Göçmen dinamiğinden devrim için enerji türetmek

Göçmenlerin, bir burjuva icadı olan tanıyarak dışlamanın güncel varyantında bocalamalarına olanak verilmemeli, çıkarı devrimde olan göçmenler işçi sınıfının eşitlikçi pratiğine kazanılmalıdır.

Tevfik Taş

Dünyadaki göç hareketliliğinin tarihsel sürekliliği var. Yalnızca 16'ncı yüzyıl ile 19'uncu yüzyıl arasında Afrika kıtasından 12 ile 15 milyon kölenin  zorunlu olarak Avrupa'ya getirildiği biliniyor. Klasik sömürgeciliğin bu çıplak zora dayalı insanı metalaştırma sürecine kapitalizm yeni bir boyut getirdi. Ekonomik yarar nesnesi olarak göçmenler öteden beri varlığını sürdüregeldi ancak kapitalizm bu tarihsel sürekliliğe yeni bir unsur kattı. Bu yenilik, toprağa ve senyöre bağımlı yoksul köylüden işgücünü satarak yaşamını sürdüren işçi sınıfının önünün açılması olarak şekillendi. Ekonomi dışı zoru büyük oranda tasfiye eden ya da ikincil düzeye düşüren yeni mülkiyet ilişkileri, emek maliyetlerini baskılamak için süreğen bir yedek işgücü ordusuna gereksinim duyar hale geldiği için kentlerde işçi sınıfı üzerinde dolaylı bir baskı aracı oluştu. Bir baskı aracı olarak tutulan yedek ordunun tahkiminde, işgücü tedarik zincirine devletler arası yasal anlaşmalar yoluyla dahil edilmesi bir kapitalizm icadı olarak sürece eklemlendi.

Kapitalizmin şafağında, Komünist Manifesto’da parlak bir şekilde betimlendiği üzere, katı olan her şey olağanüstü bir hızla buharlaştı. Hız kavramı boyut değiştirerek, bin yıllık döngüsel dinginliğe neşter atarak, var olan hemen her şeyi değişime zorlar hale gelince, göç ve göçmenlikle ilgili geleneksel kavramlar dizgesi de geçerliliğini yitirdi. Bu bağlamda, feodal topluma ait parametrelerdeki hızlı değişim hali geleneksel kavram setlerinin sorgulanmasını beraberinde getirdi.

Geleneksel tarih okumasının “kadim halk” deyimi ne kadar gerçeklikten yoksun bir hamaset vurgusu olarak anlam kazandı ise, göç tarihinin modern “uluslararası göç tarihi” tarifi de bir o kadar yüzeysel bir tarih anlayışına dayanır oldu. Zira bu çerçeveye perspektif sunan yaklaşımın özü, üretim ilişkilerini ve mülkiyet meselesini merkeze koyan tarihselci bakış değil, eklektik parametreler üzerinden şekillendi.

Burjuva çağının ulus-devlet merkezli retoriğinden devşirilen uluslararası göç tarihi tanımlaması, sınıflı toplumların uzun geçmişine değil, burjuva çağının kısa öyküsüne odaklanmanın bir ürünü olarak kullanıma sokulmuştu.

Göçün ve göçmenliğin örtük siyasi tarihi insanlığın yazılı tarihinin erken dönemlerine referans verecek pek çok veri sunar. Örneğin, kanonik dinlerin bütün peygamberleri neredeyse ya göçmendirler ya da göçmen adayı! Öteden beri sağın milliyetçi veçhesi fetihçi, dinci veçhesi hicretçi referanslara dayanır. İşgalin fetih olarak kutsanması ise her iki yaklaşımı birbirine bağlayan yapıştırıcı unsur olarak şekillenir. Ama hepsinden önce egemen sınıfın çıkarlarına düzülen hanedan kıyafetli methiye asıl güç alınan zemin olarak öne çıkar.

Göç tarihine ilişkin üç yaklaşım

Objektif milliyetçilik perspektifinden bakıldığında kimi halklar “yerli” kimileri ise “göçmen”dir. Burjuva çağına geç kalan milliyetçiliğin bakış açısı olarak markalaşan bu yaklaşım, tarihsellikten kopuk bir idealleştirmeyi yüceltir ve tarihi yalnızca uluslar mücadelesinin alanı olarak okur. Etnik kimliği başa koyan bu yaklaşımda durağanlık esastır. Etnisite olarak ulusu merkeze alarak, devlet ile ulusun birliği fikrini göç incelemelerine odak noktası yaparak kimi veriler türetmeye çalışılır.  Barbar ve göçmen kavimler tarafından itilip kakılmışlık, bu söylemin ana temasını oluşturur.

Subjektif milliyetçi tarih okumasında ise, bir bütün olarak tarih efsaneler üzerine kurulu bir kurgusallıktır. Geçmiş, bugüne uydurulmuş bir kurgudan ibaret olarak görülür. Göç olgusundan değil, ulus-devlet sonrasının şekilsiz ama engellenemez serbest hareketliliğinden söz edilir ve bu hareketlilikten (uzun vadede) liberal toplumun yarar sağlayacağı umulur.

Göç olgusuna Marksist yaklaşımın temeli, üretim ilişkileri ve sınıf sömürüsü merkezli yaklaşıma dayanır. Sermaye sınıfının kendi ulusal pazarındaki emek piyasasını denetlemede kullanılan yedek işgücü tedariği tüm göç hareketliliklerinin temelini oluşturur. Bu tedarik zincirinin yoksulluk kaynaklı göç hareketlerine mi, emperyalist savaşlara dayalı can güvenliği kaygılı göçlere mi dayandığı yoksa doğal afetlerden kaynaklı büyük nüfus hareketliliklerine mi dayandığı sorusu tali bir sorudur. Asıl zemin, iktisadi sömürüden neşet eden artık işgücünün bir başka coğrafyada yedek işgücü ordusunun eksiğini kapatmak için rezerve ediliyor olmasıdır.

Marksist göç araştırmalarının bir başka ayırt edici niteliği, ele alınan olguyu katıksız bir analiz nesnesi olarak görmeyi reddetmesidir. Weberyen mutlak objektivizm ile malûl bu yaklaşımın emeğin toplumsal kurtuluşu perspektifinin tarafgirliği ile uzaktan yakından ilgisi olamaz. Weberyen bilimsel objektivizm, sınıf ve mülkiyet ilişkilerinin sürmesini arzu eden bir motivasyonun ürünü olarak burjuva düşün dünyasının kullanımına sunulmuştur.

Leninizm, kapitalist/emperyalist sistemin yarattığı her sonuç ve yıkımın faturası bizzat ona yönelecek bir enerjiye dönüştürülmelidir diye bakar. İşçi sınıfının tarihsel çıkarları bağlamında göçmenlikten sınıfa dair enerji üretilmelidir diye bakmak, devrimi arayan işçi sınıfı partisinin vazgeçilmezi olarak kalmaya devam edecektir.

Göçmenleri ötekileştiren 'topluma dışsal' olmaları mıdır?

Göçmenlerin ekonomik yarar nesnesi olarak görülmesinin, sözü geçen toplamın “dışarıdan” gelmesi ile doğrudan bir ilgisi bulunmamaktadır. Zira sorun, topluma sonradan katılan “öteki”nde değil, bizatihi hiç durmadan sürekli ''öteki'' üreten toplumsal dokuya ilişkindir.

Nasıl bir toplumsal formasyon içinde yaşandığı sorusu, göç ve göçmen olgularını çözümlemede asıl odak noktasını işaret eder. Liberal göç araştırmalarının çıkışsızlığı, göç olgusunda at ile arabanın yerini karıştırıyor olmasındadır. Liberal akademisyen göç ve göçmenin varlığını öz itibari ile “topluma dışarıdan eklenmiş olma” postulası üzerinden okumaya çalıştığı için mülkiyet ilişkilerinin göçmen düşmanlığı, daha hafif deyimle, “öteki” ürettiğini ileri sürer.

Oysa sorun burjuva toplumunun sınıflı doğasıyla doğrudan ilişkilidir. Toplum denilen toplamın üretim sürecinde mülk sahibi ve emekçi olarak bölünmüş olması, topluma yeni katılan bireyler için de benzer bir konumlanış zemini sunar. Doğası gereği göçmen birey bu konumlanışta işgücü en ucuz olandır.

Komünist Manifesto'da görece erken bir tarihte yapılan şu saptama meselenin çerçevesini kavramak açısından etkili bir zemin sunar: ''Bir bireyin bir başkası tarafından sömürülmesine son verildiği oranda, bir ulusun bir başkası tarafından sömürülmesine de son verilmiş olacaktır. Ulus içindeki sınıflar arası karşıtlığın ortadan kalkması ölçüsünde bir ulusun bir başkasına düşmanlığı da son bulacaktır.''

Bir toplumsal olgu olarak göç ve göçmenlik, üretim ilişkileri içinde çıkarı işçi sınıfından ayrı bir toplumsal kategori ya da dinamik olmadığı için, bir göçmen hareketinden de söz edilemez. Toplumsal temeli işçi sınıfı ile sıkı sıkıya bağlı göçmenler, ayrı siyasi özne olarak örgütlenme talebiyle siyasi tavır geliştiremezler. Göçmenlerin görece farklı sorunlarının olması onları ayrı örgütlenme içinde görmeyi gerektirmez. Göçmenler, sınıfsal olarak işçi sınıfının tarihsel ve organik parçasıdırlar.

Kapitalizmde göçmenlerin topluma senkronize olamaması kuraldır

Hiç kuşkusuz, göçmenlik bünyesinde dinamik ögeler gösteren bir toplumsallık biçimidir. Steril olmadığı gibi sınıfsal değişime kapalı da değildir. Süreç içinde göçmen topluluğun sınıfsal/ideolojik yönelimleri farklılıklar göstererek, düzen lehine enerji üreten salınımlarla da ortaya çıkabilir. Kapitalizmin massedip, düzene entegre etme yeteneğini küçümsememek gerekiyor. Göçmenler arasında düzenin siyasal/ideolojik devamını savunan unsurların ortaya çıkması yalnızca kozmetik bir vitrin propagandası olarak anlaşılamaz. İdeolojik angajmanlara tabi, sınıfsal aidiyet yönelimi farklılaşmış bireylerin var olabileceğini göç tarihi göstermiştir.  

Göçmenlerin değişiminden söz ederken, göçmen toplulukların çoğunluk toplumunun kıyısında tutunmaya çalışan ancak devinimi küçük ölçekte olduğu için toplumun diğer kesimleri ile senkronize olamayan bir eğilim taşıdığının altını çizmek gerekiyor.

Göçmen toplulukların dil engeli, güvenlik kaygısı, kültürel farklılık ve benzeri nedenlerden dolayı içe kapanık yaşama eğiliminde olması anakronik bir tabloya zemin sağlar. Bu eğilimi besleyen iki belirleyen unsur daha var: Burjuva devletin emekçi sınıflar arasında birliği engelleme siyasetleri ve burjuva topluma içkin “ev sahibi kibri...”

Yeni faşist hareketlerin düşman imgesi göçmenler, taraf imgesi 'küçük adam' dır

Bu unsurlar nedeniyle topluma bir türlü senkronize olamayan göçmenler, yalnızca ekonomik yarar nesnesi olarak kalmazlar, aynı zamanda pek çok kötülüğün de kaynağı olarak gösterilirler. Günümüz yeni faşist hareketlerinin düşman figürleri neredeyse istisnasız göçmenler üzerinden tarif edilmektedir. Dinsel/etnik köken ile deri rengi üzerinden tanımlanan klasik ırkçılık, göçmenler figürünü burada sayılan ögelerin yerine ikame ederek kitle desteği toplayabilmektedir.

Göçmen düşmanlığı üzerinden şekillendirilmeye çalışılan hegemonya savaşının burjuvazinin klikleri arasında ciddi bir strateji ve birikim modeli tartışmasına yol açtığını saptamak gerekiyor. Yalnızca Almanya örneğine bakmak dahi bu hegemonya savaşında liberal yön ile faşizan yön arasında elverişli nesnel koşulların oluşmasını bekleyen bir stratejik hat deşifre edilebiliyor.

Göçmen düşmanlığının kültürel kökenlerinin varlığını temcit pilavı gibi yinelemek, aslında konu hakkında hiçbir şey söylemek istenmediğini ele verdiği gibi, mevcut mülkiyet ilişkilerini muhafaza edip, gizlemenin de aracına dönüşmüş durumda.

Örnek olsun: Alman faşist hareketinin kitle partisi mertebesine terfi ettirilmiş Almanya İçin Seçenek (AfD), siyasal söylemini dört eksene oturtuyor: Göçmen düşmanlığı, liberal medyaya karşıtlık gerekçesi üzerinden “yalan basın” , “önce kendi yurttaşı”nı savunma gerekçesi üzerinden yabancı karşıtlığı ve faşist hareketlerin kullanmaktan hiç vazgeçmedikleri “küçük adam” (“den kleinen Mann”) demagojisinin kullanımı... Küçük adam söyleminin göze batan cinsiyetçi dilini dahi düzeltme gereği duymaz faşist hareket, zira bu kavram geleneğe referansla süreğenliğe sahiptir ve hareketin kadın sözcülerinin dahi dikkatini çekmez.

Faşist hareketin 'harbici' jargonu

Faşist hareketin “harbici” söylemini besleyen unsurlar arasında kriz dinamiklerinin siyasal pervasızlığın önündeki engelleri temizleme gücünden kaynaklandığını en başta anmak gerekir. Bu başlığa değinmişken bu pervasızlıktan faydalanmak isteyen diğer burjuva aktörleri anmamak eksiklik yaratacaktır.

Olağan zamanlarda düzenin muhafazası, kriz dönemlerinde ise düzenin yedek atı işlevi gören sosyal demokrasinin kimi sözcülerinin adeta faşist hareketten rol çalarcasına “dobra bir dil” kullanımına soyunmaları nadir görülmüş bir şey değildir. Berlin'in banliyö semti Neukölln Belediye Başkanı sosyal demokrat Heinz Buschkowsky, göçmen düşmanlığını deklare ettiği kitabı Her Yer Neukölln’de tek taşla iki kuş avlama isteğini dışa vurduğu şu cümlede hem antikomünistliğini hem de göçmen düşmanlığını şu şekilde ifade ediyor: “Alman Demokratik Cumhuriyeti'nin gidişi de Merkez Komite'de hiç kimsenin alışveriş merkezinde ne konuşulduğunu bilmemesinden oldu.”  Bu cümleyi yazdıktan sonra geriye göçmenlerin Almanya'ya ne kadar uyumsuz olduklarını olanca “açıklıkla” (!) sıralamakta beis yoktur.

Ekonomi dışı zorun maskesini düşüren olgu: Göçmenlik

Kapitalist üretim biçimini belirleyen karakteristiklerin başında iktisadi sömürünün belirleyiciliği gelir. Ancak iktisadi sömürünün varlığının diğer sömürü ve baskı biçimlerine belirleyen olması kadar sömürünün gizlenebilmesi de kapitalizme ait bir nitelik olarak ortaya çıkmıştı. Efsaneye göre pazarda buluşan emek ile sermaye, gönüllü bir pazarlıkla iş akti oluşturur ve sermayedar sermayesinin karşılığını, işçi ise emeğinin değerini alır. Bu mitin mumunu Marks emek ile emek gücü arasındaki farkı açığa çıkararak söndürdü. Artık değere gizlenmiş ekonomi dışı şiddet üzerine kurulu sistem, kapitalizmin özgür iradeye olanak tanıyan bir sistem olduğuna dair izlenime yol açtı. Marks’ın ifade ettiği gibi toplumsal yasalar, eğilimler düzeyinde ifadesini bulur. Arkaik üretim ilişkilerine ait biçimler mutlak düzeyde yok olmadığı gibi, kriz dönemlerinde edilgen işlevden çıkarak, etken unsura da dönüşebilir.

Örnek olsun: Ücretli kölelikten önce işlevli olan klasik köleliğin kapitalizm koşullarında geri dönmemecesine yok olduğunu varsaymak büyük hata olur. Avrupa Birliği komisyon raporlarına dahi yansıyan kadınların seks kölesi olarak Avrupa pazarlarında alınıp satılması şaşırtıcı olmaktan öte ürkütücü boyutlara ulaşmıştır. “Türkiye'de seks işçisi olarak çalıştırılan kadınların üçte ikisi Türkiye içinde açık artırma ile satılarak Arnavut, Sırp, Rus örgütler tarafın Türk ortaklarının iş birliği ile Fransa İngiltere, Hollanda, Almanya, Avusturya ve İsviçre'ye kaçırılıyor.”

Gazeteci Michael Jürgs’ün belirttiğine göre, sözü geçen köle ticaretini yapan mafya yapılanmalarının Avrupa'daki sayısı 3 bin 600’ü geçerken, Türkiye'de bu sayının 200’e yaklaştığı belirtiliyor.

Emperyalist-kapitalist sistemin kokuşmuşluk düzeyi yükseldiği oranda, ekonomi dışı zoru devreye koyup, kamusal güç olarak devleti bunun aracı haline getirme eğilimi güç kazanıyor. Sömürü gizlenmez hale geldikçe, kapitalizm öncesi klasik sömürgecilik yöntemlerinde artış yaşanıyor.

Göçmenlik endüstri haline getirildi

Yoksulluğun sömürülmesinin dahi endüstri haline geldiği bir büyük çürüme ile insanlık baş etmek zorunda kalıyor. Elbette ki insanlıktan kasıt, sosyalist toplumdur. Çürüyen düzen, insanı çürüterek yaşamaya çalışıyor. Emperyalist savaş ve sömürü mekanizmaları ile talan edilen ülkelerdeki emekçiler göçmenliğe zorlandıkça, göçmenliğin kendisi bir endüstri haline getirildi. Papa Francis'in dahi “mülteci mezarlığı” diye söz etmek zorunda kaldığı Akdeniz güzergahı, on binlerce insanın balıklara yem olduğu bir kaçış yolu olarak büyük trajedilerin mekânı olmaya devam ediyor.

Dünden farklı olarak kurucu yeteneklerini kaybeden emperyalizm, sömürü mekanizmalarını işletebilmek için sistematik olarak çürütüyor. Kendisi çürüdükçe hiç olmadığı kadar insanı da çürütüyor. Göçmenlik olgusu, insanların trajedisinden nasıl kâr edilebildiğinin somut örneği olarak gözler önüne serilirken, bir kayıt dışı ekonomi kalemi olarak muamele görebiliyor. Yerleşik emek hareketini bölüp, emek maliyetlerini baskılamanın aracı olarak yasal göç anlaşmalarını aşan bir boyutta “illegal göç” politikası izleniyor. Bu verinin kendisi dahi göçmenliğin endüstrileştiğinin açık ifadesi olarak anlam kazanıyor.

Sermaye hizmetindeki paramiliter yapılar, kapitalist devlet ile koordineli çalışan mafya örgütleri, yarı legal bahis oyunları, özel güvenlik şirketleri ile kadın ve organ ticareti yapan kuruluşlar, silah sanayinde özelleştirmeler derken bir bütün olarak sistemin mafyalaşma eğilimi içinde olduğunu saptayabiliyoruz.

Devrime enerji, karşıdevrime barikat olarak göçmenler

Marksist sınıf analizinde odak nokta üretim ilişkileridir. Üretim ve mülkiyet ilişkilerinde sömürülen sınıfın kümesinde yer alan bütün kesimler, kategoriler ve dinamikler işçi sınıfı cephesinde yer alırlar.

Göçmenlerin yeni faşizm için öcü malzemesi yapılması karşısında onlara “zavallı göçmenler” muamelesi yapmak ya da göçmenleri ayrı örgütlenme odağı olarak görmek tam bir çaresizlik durumudur. Göçmenler, işçi sınıfının tarihsel ve organik parçasıdırlar. İşçi sınıfından ayrı çıkarları olmadığı için ayrı bir hareket ya da örgütlenme programına da sahip olamazlar. Olası “göçmenci çözüm”, işçi sınıfını sermaye karşısında güçsüz kılmaktan öte bir anlam taşımaz.

Yeni faşist hareketlere karşı, yalnızca sandığı ve seçimi işaret eden “göçmen düşmanı partileri seçmeyin” yaklaşımı fazlasıyla savunmacı ve edilgen bir tutumdur. Göçmen sorununu şu ya da bu parti yaratmadı. Bu sorunun kaynağında sınıf sömürüsü var ve kapitalist/emperyalist sistem var olduğu sürece de göçmenlik olgusu son bulmayacaktır. Bu açıdan bakıldığında görüleceği gibi, sistemin gölge unsurları ile sahici olmayan bir kavgaya girmek yerine, düzenin bütününü topa tutan bir yaklaşımı esas almak gerekiyor.

Göçmenlerin yeri sınıf kardeşlerinin yanıdır. İşçi sınıfının siyasi iktidarı hedefleyen mücadelesine göçmenleri kazanmak, komünist partinin programatik öncelikleri arasındadır. Göçmen dinamiği sosyalist devrim programının ayrılmaz parçasıdır. Göçmenlerin, bir burjuva icadı olan tanıyarak dışlamanın güncel varyantı olarak çokkültürlülük yaklaşımları içinde bocalamalarına olanak verilmemeli, çıkarı devrimde olan göçmenler işçi sınıfının eşitlikçi pratiğine kazanılmalıdır. Devrime enerji, karşıdevrime barikat olarak göçmenler sosyalizm mücadelesine mutlaka kazanılmalıdır.