Irak’ın inatla yaşamı savunan iyi insanları: Kasım Hawal ile 'Mreydi Çarşısı' romanı üzerine

Tarihsel açıdan çok önemli bir dönemi, toplumsal açıdan yoğun çelişkileri, insani açıdan bir dehşeti ve Irak halkı için büyük bir felaketi işleyen değerli bir roman “Mreydi Çarşısı”. 

Çağrı Kınıkoğlu

Kasım Hawal’in1 “Mreydi Çarşısı” adlı romanı 2023 sonbaharında kitapçı raflarında yerini alır almaz dikkat çeken eserlerden biri oldu.

Sözüm ona "diktatörü indirmek" amacı doğrultusunda, tam yirmi yıl önce, 2003’te gerçekleşen Irak'ın ABD tarafından işgali, tüm romana ruhunu veriyor. Bu o kadar “cehennemî” bir olay ki, hiçbir şey, hiç kimse bu olaydan bağımsız olarak var olmaya devam edemiyor, hayatını sürdüremiyor. Mekâna zaten işgal damgasını vuruyor: Binaları, sokakları, mahalleleri, kentleri yakarak, yıkarak, paramparça, darmadağın ederek! Sadece madde değil, insana dair olan da, öznellik de bu işgalden payını alıyor: tüm anılara, tüm umutlara, tüm amaçlara, tüm beklenti ve hayallere, yani geçmişe ve geleceğe damgasını vuruyor işgal!

Sevra Baklacı’nın Türkçeye çevirdiği roman, önemli tartışma başlıkları barındırıyor: tarihsel açıdan çok önemli bir dönemi, toplumsal açıdan yoğun çelişkileri, insani açıdan bir dehşeti ve Irak halkı için büyük bir felaketi işleyen değerli bir roman “Mreydi Çarşısı”. 

Hawal: Bu roman tüm Arap toplumlarına, Türkiye'ye ve tüm insanlara hitap eden bir romandır.

Coğrafyamızda maalesef sadece işgal ve yıkım haberleriyle gündeme gelen bir ülkenin, Irak’ın önemli sanatçılarından, yönetmen ve bu romanın yazarı Kasım Hawal ile, böylesine önemli bir meseleyi çok farklı boyutlarıyla algılamamıza yardımcı olan, ufkumuzu genişleten bu romanına dair söyleşerek, romanını soL okurlarına da tanıtmak istedik. 
(Yazılı olarak gerçekleştirdiğimiz söyleşinin çevirisi için Semir Aslanyürek ve Sevra Baklacı’ya teşekkür ederiz.)

Öncelikle romanınızı bizlerle paylaştığınız için Türkiye’den okurlar olarak teşekkür ederiz. Bu romanı tartışmak ve tanıtmak üzere sizin için hazırladığımız çeşitli sorular var. Hemen başlayalım:

İlk sorumuzu bu çelişkilerin can verdiği protagonist Maysam Al Sarhan ekseninde soralım: Romanın ana karakteri Maysam Al Sarhan, Saddam Hüseyin'in boğduğu Irak'tan kaçıp, kendince diktatörü göndermeye çalışanlara yardım etme hesabı gözeterek işgalci ABD ordusu ile işbirliği yapan ve Irak'a o tanklar içinde dönen bir Iraklı tiyatro sanatçısı. Kendi yurdunu diktatörden kurtarmak için işbirlikçilik yapan, Irak'a döndükten sonra ise yaptığının ne anlama geldiğini fark ederek işbirlikçi pozisyonunu terk edip yeniden Irak halkının yanında saf tutması gerektiğini anlayan, bunun için bir yol arayan, çabalayan bu karakteri romanın eksenine yerleştirmenizin nedeni nedir?

Öncelikle romanımı Türkçeye çeviren Sevra Baklacı’ya, Türk yayıncı Özcan Özen’e (H2O) ve Arapça okuyup bana yayın ve çeviri penceresini açan arkadaşım film yönetmeni Semir Aslanyürek’e teşekkür ederim.

Sorunuza gelince:

Nefret dolu diktatörlük döneminde ülkenin birçok aydını kaçmıştır. Özellikle, iktidar partisi ile sol, komünist ve milliyetçi güçler arasında oluşturulan ve Ulusal Cephe olarak adlandırılan yapının dağılmasının ardından... Bu, diktatörün Irak'a hizmet edecek ulusal bir cephe oluşturmak amacıyla oynadığı bir oyundu, ne zaman ki kontrolü tekrar ele geçirip gücünü hissetti, başta sol ve komünist güçler olmak üzere hemen muhaliflerini tasfiye etmeye yöneldi.

Şahsen bu siyasi oyunun başından beri farkındaydım, özellikle de tutuklanıp işkenceye maruz kaldıktan sonra…

Hapishaneden kırık bir halde çıktığımda Irak'tan Lübnan'a gidebildim; orada Filistin direniş hareketine katıldım, sanatsal yaratıcılık alanında çalışmalar yaptım ve Filistinliler için bir sinema birimi kurarak, Filistinlilerin hayatlarını görüntü ve sesle belgelemeye başladım. Oradayken ayrıca "Hayfa'ya Dönüş" adlı uzun metrajlı bir film de yönettim.

Sözde Irak Ulusal ve İlerici Cephesi 1978 yılında çökünce birçok aydın ve politikacı Lübnan'a kaçtı ve sonraki yıllarda Beyrut'ta Filistin direniş hareketiyle birlikte çalıştı. Diktatör, bu dönem boyunca İran ve Kuveyt gibi Irak'a komşu ülkelere savaş açmaya başladı. Diktatör Kuveyt'i işgal ettiğinde sömürgeci güçler, nüfuz alanları olan ABD ve İngiliz üslerinin bulunduğu mıntıkaların işgal edilmesini istemedi. Irak'ı ve Irak şehirlerini bombaladılar, diktatör yenilgiyle geri çekildi, işgalci sömürgeci güçler ona yenilgi şartlarını dayattı ve istedikleri her şeyi Irak ile Kuveyt arasındaki Safvan bölgesinde bir çadırda aldılar.

Ardından, Irak muhalefeti ve bazı ülkeler diktatörün yönetimine son verme kararı aldı ve bu, ABD ve müttefiklerinin yardımıyla yapıldı. Irak işgal edildi, diktatör yenildi, tutuklandı ve rejimi devrildi. Irak'ı işgal eden ve diktatörü deviren koalisyon güçleri Irak muhalefet güçleri ile işbirliği yapmış, maalesef birçok sol güç ile sağcı ve dini güçler de işgal güçleriyle işbirliği yapmak üzere onların safına geçmiştir.

Ne var ki işgalci güçlerin aslında diktatörün kellesini almak gibi bir istekleri yoktu; aslında bir dizi nedenden dolayı tümüyle Irak'ın kellesini almayı istiyorlardı. Pek çok entelektüel ve komünist siyasetçi ABD tanklarına binerek işgalci güçlerle birlikte Irak'a girmiş, cazip maaşlar karşılığında, tercüman, yardımcı ve yatakçı olarak işgalcilerle birçok şekilde işbirliği yapmıştı. Bu işbirliği öyle boyutlardaydı ki, mesela bir işbirlikçinin maaşı on dört bin dolara ulaşmıştı. Elbette diktatörlüğü başında ne kadar reddettiysem ve aynı şekilde hâlâ ne kadar reddediyorsam, ülkemin yabancı güçler tarafından işgal edilmesini de reddediyordum, hele de bu kirli savaş diktatörün başını değil de Irak'ın başını hedef alıyorsa...

İşbirlikçi kişilikleri ve işgal sonrası Irak'ta yaşananları inceledim ve kendi ideolojilerini terk eden solcu modellerine örnek olarak "Maysam Al-Sarhan" karakterini analiz ettiğim "Mreydi Çarşısı" romanını yazdım. Bu karakter aracılığıyla Iraklı kişilikleri tüm siyasi, sınıfsal ve toplumsal bağlantıları ile diktatöre ve işgale karşı duruşlarını analiz etmeye çalıştım. Böylece “Mreydi Çarşısı” romanı derin renkleri ve derin vizyonu olan bir tablo haline geldi ve ben onu gelecek nesillere miras olarak bırakıyorum. Tabi eğer gelecek nesiller cep telefonu ve internet kültürü bataklığında kaybolmadan gerek Irak gerekse diğer ülkelerin analizini yapmada köklü kültürün ne kadar önemli olduğunu idrak ederlerse... Dolayısıyla bu roman, aynı zamanda Irak haricinde birden fazla topluma yönelik bir anlatı mesajıdır... Bu roman tüm Arap toplumlarına, Türkiye'ye ve tüm insanlara hitap eden bir romandır. Metnin çevrilmesi, basılması ve Türkiye'de yayınlanması Türkiye'deki aydınların kültürel bir girişimiydi ve “Mreydi Çarşısı” romanının Türkçeye çevrilip Türkiye'de yayınlanması konusundaki bu girişimden dolayı çok mutluyum.

İhanet ve yurtseverlik sarmalı, bizim de Kurtuluş Savaşı'mızdan ve onu anlatan komünist şairimiz Nâzım Hikmet'ten beri bildiğimiz olgular. Bir ülkenin nasıl kurtulacağı sorusu ve bu soruya ülke ve halkın çıkarı doğrultusunda mücadele ederek değil de ihanetle karşılık vermek hem çok yaralayıcı hem de çok çarpıcı dinamikleri hayata geçiriyor gibi. İhanet eden bir figür ve onun yeniden uyanışı ve yurduna, halkına bağlanışı doğrultusunda Irak'a bakmak, romana ve sizin anlatımınıza ne kattı? Siz bu romanı hangi duygu ve düşüncelerle kaleme almaya başladınız?

Diktatörün devrildiği, meydanlardaki heykellerinin tahrip edildiği, yardımcılarının gözden kaybolduğu, yeraltı bodrumlarına kaçtığı veya Kürt bölgelerinden komşu ülkelere kaçtığı gün ne kadar mutlu olduysam, işgalci ordunun ve Amerikan ve İngiliz ordularının saflarındaki paralı askerlerin uygulamalarını gördükten ve özellikle Irak’ın ulusal bir kurumu olup diktatörün ideolojisiyle aslında hiçbir ilgisi olmayan askeriyeyi bütünüyle dağıtmaya çalıştıktan sonra, ülke olarak parçalamak amacıyla Irak'ın üzerine çöken ABD hegemonyasının başlamasına da o kadar üzüldüm. Daha sonra işgal kuvvetleri tarafından tutuklanan ve diktatörlük rejiminin çetelerini oluşturan mahkumlara sadist ve mazoşist işkence biçimleri uyguladılar. Bu sadist ve mazoşist eğilimli işkence biçimleri utanç vericiydi ve Irak, ahlaksız bir kaosun arenası haline gelmişti.

İktidardaki bazı isimler ve onlarla çalışan memur ve diğer görevlilerle temas halindeydim ve bu arada bir kadın bana erkek kardeşinin ortadan kaybolduğunu söylemişti. Kardeşinin, kendisini ABD ordusunun siyasi amaçları için kullanan ABD’li bir kadın askerle duygusal bir ilişkisi vardı ve sonunda korkunç bir belaya bulaşmış olduğunu fark etmişti. Kız kardeşi, erkek kardeşini kurtarıp ailesine geri döndürmeye çalıştı ama boşuna çabaladı. Halbuki kendisi ABD vesayetinde faaliyet gösteren egemen sınıfın sekreteryasında çalışıyordu, buna rağmen hiçbir yetkili onun bu isteğine yanıt vermemişti. Bu olay benim için “Maysam Al-Sarhan” karakterini netleştirdi, böylece işgal güçleriyle işbirliği yapan birçok karakterin özelliklerini tek bir karakterde birleştirmek suretiyle romanın odak noktasını oluşturdum. Diktatörlük rejiminin yıkılmasından önce, Irak dışında yaşayan ve siyasi muhalifler ve muhalif aydınlar olan Irak Demokrat Yazarlar, Gazeteciler ve Sanatçılar Derneği'nin başkanıydım. Ne yazık ki ABD ve koalisyon güçlerinin Irak'ı işgal edeceğini öğrendikten sonra, bunların birçoğu maddi teşvik karşılığında ABD’ye gitmeye başladı. Benim için bu, kültürün çöküşüydü ve o gün şu sözümü söyledim: “Siyaset düşerse rejim düşer, kültür düşerse vatan düşer.” Böylece olayların büyüklüğü, ülke olarak Irak'ın yıkımı ve parçalanması, diktatörlüğün, işgalin ve Irak'ın kültürel ufkunun temsil ettiği gerçekliğe dair vizyonumun derinliği beni iki roman yazmaya yöneltti: Biri “Mreydi Çarşısı” ikincisi de “Bağdat Kapılarında.”

Mreydi karakteri ve onun adıyla anılan çarşı, ikinci sorumuzun konuları olsun. Mreydi, adını alan çarşıda tekerlekli sandalyesinde tesbih satan bir engelli delikanlı. Hayatının baharında içinde uyanan tüm sevgi, heyecan ve umutları içine gömmek zorunda kalmış. Tanrıya inanmak istiyor, kurtuluşa inanmak istiyor, sevgiye inanmak istiyor, saflığa ve güzelliğe inanmak istiyor: hem bir çocuk gibi hem de gençliğe adım atan bir delikanlının heyecanı ve merakıyla... Bir lokma sıcak yemeğe hasret, yokluk içinde yaşıyor. Bu durum sadece işgalden kaynaklanmıyor belli ki: çarşıdaki bir sürü esnafın aksine Mreydi başkalarını kazıklamıyor. Geçirdiği bir rahatsızlık sonucu bacak yerine kalan iki "halat" onu cennetin yokluğu fikrine götürüyor. Buna mukabil hayata küsmüyor: annesinden, çarşıda kendisine sahip çıkanlardan ve elbette Maysam Al Sarhan'dan gördüğü sevgi sayesinde, iyilik, dürüstlük ve saflıkla yaşamda yeniden umutlanacak gücü buluyor kendisinde. Öyle ki, onun bu saflığı ve temizliği Maysam Al Sarhan'ın uyanışında önemli bir etken oluyor adeta. Eğer Mreydi karakteri Irak halkını temsil eden bir soyutlama ise, Irak halkında Mreydi'de gördüğümüz bu saflık, temizlik ve umudu yaşadığını mı söylüyorsunuz?

Mreydi, Allah'ın mutlak ve nihai hakikat olduğuna inanan, engelli ve tamamen felçli durumda yaşayan Iraklı bir şahsiyettir ve şu veya bu şekilde Irak'ta mevcut durumun ve dini düşüncenin hakimiyetinin bir sembolünü teşkil etmektedir. Ama romanda acı çeken münferit insani bir vakadır ve Allah'ın neden kendisini insanlar arasında böyle yarattığını sorgulamaktadır. Allah engelli insanları neden yaratıyor? İnsanlar yürüyebilirken kendisi bu engelli haliyle sinemaya, tiyatroya gidememekte ve çarşıda tesbih satmaktan başka herhangi mesleği olmadığından ancak çarşıdaki insanların yardımlarıyla geçinebilmektedir. Rihab Al Saki adında büyüleyici güzellikte bir kız tespih almak için yanına geldiğinde, onun hayaliyle yaşamaya ve hiç olmazsa rüyasında bile olsa onu görmeyi arzulamaya başladı. Mreydi hayret verici düşünce ve hayallere sahip olan bir insan örneğidir ve kendi kaygılarıyla annesinin kaygılarına rağmen vatanının sorunlarını dert edinmiştir.

"Mreydi Çarşısı" romanının karakterleri, hastalıklı bir diktatörlüğün yönettiği ve ardından sömürgeci güç sistemi tarafından trajik bir şekilde devrilen bir toplumda yaşayan, insani boyutlara sahip karakterlerdir.

Burada aklımıza şöyle bir soru geliyor: Acaba Irak halkı da Mreydi karakteri gibi engelli ve iyi hayalleri olan bir halk mı, yoksa Mreydi Irak toplumunda mevcut olan benzer örnekler gibi istisnai bir kişilik mi? Öyle ki onun aracılığıyla varoluş, yaratılış, tarihi ve maddi gerçeklik meselelerini ele alıp kâinatın, yaratıcının, cennet ve cehennemin göklerde mi yoksa dünyada mı olduğu meselesini ve her ne olursa olsun Mreydi’nin bu cennette yaşayamadığı meselesini irdeledim. Roman; insani boyutunun yanı sıra aynı zamanda felsefi boyutlara sahiptir. Umarım Türkiye'deki her insan bu romanı okur. Bize de romanlarımızı yazıp filmlerimizi yönetmek düşer. Doğrusu şu ki onu bir sinema filmine dönüştürmeyi çok isterdim. Sonuç itibariyle ben bir film yönetmeniyim ve esasen bu alanda yetkin olduğumu söyleyebilirim. Ancak Arap bölgesi ve Ortadoğu’da film yapım koşullarının ne kadar elverişsiz olduğunu söylememe gerek yok sanırım...

Romandaki değerli karakterlerden biri olan Siduri, Mreydi'nin annesi, Rihab Al Saki, yani Irak'ın kadınları Irak'ı hiç terk etmemiş ve mücadeleyi hiç bırakmamış görünüyorlar. Romanda hem gerçekliğiyle hem de imge olarak düşündüğümüzde yer bulan onca korkunç şeye rağmen: mesela yakılıp yıkılan o otuz milyon hurma ağacına rağmen... Bu kadınlar ne yapıp edip, yaşamaya ve mücadele etmeye devam ettiler: Romandaki çok güzel bir imgeydi, kadınlar Dicle Nehri kıyılarında açlıktan kırılan martılarla ekmeklerini paylaşıyorlardı, adeta bir dans koreografisi eşliğinde... Bu gücü nereden buldu Iraklı kadınlar? Bunun için neler demek istersiniz?

Romanımda işlediğim “Siduri” karakteri gerçekte benim kültür sanat arkadaşımdır ve bana yönelttiğiniz bu sorularınızın yanıtlarını yazarken, birkaç gün önce Macaristan’da yaşama veda etmiştir. Kendisi harika bir insandı ve Irak televizyonunda sinemayla ilgili bir program sunuyordu. Daha önce benimle iki televizyon programı yapmıştı: biri Iraklıları büyüleyen “Bataklıklar” adlı filmimle ilgiliydi, ikinci programda ise benden İtalyan yönetmen De Sica'nın “Çatı” filmini2 analiz etmemi istemişti… Ben işte romanımda o arkadaşımı model olarak seçmiştim. Vercors'un “Denizin Sessizliği” adlı romanındaki gibi3, diktatörlüğe karşı kendi damgasını vurarak işgalcinin de karşısına çıkan eğitimli Iraklı kadın ve ressam. Onun hayattan ayrılmasına üzüldüm. Kendisi birçok yeteneği olan örnek Iraklı bir kadındı. Hayatında ressam, heykeltıraş, yazar ve program sunucusuydu, güzeldi ve Sümer kişiliğinin özelliklerini taşıyordu, bu yüzden ona romanda "Siduri" adını verdim. Siduri’de, Sümerlerin bize bir kil tablet üzerinde bıraktığı "Gılgamış" destanından melodiler vardır ve bu destan gerçekten de harika fikirlere ve harika bir sanatsal yapıya sahip olan en önemli destandı.

Bataklıklar filminden (1976) bir kare...

Romanı; Siduri, Rihab Al-Saki, Maysam Al-Sarhan ve uçmakta zorlanan yaşlı bir martı gibi kalkmaya çalışan ve çaresizliğe direnen, kendisini çaresizliğe ve felce mahkûm eden doğanın kuralına direnen Mreydi karakterinin yer aldığı, Dicle Nehri kıyısındaki bale benzeri zengin içerikle bir sahneyle sonlandırdım. Bu romanı bir sinema filmine aktarmayı çok isterdim...
Bu arada “Mreydi Çarşısı” romanıyla “Bağdat Kapılarında” romanı birbirini tamamlıyor ve “El-Azir” (Oziris) romanı da onlara yol açıyor. Bu nedenle üç roman da yakında zarif bir baskıyla bir kitapta yayınlanacak... 

Ferhan Al Kutbi, Salim Al Tayyip ve çarşıdaki diğer esnaf hakkında çarpıcı bir giriş var romanda: herkes sahtekâr, karşısındakini kandırıyor gibi görünüyor ama roman boyunca anlıyoruz ki kolaycı değerlendirmeler yapmamak gerek. Bu karakterlerin çoğu yaşadıkları, görmüş geçirmiş oldukları şeylerden dolayı olgunlaşmışlar, tekâmül etmişler, bilgeleşmişler ve bağlanabilecekleri bir doğru yol karşılarına çıkınca o yolda yürüyecekler belli ki. Yıkılan bir toplum, işgalin ve egemenlerin çürüttüğü bir toplum nasıl arınabilir, nasıl yeniden ayağa kalkabilir? 

Evet, onlar iyi, yardımsever, dost canlısı ve dürüst kişiliklerdir. Bu kişilikler insani ve nesnel açıdan toplumsal ve insani işlevsizliklerin alternatifini oluştururlar. Roman, Iraklı iyi insanların içinde bulunduğu psikolojik durumu ve yaşam yolunda nasıl bir inatla ilerlediğini dile getiriyordu. Bunlarla ilgili yazdığım sahneler insanın durumlarını somutlaştıran, edebi ve sanatsal çalışmalarda ilgi çekici olan sahneler arasındadır. Çarşıda meydana gelen patlama sırasında Salim Al Tayyip'in konumu, romanın dokunaklı sahneleri arasında yer alıyor belki de fakat çarşı katında dini kitaplar satan bir sahafın, dükkanının altında, bodrumda gizlice oluşturduğu kütüphanede geçen ve Maysam Al-Sarhan'ın insanlık tarihinin, edebiyat ve tiyatro tarihinin önemli kitaplarından istiflenerek oluşturulmuş bu kütüphanede kitapları tasnif etme, raflara yerleştirme girişimi de oldukça çarpıcı: Al Sarhan’ın yırtık, hasarlı şeyleri düzenleme çabası ama bir türlü toparlayamama hissini anlatan sahneler, romanın en büyüleyici sahnelerindendir. Bu sözleri romanın yazarı olduğumdan değil, gerçekte böyle olduğu ve hayatımda bu gerçeklikten nice acılar çektiğim için söylüyorum.

“Mreydi Çarşısı” ve “Bağdat Kapılarında” adlı iki romanım birçok araştırmacı ve eleştirmen tarafından çok beğenilmesinin yanısıra iki roman hakkında birtakım çalışmalar yapıldı ki bunların bir kısmını “bütün eserlerim” kitabında yayınlamayı düşünüyorum.

Bu romanınız önemli tartışmalar da yürütüyor: kolaycılıktan kaçmak, ihanete rağmen direnmek, yeniden ayağa kalkmak, yüksünmeden emek vermek, bu tartışma başlıklarından bazıları. Bunların ötesinde ölmek ve yaşamak, ihanet ve bağlanmak, iyilik ve kötülük, güzellik ve çirkinlik, doğru ve yanlış, pek çok değişik yüzleriyle çıkıyor karşımıza. Romanınız, bu çağda insan olmaya, insan kalmaya dair felsefi bir tartışma da yürütüyor, diyebilir miyiz? 

Sorunuz çok doğru ve bana öyle geliyor ki kültürel farkındalığınız, alımlama yaratıcılığı dediğimiz, kültürel ürünün yaratıcılığına eşit olan seviyeye yükseliyor. Fransa'da yaşayan Romen filozof Cioran, "Kalk, yüksel, çünkü orada az insan var" demişti. İnsanlığın bilinçlenmesi ve bilincin medya ve kültür aracılığıyla yayılması durumu toplumlarda doğru bir şekilde yaygınlaşsaydı, kargaşa, ölüm ve terör toplumlarının dışında insancıl toplumlar yaratırdık. Bir zamanlar okuma ve izleme konusunda İtalyan yönetmen Pasolini'ye şunu sormuştum: “Filmlerinizi kimin için yapıyorsunuz?” Bana “Filmlerimi Pasolini adında bir izleyici için yapıyorum” demişti. Anlaşılan kendisi bu sözleriyle sıradan izleyicinin Pasolini'yi algılama farkındalığına ulaşmasını istiyordu. Evet, romanım “Mreydi Çarşısı” insanlığın yolculuğuna dair pek çok soruyu gündeme getiriyor ve ben okumayan, izlemeyen, duymayan halkların geleceğinden korkuyorum. 

Kasım Hawal

Korkarım gelecek nesiller otomatik olarak konuşan ve sevgi alışverişinde bulunan bir oyuncak bebekle yataklarında uyuyacak, böylece yazılarımız ve filmlerimiz, onları ziyaret edebilecek, onlara göz atabilecek ve bazı sahnelerini izleyebilecek insanların yorgun raflarındaki roman, öykü ve filmler olarak kalacak. Benim korkum tam da burada yatıyor. Bu nedenle ülkelerimizin sistem olarak farklı düşünmesi, yapay zekâdan ve aldatıcı dizi dünyasından kopması gerekiyor. Ekonomik korkudan, bilinmeyenden, savaş korkusundan, hayatı küle çevirebilecek nükleer silah üretiminden arınmış bir toplum yaratmak için yeni tarzda düşünen yeni toplumlara ihtiyacımız var.

İnsan yaşamının tüm değerleri romanım “Mreydi Çarşısı”nda yazılıdır ve içindeki tüm karakterler Irak yaşamının gerçekliğinden alınmış insani simgelerdir. Ama bunlar ister Ortadoğu ülkelerinde ister bir bütün olarak insan yaşamında olsun, geniş bir dünyanın simgeleridir. Bu açıdan, umuyorum ki bu romanım başka pek çok dile çevrilir ve insanlığın bugünkü halinin çok ötesinde başka bir toplumsal ufka yaraşan bir düşünce tarzına katkısı olur. Dileğim, yeni bir insanlık kültürüne ulaşmak için bu romanın Türkiye'de okunup tartışılmasıdır.

Romanda Ferhan Al Kutbi "gerçekler korkunçtur ve bilgeliğe ihtiyacı vardır." diyordu. Bu bilgelik nasıl şekillenecek sizce? Iraklı aydınlar bir dönem Irak'ı yüzüstü bırakmış görünüyorlar. Hatta öyle ki ülkenin komünist partisi bile kendisini işbirlikçi pozisyonuna düşürmekten alıkoyamamış! Bunların ardından ülkeye çöken karanlık o kadar koyu ki, nefes almak, gün ışığını görmek çok zor gibi... Bu durum bugün hâlâ böyle mi? Irak'ta seküler, yobazlıktan kurtulmuş, toplumsal yaşamı ve dünyayı etnik, dinsel vb. boyutlardan değil de hayatı yaratanlar ve yaratılana el koyanlar karşıtlığı çerçevesinde değerlendiren bir damar var mı? Varsa, bu damar güçlenebilir mi?

Bana göre komünizm, kapitalist toplumun açgözlülüğü uğruna insanları sömüren ve onları saf dışı bırakmaya çalışan kapitalist yaşam koşullarından toplumu kurtaracak en ideal ve en güzel, rüya gibi bir sistemdir. Hepimiz sosyalist bir rüyanın içindeydik ama bu rüyanın sembolleri pek iyi işlemedi, dolayısıyla Sovyetler Birliği sistemi çöktü ve fikirlerini kendi hayatlarının gerçeklerinden çıkarmayan, bunun yerine, sadece ilke ve teorileri benimseyip içinde yaşadıkları gerçeklikle ilgilenmeyen partiler kapladı ortalığı. Sosyalist - komünist sistemin çöküşüyle, kapitalist medyanın da katkılarıyla, toplum da olduğu gibi çöktü. Sovyetler’in dağılmasıyla birlikte dünyadaki komünist partiler de bir bakıma dağıldı. 

Öncesinde kendi ülkelerinin, kendi topraklarının gerçekliğini ciddiye alan, dikkate alan az sayıda parti vardı: İkinci Savaş sırasında işgale uğradıkları dönemde İtalyan, Fransız Komünist Partileri gibi… Bunlar entelektüelleri, yönetmenleri, yazarları da kendilerine çektiler, cezbedici partilerdi. Sonrası çok başka şekilde gelişti. Bizim komünist partilerimiz, Irak’ta, Lübnan’da, Suriye’de ideolojik olarak yenilgiye uğradılar; Sovyetler Birliği düşer düşmez Irak komünistleri ülkelerini işgal eden ABD ile işbirliğine koştular. Romanımın izlediği yol ve Irak gerçeğine dair vizyonum budur. Komünist ve sosyalist düşünceyi taşıyan karakterler, ABD tankıyla gelen bir komünist ile zavallı, felçli Mreydi karakterini şefkatiyle kucaklayan ve düşüncelerini gerçeğin mahzeninde saklayan bir komünist arasında bölünmüştür. Romanımın bu ve benzeri meselelerin tartışılmasını sağlayacak olmasından mutluluk duyarım; şahsım adına değil, Türkiye’deki okurlar adına…

Gılgamış Destanı da romana renk veren öğelerden biri. Bunun yanı sıra romandaki tiyatrocu karakterler Maysam Al Sarhan ve Siduri sayesinde, sahaf Ferhan sayesinde bir şeyi daha fark ediyoruz: Irak’ın okur yazarları hem kendi tarihlerine hem de insanlık tarihinin eserlerine aynı heyecan ve ilgiyle yaklaşıyorlar. Bu formasyon işgalle büyük ve ağır bir yara alsa da işgal öncesinde ve sonrasında Irak'a oryantalist bir perspektiften yaklaşılmadığı gibi, Avrupa merkezci bir perspektiften de yaklaşmadığınızı anlıyoruz. Irak'ı geleceğe taşıyacak olanın hem Irak'ın kendi tarihsel birikimi hem de insanlığın aklını, gönlünü zenginleştiren tüm insanlık birikimi olacak, diyorsunuz galiba bu romanda. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Tiyatronun tarihi ve başlangıcı, milattan önce 490 yılına; Yunan yazar Aeschylus'un ‘’Bahaneler’’ adlı oyununa kadar uzanıyor. Farkına vardığım gerçek şu ki, teknik dramatik yapıya ve ilgi çekici felsefi bir diyaloga sahip ilk metin; yedi bin yıldan fazla bir süre önce bir kil tablet üzerine yazılı olan ve milyonlarca yıldır tedavülde olan, efsanevi karakter figürlerine sahip Sümer “Gılgamış Destanı”dır. Dicle ve Fırat arasındaki Sümer medeniyetinin büyüklüğü; ister şiir, roman, heykel, resim, ister müzik kültürü olsun, kültürle ilgilenmesinden gelir. Kısacası Sümer uygarlığı, muhteşem bir uygarlıktır…
Bununla birlikte Irak halkının sadece Sümer ve Babil tarihinin mirasını taşıyan bir halka dönüşmesine gerek yok. İhtiyacımız, rasyonel bir şekilde toplumumuzu yeniden inşa etmektir. Ancak çatışmalar, siyasi dönüşümler ve sömürge rejimlerinin silah gücü, bir yandan sefil toplumlar yaratmaya ve bunları kendi ölçütlerine göre dizayn etmeye çalışırken diğer yandan toplumlarımızın bir kısmını öldürüp yok ediyor ve bize rasyonel düşünme veya onları yeniden inşa etme şansı bile tanımıyor…

İşte Lübnan'da, Suriye'de, Libya'da, Sudan'da, Filistin'de ve Yemen'de olduğu gibi Irak’ta da olan budur. Bu ülkeler, kültürel ve insani derinliği olmayan çöl bedevilerinin rejimleri ve batı güçlerinin getirdiği modern arabalar, uydu antenleri, cep telefonları ile yok edilmiştir. Şayet dünya, Gılgamış Destanı’nın yapısını, sanatsal ve estetik formunu incelese hayrete düşecektir ve bu muhteşem destan, düşünce ve estetik açısından ustalaşmış bir insan kültürü modeli olarak kalacaktır.

7 Ekim'den bu yana Gazze'de bir kıyım yaşanıyor. Son on, on beş yıl, Ortadoğu'da akan kan ve yıkımın katlanarak, yayılarak artmasına sahne oldu. 1950'lerde, 1960'larda Ortadoğu, Lübnan'ı, Filistin'i, Suriye'si, Mısır'ı, Yemen'i ile sadece Arap coğrafyasına değil tüm insanlığa umut veren gelişmelere sahne olurken, 1970'lerin sonlarından itibaren bir karanlık çöktü. Aydınlanan Arap halkları karanlıkla ve bağnazlıkla boğulmaya çalışıldı. Bu karanlığa rağmen, Mreydi gibi, Maysam Al Sarhan gibi, Siduri gibi her şeye rağmen umutlu kalmanın yollarını aramak ve mücadeleye yönelmek mümkün olacak mı?

Arap coğrafyasında ve tüm Ortadoğu'da değişim umudu ve hayalinin olduğu bir rönesans yaşandı. Açıkçası, komünist sosyalist ideolojinin yanlış yorumlanması sebebiyle, Sovyetler Birliği, talihsiz “öngörülebilir” bir şekilde çöktü. Bu çöküş, Türkiye ve İran da dahil olmak üzere, Arap ve Doğu toplumu olarak bizlerin umut kapısını kapattı. Bugün, Filistin halkının İsrail’in Siyonizm’i tarafından Gazze’de maruz kaldıkları vahşi soykırım, insanlık tarihinde görülmemiş bir olaydır. Toprağın üçte birinin, suyun üçte ikisinin oluştuğu, hayvanların sudan çıkıp insan formunda geliştiği evrenin ilk patlamasından bu yana, hatta Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nda bile, kimse bir halkı Siyonist-İsrail gibi soykırıma uğratmadı. Arap toplumu ve Ortadoğu toplumu bu korkunç ve vahşi katliamı yalvararak değil, zorla durdurmalıydı. Hitler’in Yahudilere karşı düzenlediği Holokost’u lanetleyen bu vahşi düzen, bugün, Holokost’un daha zalim halini uyguluyor. Bana göre Türkiye isteseydi, tarihteki en üst seviye sadizm ve mazoşizm biçimleri ile karakterize edilen vahşi faşist katliamı durdurabilirdi. Filistin topraklarını ele geçirip medeniyet tarihinin ve manevi kutsallıkların halkını sürgün eden, bugün ise, bu halkı yok etmeye çalışan bir devlet karşısında bölge halkları ve sakinlerinin sessizliği karşısında hayrete düşüyorum.

  • 1. Kasım Hawal (kullanılan başka bir yazımla Kassem Hawal) 1940 doğumlu bir Iraklı yönetmen. Bağdat Güzel Sanatlar Enstitüsü’nde oyunculuk ve yönetmenlik eğitimi alıyor. 1970 yılında politik nedenlerle Irak’ı terk etmek zorunda kalıyor ve yaşamını bir süre Lübnan ve Suriye’de sürdürüyor. O dönem Filistin Kurtuluş Örgütü'nün sinema birimini kuruyor. Çeşitli festivallerde ödüller alan, çoğu Ortadoğu’daki politik meselelere odaklı yirmi sekiz belgesel ve beş oyunculu filmi bulunuyor. Filmlerinin yanı sıra kaleme aldığı romanları da bulunuyor. Halen Hollanda’da yaşıyor.
  • 2. Yönetmenliğini Vittorio De Sica’nın yaptığı 1956 tarihli film (orijinal adı “Il Tetto”) Türkiye’de “Yuvasızlar” adıyla gösterilmişti.
  • 3. Vercors'un bu romanı (orijinal adı “Le Silence de la Mer”) 1949 yılında Fransız yönetmen Jean-Pierre Melville tarafından aynı adla sinemaya da uyarlanmıştır.