine de sıkı durmakta yarar var. İrlanda, bu günlere bir anda gelmedi. Devlet bugün bile insanların ücretsiz bir şeyler içebildiği ve sosyalleşerek hem kendi toplumlarına, hem mülteci ve göçmenlere destek oldukları mekanlara saldırmakta ve yıkmaktadır. Bir patron semt evinin yerinde her zaman bir otel ya da AVM görmeyi tercih edecektir. Bu yüzden mahallelere odaklanan bu küçük surlar işçi sınıfı için çok önemli. Çalıştığı yere yakın bir noktada barınmasına izin verilmeyenlerin, örgütlenemeyeceğini düşünür burjuvazi. Çalışma mekanından kovulan işçinin sınıfıyla olan iletişim imkânları elinden alınmıştır. O, her zaman bir taşla iki kuş vurmanın peşindedir. Öyleyse işçi sınıfı çekildiği ya da sürüldüğü yerlerde yeni barikatlar kurmak zorundadır.