Kent surlarında açılan gedikler: Hepimiz geleceğin potansiyel evsizleriyiz - 1

'İşçi sınıfının kentlerden kovulması, her zaman güle oynaya gerçekleşmemiştir. Geldiğimiz noktada artık emeğiyle para kazananların geriye atacakları bir adım kalmamıştır.'

Çağdaş Gökbel

Kutsal mülkiyetin koruyucu halesi çatırdıyor; çocuklar, sıcak bir yuvadan mutlu ailelerden uzak bir yıldız gibi kayıp geçiyor gökyüzünden. Kentler çocukları, kadınları ve insana dair ne varsa silip süpürüyor. İşte bu yüzden mirasyedi konumumuzu terk etmek zorundayız, sınıfın yiğit öncülerinin kazandığı hakların sonuna geldik. Tarihi roma sütunlarının arkasından, İngiliz ordusunun saflarına kurşun sıkan James Connolly’nin mirası artık sadece tarihi bir gölge. Kahramanlar hayaletinin fotoğraf albümlerinin arasında bir yol bulmaya çalışıyoruz; o yolu hayaletlerin arasında bulamayacağız. Binlerce kafa karıştırıcı uyaranın etkisi altında işçi sınıfı, sınıf olma özelliklerini yitiriyor. İşçi sınıfının evlatları düzenin bekçisi Nazilerle ve faşizmle boğuşurken onar onar öldüler. Elbette patronların başarılı memurları bu kanlı süreçlerde hayatta kalıyor ve çarkı her gün yeniden ve yeniden kuruyordu.

II. Dünya Savaşı sonrasında düzen yeniden kurulurken, kapitalizm yeni insanı yaratmakla meşguldü. Edward Bernays, sınıfsal aidiyetlerinden arındırılmış tüketici yurttaşı icat ettiğinde, işçi yurttaş can çekişiyordu. İşçi sınıfı kişiliği, ruhu ve karakteri alınmış, şuursuz vahşi kitlelere (hayvanlara) dönüştürülmek istenmişti. Yüzyıllara uzanan bir mücadeleden bahsediyoruz. Burjuvazinin korkulu rüyası, ortak amaca inanmış bir işçi bilinciydi. Özetle sınıf bilincine karşı her yönüyle savaş vermesi gerekiyordu. Pandoranın kutusunu aralayanlar, içinde gördükleri şeyden hiç hoşlanmamışlardı. Bu yüzden sosyal psikoloji kitleleri beyni alınmış zombi sürüsü olarak görmeyi tercih etti. Köklerini Gustave Le Bon’da bulan bir zihin savaşından bahsediyoruz. Zihinlere saldırmak kolay iş değil. Devrimci Paris’in devrimi hatırlatan tüm mekanları işgal edilmeli ve yeniden düzenlenmeliydi. Devrim sanki uğursuz bir hastalık gibi (burjuvazi ‘konvansiyoncu’ hayaletini uzun yıllar rüyalarından atamamıştır/Victor Hugo’dan biliyoruz) Paris’i çepeçevre kuşatmıştı. Hastalığa karşı zafer kazanıldığını sandıkları an bir barikatın arkasında kızıl renkli bayrağı görüyordu burjuvazi. Jacques Lacan’ın gözlükleriyle bakacak olursak bu dev tarihi platoya, burjuvazi henüz rüyalarda zaferi elde edememişti. Sınıf mücadelesinin ağır koşulları, bir tarafa zafer rüyaları gördürürken diğer cephede olanlara korkunç kabuslar gösteriyordu.

Sınıf kininin barbarca yansımaları

Paris Komünü bozgununun ardından burjuva kadınlarının şemsiyeleriyle yoksul işçi kadınlarının cinsel organlarını deşmeleri bu korkunç rüyaların çarpık bir tezahürü olabilir. “Proletaryanın birlikteliği ve iktidarı alması; evet Paris Komünü’nde burjuvalar, konforlarından arındırılıp, proletaryanın, dahası halkın büyük bölümünün zorunlulukla mahkûm edildiği işlere koşulmuştur, evet işlere “koşulmuştur.” Bu angarya işlerin sadece temsili değil pratik bir anlamı da vardır elbette; daha çok işgücü. Burjuvazinin angaryaya koşulmasından rahatsızlık duyanlar olabilir; beni ilgilendiren ise burjuvazinin sınıf nefretinin, Paris Komünü’nün mağlubiyetinin ardından burjuva kadınların komünar kadınların cesetlerinde cinsel organlara karşı şemsiyeleriyle giriştiği tasallutta temsilini bulmasıdır. Bu temsilin daha düşük bir yoğunlukta örneğin kimi belediyelerde çöpçülerin (çöp toplama görevlisi diye burjuva diliyle kibarlaştırmayacağım çünkü insan onuruna aykırı şekilde yapılmadığı sürece hiçbir iş, kibarlaştırılması gereken “düşük” bir isim sahip değildir.) Ve evet, federeler ile kol kola girmiş proletaryanın Paris’teki kısa iktidarı her ne olursa olsun “iktidarın burjuvaziden alınışının” simgesidir!”(Canbolat,2022).1  Bilinç dışındaki patlamalarla kendisini gösteren sınıf kininin gerçek yaşamda barbarca bir yansıması vardı. Komün bir zafer miydi, yoksa bir bozgun muydu? Kahramanlık ve zafer anlatılarına boğulan bir tarih anlayışı bize moral veriyor gibi görünse de bizden gerçeğin gücünü alır. Gerçeğin gücüyle beslenmek zorunda olan devrimci mücadele için sakıncalı ve tehlikeli bir durum. Destansı mücadeleleri hatırlamak ve buradan güç almak tamam ama Komünün ötesine bakmak ve sonrasında yaşananları doğru okumak zorundayız. Bugünü anlamak istiyorsak başka bir seçeneğimiz yok.

Özel mülkiyet rüyasından uyanmak

Bireysel tapusuna güvenen ve tüm ömrünü bir ev satın alabilmek için çalışan sizler, tapularınıza bir bir el koyulacak ve tapındığınız tüm bu özel mülkiyet rüyasından çığlıklar atarak uyanacaksınız. Hatta içimizden pek çok kişi bu rüyadan çığlıklar atarak uyandı bile.

Burjuvazi, komünü bir daha yaşamamak için elinden geleni yapacaktı. Mimarlar, sosyolog, antropolog ve sosyal psikologlar cephedeki yerlerini alarak çok yönlü bir savaşa giriştiler. Tüm burjuva bilimi devrimin karşısına dikilmişti. İzlerine komün sonrası düzende rastlıyoruz. Bu bilimsel çabanın Bernays’a kadar uzanan ve propagandaya kadar genişleyen bir miras bıraktığını biliyoruz (Bernays,1936).2  Paris’in devrimciliğini yitirmesi için yapılan çalışmaların sonunda kent benliğini yitirdi. Işıkların, aşıkların, burjuva tüketimci sanatın ve elbette turizmin başkenti haline getirildi Paris. Tıpkı bugünün Dublin’i ya da İstanbul’u gibi. Kentler burjuvazisinin yumuşak karnıydı ve işçi sınıfı kentlerden defedilmeliydi. Kente yönelik ilk örgütlü ve güçlü saldırı 1848 devrimi sonrası yıllarda yaşandı ve Komün sonrasında şiddetlendi. İşte yurttaş-yoldaşın ölümünün hazin hikâyesi. İşte tam da bu yüzden günümüzde sınıf mücadelesinin işi daha zor gibi görünüyor. Çünkü öncelikli hedef ‘yurttaş-yoldaşın’ yeniden yaratılmasıdır. Yurttaş-yoldaş nasıl öldürüldü?

“İlk olarak, İkinci imparatorluk dönemi Parisi'ni ele alalım. 1848 bunalımı atıl artı sermaye ve atıl işgücü fazlasının açıkça yan yana görüldüğü ilk krizdi ve tüm Avrupa'yı etkisi altına almıştı. Paris'i bilhassa şiddetli etkileyen kriz, işsiz emekçiler ile sosyal bir cumhuriyeti kapitalist hırs ve eşitsizliğe çare olarak gören ütopyacı burjuva kesimin birlikte kalkıştığı, ancak yarım kalan devrime yol açtı. Cumhuriyetçi burjuvazi, devrimcileri şiddet kullanarak bastırdı, ancak bunalıma çözüm bulmayı başaramadı. Nihayetinde Louis Bonaparte 1851'de darbeyle iktidarı ele geçirip 1852'de de imparatorluğunu ilan etti. Otoriter imparator, siyasi olarak ayakta kalabilmek için muhalif siyasal hareketleri geniş çaplı olarak bastırmaya yöneldi, fakat aynı zamanda artı sermayenin nasıl soğrulacağı sorununa da çare bulmak zorunda olduğunun farkındaydı; bununla baş edebilmek için gerek ülke içinde gerekse dışında çok geniş çaplı altyapı yatırımları başlattı. Bunun ülke dışındaki tezahürü, Avrupa'nın dört bir yanına yayılan ve Doğu'ya uzanan demiryolu inşaatları, yanı sıra Süveyş Kanalı gibi büyük ölçekli işlerin desteklenmesiydi. Ülke içindeyse demiryolu ağının bütünleştirilmesi, liman inşaatları, bataklıkların kurutulması ve benzer işleri kapsıyordu. Fakat hepsinden öte, Paris'in kentsel altyapısının yeniden düzenlenmesiydi. Bonaparte, 1853'te Haussmann'ı bayındırlık işlerinin başına geçmek üzere Paris'e getirtti. Haussmann3 kentleşme yoluyla artı sermaye ve işsizlik sorununa çözüm bulmak için bu göreve getirildiğinin gayet farkındaydı. Paris'in yeniden inşası, zamanın ölçütleriyle çok büyük oranda artı sermaye ve işsizliği emmiş, üstelik Parisli işçilerin heveslerinin otoriter biçimde bastırılmasıyla birleşince toplumsal istikrarın sağlanmasında temel bir araç haline gelmişti. Haussmann Paris'in yeniden inşası için 1840'larda tartışılmış olan ütopyacı (Fourrier ve Saint-Simon'un takipçileri tarafından yapılmış) planları model aldı ancak büyük bir değişikliğe tabi tutarak: Kentsel süreçten anlaşılan şeyin ölçeğini yeniden tanımlıyordu. Mimar Hittorf, yeni bir bulvar için yaptığı planı kendisine gösterdiğinde Haussmann planı mimarın yüzüne fırlatarak ona şöyle demişti: "Bu genişlik yetmez ... genişliği 40 metre almışsın, bense 120 metre istiyorum." Şehri devasa bir ölçekte tasavvur ediyor, banliyöleri ona ekliyor ve şehrin ufak tefek parçalarıyla yetinmeyerek (Les Halles'de olduğu gibi) koskoca mahalleleri yeni baştan tasarlıyordu. Şehri peyderpey değil toptan değiştiriyordu. Bunu yapabilmek içinse Saint-Simoncu mantıkla kurulmuş finans kurumlarına ve borçlanma araçlarına ihtiyacı vardı (Crédit Mobilier ve lmmobiliere gibi). Aslında yapmakta olduğu şey, artı sermayenin nereye harcanacağı sorusuna, borçlanmayla finanse edilen Keynezyen bir kentsel altyapı yenileme sistemi kurarak yanıt vermekten ibaretti. Sistem bir on beş yıl kadar gayet iyi işledi; kentsel altyapıdaki dönüşümlerden başka yepyeni bir şehirli yaşantısını ve yeni bir tür şehirli personasının inşasını da beraberinde getirdi. Paris "ışıktan menkul bir şehir," büyük bir tüketim, turizm ve keyif merkezi haline geldi. Kafeler, büyük mağazalar, moda sanayisi, büyük fuarlar, hep bir elden şehir yaşamını değiştirerek dizginsiz bir tüketim kültürü sayesinde çok büyük bir artı sermayesini soğurmayı başardı. (gelenek taraftarlarını rahatsız ettiği gibi işçileri de dışlayan bir gelişmeydi bu)”4

Kentin yeniden inşası ve devrimci yönlerinin iğdiş edilmesi, kolektif bir sınıf taktiğine dönüştü. Bugün, dünyanın her noktasında farklı biçim ve şekillerde kentlere saldırıldığı görülmekte. Burada kenti bir insan olarak görmek gerekiyor; burjuvazi bu yorgun insanın kollarını ve bacaklarını kesiyor; bu yüzden kentler işçi sınıfına giderek daha fazla yabancı mekanlar gibi gelmeye başlıyor. 1960’lı yıllarda Fransa’nın yaşadığı ikilemin kaynağı burada aranmalı. Eski Fransa hep saldırı altındadır ve devrimciler eskiyi korumak zorundadır. Neden, muhafazakâr oldukları için mi? Hayır, eski Fransa işçi sınıfının ve devrimcilerin olduğu için. Ancak 1960’lı yılların Fransasından önce ilk önemli eşik II. Dünya Savaşı sonrası ABD’de aşılmıştır. ABD, savaş sonrası önemli bir krizle yüz yüze gelmiştir. Savaştan dönen askerler asla işsizlik ve yoksullukla karşılaşmamalıdır. Böyle bir karşılaşmanın devrimci öfkeye yol açacağı çok iyi bilinmektedir. Bu yüzden burjuvazi tarihsel mücadele mirasına ve kolektif hafızasına yönelmiştir. Haussmann’ın ekolü yüz yıllar sonra ABD’de yeniden dirilmiştir. Bu ekol, işçi sınıfının kentlerden kovulmasının ilk ve en önemli basamaklarından biridir.

“Şimdi biraz daha ileri bir tarihe atlayarak 1942 yılında ABD'nin durumuna bakalım. 1930'larda o denli çıkışsız görünen artı sermaye sorunu (ve onunla el ele giden işsizlik) topyekûn savaş seferberliği sayesinde geçici olarak aşılmıştı. Fakat herkes savaştan sonra ne olacağı konusunda korku duyuyordu. Siyasi açıdan durum tehlikeliydi. Ulusallaşmış olan ekonomiyi aslında federal hükümet idare ediyordu (hem de çok etkin biçimde) ve ABD faşizme karşı savaşta Sovyetler Birliği ile ittifak içerisindeydi. 1930'ların bunalımına yanıt olarak sosyalist eğilimler de taşıyan güçlü toplumsal hareketler ortaya çıkmıştı ve bunların sempatizanları savaş seferberliğine katılmışlardı. Bunun sonucunda ortaya çıkan McCarthyci siyasetin ve Soğuk Savaş'ın tarihini hepimiz biliyoruz (ki bunun birçok işareti 1942'lerde ortadaydı). Zamanın yönetici sınıfları güçlerini ortaya koymak için, Louis Bonaparte döneminde olduğu gibi, siyasi baskıyı göreve çağırmaya hiç çekinmemişti. Fakat artı sermayenin nereye harcanacağı sorunuyla nasıl başa çıkılacaktı? 1942'de bir mimari dergisinde Haussmann'ın girişimlerini uzun uzadıya değerlendiren bir yazı yayımlandı. Yazıda Haussmann'ın faaliyetleri arasında birer dönüm noktası niteliğinde olanların ayrıntılı bir dökümü veriliyor, yanı sıra hatalarının analizine girişiliyordu. Makalenin yazarı, Haussmann'ın Paris'e yaptıklarını II. Dünya Savaşı'nın ertesinde bütün bir New York metropoliten alanında yapacak olan Robert Moses'tan başkası değildi. Moses, kentsel süreçleri tahayyül ederken temel alınan ölçeği değiştirdi ve (borçla finanse edilen) karayolları ve altyapı dönüşümleri aracılığıyla, banliyöleşme yoluyla, salt şehrin değil bütün bir metropoliten alanın topyekûn yeniden inşası yoluyla artı ürünün ve dolayısıyla artı sermayenin nasıl massedileceği sorununa bir çözüm getirdi. Bu süreç ulus çapına, yani ABD'deki bütün metropoliten merkezlere yayıldığı vakit (ki bir başka ölçek dönüşümüydü bu), küresel kapitalizmin II. Dünya Savaşı sonrasında istikrara kavuşmasında hayati bir rol oynayacaktı (ABD bu dönemde komünist olmayan küresel ekonominin tamamına, sürekli ticaret açığına dayalı olarak istim sağlayacak güce sahipti).”5

Bugünün krizini anlayabilmek için geçmişin kısa bir özetine ihtiyacımız vardı. David Harvey, bunu başarabilmek için bu makalede önemli bir rehber olarak kabul edildi. Elbette Harvey’in çalışmasını mükemmel göremeyiz; ‘Asi Şehirler’ pek çok açıdan ada sosyalizminin hastalıklarını üzerinde taşıyor. Mekânlar üzerindeki saldırı, kültür alanındaki saldırılarla teşvik edildi. Britanya adasında güçlü bir öncü partinin olmamasının acısını giderek liberalleşen bir ideolojik atmosferde yaşamaya çalışarak fazlasıyla ödüyoruz. İnsanların böyle bir atmosferde akıl sağlıklarını koruması gerçekten başarı olarak kabul edilmesi gereken bir olgu. Tüketimci toplumları yaratabilmek için şizofrenik bir kültür yaratıldı. Siteme kökten muhalif olduğu düşünülen devrimcilerin, aslında o kadar da devrimci olmadığının keşfedildiği bir zamandan geçiyoruz. Harvey, eleştirisini bu makalenin sonuna bırakmakta yarar var. Şimdi, yakın tarihe ve günümüze doğru büyük bir sıçrayış yapmak zorundayız...

Bugün Değilse Yarın Kesinlikle Evsizim...

Türkiye’nin Napolyon’u kim? AKP’nin iktidara geldikten sonra ülkeyi dev bir şantiye alanına çevirmesi bir tesadüf müydü? AKP, Haussmann ve Robert Moses’ten fazlasıyla esinlenmiş bir burjuva iktidarı görünümde. Ülkeye yaptığı kötülük ki burada ülkeden kasıt Türkiye işçi sınıfıdır; bu kötülük gecekondu kardeşliğinin dağıtılmasıdır. Bu dev yıkım sürecine kendi gözlerimle tanıklık ettiğim için kişisel hafızamdan güç almaya çalışacağım. Hayat kavgasının bizi hafızasızlaştırdığı ve  medya tarafından bir estetik kriz (esasında sınıfsal bir krizdir) olarak nitelenen gecekondular artık hayatımıza hiç girmemiş ve yer almamış gibi. Bu mimari krizi, Brezilya’nın favelalarıyla karşılaştırmak mümkün. Bu kriz elbette burjuvazinin kriziydi. Kitleler halinde iş bulmak için kentlere akın eden insanlara konut yaratma gibi bir derdi olmayan burjuvazinin kendi çelişkilerinin yarattığı direniş mekanlarıdır ‘gecekondu’. Çalışkan Anadolu insanı, bir gecede kamu arazisinin ya da özel arazinin bağrına dikmiştir evini. Burjuvazi için oldukça kârlı bir anlaşma. Zira, burjuvazinin bu dünyada en çok korktuğu şey toplumsal fayda uğruna kamu bütçesini desteklemektir. O, kamu bütçesini, sadece bir asalak gibi yapıştığı zaman sever. Gecekondular tek başına bir barınma mekanı olarak kalsalardı burjuvazi için elbette bir sorun teşkil etmeyeceklerdi. İşçi kitleleri yan yana geldikçe mekânsal ilişkinin getirdiği bazı etkilerle birlikte, örgütlü direniş pratikleri sergilenmeye başlandı.

Devrimcilerin bir pıtrak gibi ortaya çıkan mahallelere nüfuz etmesiyle birlikte burjuvazi tehlikeyi gördü. 1 Mayıs mahallesi, Gazi ve Okmeydanı burjuvazinin huzurlu kentinde açılmış gediklerdi. Geriye hızlı bir dönüş yapacak olursak, neydi burjuvaziyi Komün öncesi ve sonrası korkutan şey? İşçi sınıfının kendisine iktidarı alabilecek kadar yakın olmasıydı. Burjuvazi kentin kendi zayıf karnı olduğunu acı bir biçimde deneyimlemiş ve öğrenmişti. İsyan mekanlarının kendi evine-iktidarı yöneten kurumlara bu kadar yakın olması asla kabul edilemezdi. Neticede Türkiye burjuvazisi kendi imparatorunu (Napolyonunu) aradı ve buldu. Cumhuriyet çoktan tatsız bir reklam arası olarak nitelendirilmişti bile. Erdoğan, kollarını Türkiye’nin yeniden inşası için sıvadı. İstanbul’dan ibaret bir dönüşümden bahsetmiyorum, tüm ülkede kentsel dönüşüm saldırısı başlatıldı. Medya bu saldırıyı medenileştirme projesi olarak propaganda ediyordu: Depreme karşı güvenli barınma, turistlere çirkin görünen gecekonduların yok edilmesi. Tekinsiz olarak kabul edilen Sulukule ve Çingenelerin tüm kültürel mekanlarının imhası. İşte kentin kültürel çöküşü ve kişiliksizleştirilmesi...

Sonuçta bu biçimsiz yapılar ve tekinsiz sokaklar, Türk’ün imajını gavurlara kötü gösteriyordu. Tıpkı Brezilya’da olduğu gibi yoksullar tapular dağıtılarak kandırılmaya ve satın alınmaya çalışıldı ve bunda önemli bir başarı elde edildi. Antalya, güneş mahallesinde bu dev ordunun saldırılarına kendi gözlerimle tanıklık ettim. Köylerinden sürülen yoksul Kürtlerin akın akın gelerek inşa ettikleri bir mahalleden söz ediyorum. Saldırılar çocuk zihnime büyük bir imge kazımıştı. İşgalci güçlerle anlaşanlar ve anlaşamayanlar. Anlaşmaya yanaşmayan gecekondu sahiplerinin evini artık tanıyabiliyorduk. Gözle görünen bir kuşatmayla çevreleniyorlardı. Devlet ikna edemediği gecekonduların ortasından ya da bahçesinden istimlak vasıtasıyla yol geçiriyordu. Artık tepesine çıkıp bedava incir ya da çağla yediğimiz ağaçların yerini beton ve asfalt alıyordu. Paran kadar yiyeceksin! Bahçeden meyve aşırma döneminin sona erdiği zamanlardaydık.

Çocukluk arkadaşımın evinin koca bahçesi yıkılmış ve ağaçlar ortadan kaldırılmıştı. Evin son halini gördüğümde bir daha o evi görmek istemediğimi hatırlıyorum. Sınıfın hafızasına ve bilincine işte böyle saldırıyorlardı. Herkes önce sözde daha insani evlere taşındı ve sonra asla ödeyemeyecekleri kira ile eş değer aidatlarla karşı karşıya kaldı. İnsanlar önce mülk sahibi olma rüyasıyla satın alındı ve sonra mülsüzleştirildi. Mülksüzleştiklerinde ise her şey için çok geçti. Türkiye soluna güç taşıyan damarlar işte böyle bir bir kesildi. Büyük ve destansı direnişler yerini iş makinelerinin korkunç sesine bıraktı...

Peki, tüm bu süreci tek bir kelimeyle anlatabilir miyiz? Yaşadığımız şey neydi ve bunun bir adı var mıydı? Bu saldırıyı Türkçe ‘mutenalaştırma’ olarak tanımladılar. Bu kelimenin müphem ve hiçbir şey çağırıştırmadığı açık. Neyse ki itirazlar hızla geldi ve şöyle bir şey çıktı karşımıza: “Soylulaştırma, İngilizce "gentrification" kelimesinin karşılığı olan ve Türkçe’de mutenalaştırma, seçkinleştirme, burjuvalaştırma, nezihleştirme, kibarlaştırma, centrifikasyon, jantileşme vb. kullanımları da olan "soylulaştırma", kısaca orta ve üst sınıfların dar gelirlilerin yaşadığı, kent merkezlerindeki semtlere yerleşme süreci olarak tanımlanmaktadır.” (Wikipedia, 2023).6 Saldırıyı tanımlamak için ortaya çıkan ya da icat edilen kelimeler bile sınıf mücadelesinin ne kadar yoğun yaşandığını gösteriyor. Kelimeler ya anlamı gizlemek ya da burjuvazisinin ihtiyacına göre yeni anlamlar üretmek için savaştaki yerini almıştır. Elbette karşısındaki gücün ürettiği anlamlarla birlikte. Bu konuda yazılan makaleler incelendiğinde okur kullanılan kelimelere çok dikkat etmeli. Yazarın seçtiği kelimeler, onun hangi sınıfın safları için çalıştığını gösteriyor olabilir. Türkiye’de soylulaştırma, karşıtı olan soysuzlaştırmayla birlikte el ele verdi. Ele geçirilemeyen ya da ele geçirilmekte zorlanan mahallelerin kapısı uyuşturucu ve fuhuşa ardına kadar aralandı. Büyük medeni Avrupa’da bu süreç artık zirve noktasında. “Avrupa Birliği komisyon raporlarına dahi yansıyan kadınların seks kölesi olarak Avrupa pazarlarında alınıp satılması şaşırtıcı olmaktan öte ürkütücü boyutlara ulaşmıştır. “Türkiye'de seks kölesi olarak çalıştırılan kadınların üçte ikisi Türkiye içinde açık artırma ile satılarak Arnavut, Sırp, Rus örgütler tarafın Türk ortaklarının iş birliği ile Fransa İngiltere, Hollanda, Almanya, Avusturya ve İsviçre'ye kaçırılıyor. Gazeteci Michael Jürgs’ün belirttiğine göre, sözü geçen köle ticaretini yapan mafya yapılanmalarının Avrupa'daki sayısı 3 bin 600’ü geçerken, Türkiye'de bu sayının 200’e yaklaştığı belirtiliyor.”7

Hasan Ferit Gedik, bu mücadelenin Türkiye’de en cisimleşmiş örneklerinden biridir. İşçi sınıfının kentlerden kovulması, her zaman güle oynaya gerçekleşmemiştir. Geldiğimiz noktada artık emeğiyle para kazananların geriye atacakları bir adım kalmamıştır. Arkada kocaman bir uçurum vardır; geriye atılacak bir adım hepimizi yok oluşa yuvarlayacaktır. Yoksullar evlerini yitirirken, yeni yerler bulmak için kentten uzaklaşır ya da Dublin’de olduğu gibi çadırını alır ve şehrin kalbine yerleşerek bu durumu tüm varlığıyla protesto eder. Öyleyse soylulaştırmanın tek yönlü bir sonucu yoktur. İnsanlar sadece basit bir biçimde evlerinden edilmezler, aynı zamanda kentten sürülürler. Bunun çok ağır sonuçları vardır:

  • Kentlerden uzaklaştırılan yoksullar aynı zamanda nitelikli sağlık ve eğitim hizmetlerinden uzaklaşır.
  • Kamusal sağlık hizmetlerine uzak kalmanın bedelini en çok yaşlı ve çocuklar öder.
  • Soylulaştırmanın tarihe karışan hastalıkları yeniden ortaya çıkaracağı ve gelecekte büyük salgınların görüleceği tahmin ediliyor.
  • Konutların, mahallelerin birer yatırım aracına dönüşmesi bu alanda da tekelleşme tehlikesini doğurmakta.
  • Tekelleşme gelecekte tek bir şirketin binlerce hatta milyonlarca hanenin ev sahibi olabileceği anlamına geliyor.
  • Akbaba taktiği ve sık aralıklarla yaşanan konut krizleriyle yakın gelecekte bugün tapu sahibi olanlar tıpkı 2008 yılında İrlanda’da olduğu gibi büyük mülksüzleştirme operasyonun kurbanı olacaklar.
  • Tüm bu kötü olasılıkların belki tek bir olumlu yansıması olabilir, mülksüzleştirilen kitleler onları sosyalistlerin değil, kapitalistlerin mülksüzleştirdiğini acı bir biçimde kavramış olurlar.
  • 1. Yeni Ülke Dergisi/Sertaç Canbolat: ‘{Hafıza-i Beşer} Komün Öldü, Çok Yaşa Komün!’ https://www.yeniulke.com.tr/2022/komun-oldu-cok-yasa-komun-4702/ Erişim Tarihi: 11/01/2022
  • 2. Bernays, Edward Louis (1936). Propaganda. New York:LIVERIGHT PUB- LISHING CORPORATION.
  • 3. Georges-Eugène Haussmann: Haussmann'ın Paris'i yenilemesi ve büyük mimarlık projesi, 1853 ile 1870 yılları arasında geniş caddelerin inşası, yeni parklar ve meydanlar; Paris'i çevreleyen banliyölerin ilhakı; ve yeni kanalizasyon, çeşme ve su kemerlerinin inşasını içermektedir. Proje başlarda işçiler için iyi bir kazanç kapısı olması nedeniyle olumlu karşılansa da daha sonra büyük bir muhalefetle yüzleşmek durumunda kalmıştır. Muhalefetin politikayı tehdit ettiği aşamada Haussmann (1870), III. Napolyon’un emriyle görevinden alınmıştır (Y.N.).
  • 4. Harvey, David. (2013) Asi Şehirler, Metis Yayınları, s.47-48.
  • 5. Harvey, David. (2013) Asi Şehirler, Metis Yayınları, s.49-50.
  • 6. Soylulaştırma https://tr.wikipedia.org/wiki/Soylula%C5%9Ft%C4%B1rma Erişim Tarihi: 11/01/2023
  • 7. SoL Haber Portalı/Tevfik Taş: ‘Göçmen dinamiğinden devrim için enerji türetmek’ https://haber.sol.org.tr/haber/gocmen-dinamiginden-devrim-icin-enerji-t… Erişim Tarihi: 13/01/2023