Bir doğum günü polemiği: Manipülatörler anti-komünistlik yapmaya devam ediyor hâlâ…

Galiba anti-komünistlik ve cehalet arasında korelasyon var; küstahlık bir cüret gerektiriyor, o da cehaletle ilişkili olabiliyor. Gereksizlik meselesine bir bakalım…

Gamze Erbil

Şu 20. yüzyılın soğuk savaş propaganda teknikleri epey değişti; politik doğruculukla birlikte öne çıkarılan değerler silsilesi içinde, subliminal mesajlarla itibarsızlaştırma yöntemleri de biraz daha az kullanışlı hale geldi.

Ama yine de, bir kuşağın hassasiyetlerini kaşımaya devam ederek “pis komünist” ve sokak satıcısı/“karpuzcu” gibi ucuz çağrışımlarla Nâzım Hikmet’i değersizleştirmeye cüret edenlere hâlâ rastlanabiliyor.

Nâzım Hikmet’in sahipsiz olmadığını hatırlatarak; soğukkanlılıkla, bu cüreti ve bu değersizleştirme girişimine kıt kanaat bir birikim ve post-modern bir yaklaşımla kalkışanlardan birini mercek altına alacağız.

Öncelikle, Taner Ay isimli bu kişinin “Kültür Tarihi Araştırmacısı” olarak lanse edilmekten utanmadığı için utandığımı belirtmeliyim. Basit bir google aramasıyla ilk elden ulaşılabilen malzemeye bakınca, “bir tane kitap okuyup bolca öznel kurguyla bunu harmanlayarak yazı üretme” konusunda uzmanlaşmış olduğu izlenimi veriyor. Hatta kitabın tamamını okumak yerine, seçtiği bir bölümle yetindiği bile söylenebilir.

Konumuz olan Nâzım Hikmet’le ilgili 3 Ocak tarihli Karar isimli internet medyasının Görüşler bölümünde yayımlandığı anlaşılan yazıda da benzer bir durumla karşılaşıyoruz. Taner Ay’ın “Kadıköyü’nün Komünist Karpuzcusu”1 başlıklı bu yazısındaki uydurmalarını Vâlâ Nureddin’in “Bu Dünyadan Nâzım Geçti” kitabındaki anlatımlara dayandırdığı anlaşılıyor; ancak yine utanarak ve sıkılarak yazıyorum ki, Taner Bey bu kitabı da doğru dürüst okumamış. Ya da cahil sağcı sığlığıyla “Nasılsa bunu da yediririm” diye düşünüyor olmalı ki, yine aynı kitaptaki birkaç alıntıyla çürütülebilecek olan iddialarını pervasızca savurmakta beis görmüyor.

Mütedeyyin

Nâzım Hikmet’in Mevlevi ve paşa dedesi (babası Hikmet Bey’in babası) Mehmet Nâzım Paşa’nın şairliğinden ve sosyal ortamından etkilendiği ve bu tarz şiirler yazdığı bu kitapta aktarılan anekdotlardan çıkarılabilir; ama “mütedeyyin” kavramının ifade ettikleriyle bu çocuksu hevesin örtüştürülmesi ve hele ki bu nitelemenin tarih olarak da 16-17 yaşlarına doğru uzatılması kötü niyetin ve/veya cahil cesaretinin tipik örneği.

Nâzım Hikmet’in bu yaşlarda mütedeyyin olduğu konusundaki iddia, yazının merkezi palavrası. Bunu spotta ve girişte kapladığı yerden, yazının ilerisinde de sıklıkla yeniden hatırlatılmasından çıkarabiliyoruz. 16-17 yaş bahsi, kolayca çürütülebilir bir atış; çünkü Nâzım Hikmet’in dedesine hayranlığı üzerinden, şiir tutkusunda bir uğrak olarak bu tarz şiirler yazdığından bahsedilen tarih 1913. Velev ki, bu fikirlerden daha uzun süre etkilenmiş olsun; onun da tarihi en fazla 1915’e kadar uzanabilir; çünkü 1915’te hem Nâzım’ı hem de aileyi derinden etkileyen Mehmet Ali dayısının Çanakkale’de şehit olması olayı yaşanıyor. Bundan sonra Nâzım, daha fazla emperyalist işgale karşı fikirlerin etkisinde kalırken şiirlerinde de tema olarak yurtseverlik öne çıkıyor. 1917’de girip 1920’de çıktığı Bahriye Mektebi yıllarında, özellikle de 1918’deki İstanbul işgalinin ardından şairin baskın fikirleri bağımsızlık, kurtuluş, işgal karşıtlığı şeklinde kendini gösteriyor.

11-12 hadi 13 yaşlarında, güçlü bir figür olan dedesi sayesinde tasavvuf düşüncesinden etkilenen bir çocuk ve komünist şairin “mütedeyyin” ilan edilmesi?!

O kadar zor değil ama…

Evet annesine hayran küçük bir erkek çocuğun aile içindeki geçimsizliklerden, kızkardeşinin bundan duyduğu üzüntüden etkilenmesi, hatta işin içine Bahriye mektebindeki edebiyat öğretmeni Yahya Kemal’in Celile hanımla olan “aşkı”nın girmesi… tüm bunların kendi dehasını küçük yaşlarında idrak eden, ve fakat bu özelliğini işgal altında bir İstanbul’un, Çanakkale’de şehit düşen bir dayının kendisinde bıraktığı etkilerin sonucu olarak bir misyon duygusuyla harmanlayan genç şairin hayatında kapladığı gerçek ağırlığı kavramak için, “Kültür Tarihi Araştırmacısı” olmaya gerek yok, sadece okuduğu tek kitabı titiz bir şekilde okumak bile yeterli. Bu da zor geliyorsa, Nâzım’ın gençlik şiirleri okunup buradaki temasal izlek takip edilebilir. Ne bileyim.

Eğer kötü niyetli ve at gözlüklü bir cahil değilseniz tabi.

İnternet medyasında gideri var

Yazının girişindeki çağrışımsal akışın ne kadar yorucu olduğunu irdelemeyi pas geçiyorum; dedim ya yorucu.

“Kanımca, Nâzım, kendisini komünist yapacak asıl yıkımı”… biraz ilerideyse “Ama, yazılanlar bana biraz abartılı gibi geliyor”… gibi öznel değerlendirmelerinin neredeyse hepsi, ya birbiriyle tutarsız, ya da mantıksal bir akış kurduğu hissi yaratma iddiasına rağmen, tamamen mantıksız bir dizilim içinde. Bu zorlu zihin okuma faslını geçelim. “Kültür Tarihi Araştırmacı”mız bizde şu hissi bırakmak istiyor: Bu mütedeyyin şair, zaten ortadaki bir seks skandalından dolayı çok örselenmiş durumda ve hayata küsüyor (Celile hanımın “monden” karakteri ifadesiyle nasıl bir çağrışım yaptırıldığını anlamakta zorlansak da, -çünkü gerçekte bu “monden” kavramıyla örtüşen bir durumdan bahsedebilmek için herhalde 2023 Türkiyesinin cehalet ortamında bir “Kültür Tarihi Araştırmacısı” olmak gerekiyor- bunun “solcuların yanlış bildiği bir şeye karşı” verilen bir ders olduğunu hissediyoruz).

Dolayısıyla da Nâzım’ı üzen esasen bu monden?? ve Yahya Kemal’le “sevişen” ve aynı zamanda işgal subaylarını protesto edecek kadar “ayaklı bir bela” olan annesi Celile hanım oluyor. Bin byte’ta, beş bin karalama… Biraz insaf Taner Ay, biraz insaf! Bir klavye bile aynı yazı içinde bu kadar tutarsızlığı ekrana yansıtmaya dayanamaz; ama internet medyasında bu tuhaf betimlemeleriniz muazzam bir arsızlıkla parıldayabiliyor.

Beş parasız Anadolu’ya…?

Gelelim Nâzım’ın hayatının dönüm noktalarından biri olan ve misyoner karakterinin hem bir sonucu ve hem de sonraki dokusunu şekillendirecek olan Anadolu’ya gidiş hikayesine.

Yukarıda epey üfürülerek şişirilmiş olan “Celile dramı”nın sonucu olarak Nâzım Hikmet’in (hem de arkadaşı Vâlâ Nureddin’in anlatımından alınmış olduğu halde onun milliyetçiliği kadar bile bir gerekçesi olmadan) Anadolu’ya gidişini betimliyor Kültür Tarihi Araştırmacısı. Öylesine güçlü (!) nedensellikler kuruyor ki Taner Ay: “Bu yüzden Anadolu’ya geçmek için buluşma yerleri olan Cenyo’ya beş parasız ve elini kolunu sallayarak gelmişti.” İnanılır gibi değil!

Yani annesinden utanan ve bu travma yüzünden Anadolu’ya kaçmak isteyen bu “ezik figür” bir de beş parasız; üstelik elini kolunu sallayacak derecede “şey”. DÜŞÜNÜN ARTIK! SİZ BU NÂZIM HİKMET’İ NE SANIYORSUNUZ ACABA?

Milliyetçi bile değil

Buluşma yeriyle ilgili detaylı bir “bilgilendirme” sonrası tekrar bir itibarsızlaştırma hârekatıyla karşılaşıyoruz:

“Vâ-Nû’nun ve Nâzım Hikmet’in isimlerini teşkilâta Doktor Adnan’ın ve Halide Edip’in verdikleri kesindir. Vâ-Nû’nun matbûatta artık “milliyetçi bir isim” olarak bilinmesine karşın, Hikmet Bey’in mütedeyyin mahdumu Nâzım, listeye, teşkilâta akıl hocalığı yapan Doktor Adnan ve Halide Edip tarafından, sadece “şahsen pek sevimli bulunduğundan” alınıvermişti.”

Evet, yine mütedeyyin ama hiçbir ideolojisi ya da ciddi hiçbir gerekçesi yok; milliyetçi bile değil. “Şahsen sevimli olduğundan” ve annesinin utancından kaçtığından Anadolu’ya gidiyor sadece…

İki yurtsever gencin Kurtuluş Savaşı’na destek olma misyonuyla Anadolu’ya yolculuğu sırasında kimliklerinin inşasında kritik uğraklardan biri olan yolculuk sırasındaki temaslarını “bizim kafadarlar” tadında bir tarzla, bununla da yetinmeyerek “bizim cahiller” gibi sıfatları kullanarak aktarmaya yeltenen Kültür Tarihi Araştırmacısı ne kültür, ne tarih ne de araştırmanın kıyısından geçebileceğini bu bölümde daha net bir biçimde kanıtlıyor.

Yine “biraz insaf Taner Ay…” diyeceğim; ama artık bir gülme geliyor.

Her şey intikam için

Gerek Vâlâ Nureddin’in anlatımlarında gerekse başka Nâzım biyografilerinde aktarılan; Nâzım Hikmet’in komünist fikirlerle tanışmasının köşe taşları ve buna etkisi olan temaslar/iletişimler/etkileşimler gibi bir başlıkta incelenmeyi ve irdelenmeyi hak eden, öncelikle İnebolu ve daha sonra Ankara’da Spartakistlerle ve Bolu’da Ziya Hilmi Bey’le temasları gibi olguları yine kendi fantastik değerlendirmeleri içine yerleştiren Taner Ay, bu bölümde gerçekten pes dedirtiyor. Öyle ki, Marks, Engels, Kautsky, Luxemburg, Liebknecht gibi “isimlerden hiçbirini bilmeyen bizim cahiller, ağızları açık ayran budalası gibi Sadık Ahi’yi dinlerken” biz onların cahilliklerini idrak edip yükseliyoruz; Spartakist Sadık Ahi’nin mütedeyyin Nâzım ve milliyetçi Vâ-Nû’nun “inançlarını sarstığını” ve fakat bunun yetmediğini (!); Nâzım’ın kafasında Yahya Kemal’den intikam alma şimşeklerinin çaktırdığını (!) öğrenerek bilgeleşiyoruz. La havle! (An itibariyle kendimi Biyografik Çarpıtma Araştırmacısı ilan ediyor ve Taner Ay’ın kendi hikayesinin böyle bir versiyonunu biraz data toplayıp sizlere ulaştıracağıma söz veriyorum)

Vâ-Nû ve Nâzım’ın, Ziya Hilmi Bey’le tanışma ve ondan etkilenmelerinin; onun anlattıklarından gerçek bir kurtuluş fikri gibi düşündükleri Ekim Devrimi’ni yerinde görmek için Sovyetler Birliği’ne gitme kararı alışlarının hikayesini daha ayrıntılı ve kendi tarihsel arkaplanı içinde değerlendirerek ele almak gerekir. Ankara’daki yeni potansiyel cumhuriyetin kimi yozlaşmış ilişkilerine tanıklık edişlerini, tek başına “milliyetçi” Vâlâ Nureddin’in anlatımlarından dahi çıkarsamak mümkün ve Ekim Devrimi “merakının” arkaplanında mesela böyle belirleyenler de var.

İşçi sınıfı diktatörlüğü: Kötü değil, teorik

Taner Ay tabii ki, burada da benzer bir hafiflik/densizlikle kendi fantezilerini ve ötekileştirmelerini uçuşturuyor. Yok onun gibi “bilgi sahibi olmak istediklerinden” gitmeye karar vermişler; yok işçi sınıfı diktatörlüğünden etkilenmişler. Evet, ortodoks adlandırma “işçi sınıfı diktatörlüğü”dür; ama nötr bir anlatımda biz ona “genç Sovyet cumhuriyeti” diyoruz; “Ekim Devrimi’nin ülkesi” diyoruz. Teorideyse tam tamına “işçi sınıfı diktatörlüğü” diyoruz. Ama Soğuk Savaş terminolojisiyle “gömme” uzmanı Taner Ay, buradan da bir başka “itibarsızlaştırma” hamlesi peşinde olduğundan özellikle bu kavramlaştırmayı seçiyor. Teoriden anladığını sanmıyorum.

1921’deki Anadolu’dan Batum’a ve oradan Moskova’ya, Ekim Devriminin ülkesine uzanan yolculuk ve iki yurtsever gencin insanlığın kurtuluşunu arama macerası, Moskova’daki Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’ndeki üç yıl süren “dünyalarını değiştiren eğitim” macerasıyla devam ediyor. Burası gerçekten Nâzım Hikmet’in hayatının geri kalan kısmındaki komünist kimliğinin temelinin atıldığı yerdir; ne büyük bir şansla ki bir devrimin kalbinde, enternasyonel bir ortamda, dünyayı sarsan on günü yaşayan ülkenin insanlığı sarsan on yılları yaşatmaya hazırlandığı bir dönemeçte geçirilmiş üç yıl.

Kültür Tarihi Araştırmacımıza göre, “Sonrası bizim yakanın edebiyatından olmadığından, geçiyorum ve ’28 yılına atlıyorum”… “Sizin yaka” nedir? Kültür, Tarih ve Araştırma gibi kavramlar ağlıyor!

Karpuz değil, Aydınlık satıyor; 1928 değil, 1924-25

Çok temel bir sorun var: Nâzım Hikmet’in 1924-25 tarihleri arasındaki Türkiye’ye dönüşü ve sonrasında yeniden Sovyetler Birliği’ne gidişi, genel Nâzım biyografi yazınında da çok yuvarlak geçiliyor; oysa ki, bir komünistin kimliğinin inşasında gerçekten çok kritik yıllar; zaman aralıkları ve dönemeçler içeriyor. Nâzım 1921 sonrası Moskova serüveninde komünizmin üniversitesinde okuyor; komünist partiye giriyor; parti için üreten ve ülkesine bir dönüşüm yaşatmak üzere bir misyonla dönen örgütlü bir komünist. 1924-25 aralığındaki bu kısa Türkiye sürecinde, evet gerçekten de fazlaca militan ve kasketlidir. Ama Kadıköy’de karpuz satıcılığı değil; Galata köprüsünde ve Sirkeci’de parti yayını Aydınlık satıyor ve Tarlabaşı gibi semtlerdeki işçi mahallelerinde tiyatro vs. gibi deneysel örgütlenme hamlelerinin içinde yer alıyor. Büyük bir altüst oluşun içinde, bir devrimci dalganın kıvılcımını kendi toprağında ateşlemek için sergilenen muazzam bir yaratıcılık ve dönüştürme iradesi olarak düşünebiliriz.

1925’teki devlet terörüyle birlikte yeniden Sovyetler Birliği’ne dönmek zorunda kalıyor. Bundan sonra Kültür Tarihi Araştırmacısının “atladığı” 1928’e kadar da yeniden ülkesinden ayrı yaşamak durumunda kalıyor. Nihayet ‘28’de Türkiye’ye döndükten sonraysa biraz daha olgun ve farklı bir profil sergilediğini biliyoruz. Bu “Kadıköyü’nde karpuz satma” faaliyetini dışlar mı? Nâzım Hikmet bu; ne zaman ne yapacağını bilemezsiniz. Dahası böyle bir şey olduysa da, siyasi tarihçilerin/hatta kültür tarihçilerinin altında başka bir hazine araması gereken bir konspirasyon hikayesi olarak düşünülmesi “araştırmacı”lığa daha uygun olacaktır. Babası Süreyya Sineması’nın müdürüyken ve kendisi de Resimli Ay’da “putları yıkıyor”ken, bu “karpuzculuk” eziklemesi çok uygun görünmüyor.

Araştırmacı kendi duygularını karıştırınca

Nâzım’ın “şeklen dahi” komünist görünmek konusunda özel bir çabaya giren; özünde monden bir paşa çocuğu olduğu izlenimi yaratma arzusu, “köylü kasketli, yakası bağrı açık ucuz Halep kumaşından gömlekli ve giyildiğinden beri hiç ütü görmemiş pantolonlu” betimlemesiyle bir arada olunca, Kültür Tarihi Araştırmacısının zihinsel pratiğinin açmazları konusunda dehşete düşmemek mümkün olamıyor.

Ne olur Taner Ay, çok rica ediyorum:

Velev ki,

Nâzım Hikmet komünist taklidi yapmak isteyen gayri samimi bir paşa çocuğu…

Köylü kasketi, … kumaşından gömlek giymesinde ne tuhaflık olabilir?!

Bu kıyafetleri ya da karpuz kavun satmayı tiksindirici bulduğunuz, cümlenin gelişinden hissediliyor; o halde size ne komünist taklidi yapmak isteyen birinin bu tiksindirici role girmesinden?

Ne Nâzım’ı, ne komünistliği, ne köylülüğü bünyenizin kaldırmadığını doğrudan söylemek ve tarafınızı net olarak tarif etmek varken, bunca karmaşık ve subliminal bir edebiyata neden ihtiyaç duyuyorsunuz?

Celile’ye dönüş ve anti-komünist manipülasyonun en ilkel halleri

Kültür Tarihi Araştırmacısı sıfatı arkasında saklanan sağcı psyop-manipülatörümüz; Nâzım’ı ve komünistliğini bu derece yerlere sermiş ve üzerinde tepinmişken (!), son bölümde işi sağlama almak için bir kez daha Celile Hanım’a dönüyor ve yazısını bitirirken büyük bir arsızlıkla bir kez daha gerçekliği çok tartışmalı “Yahya Kemal’in yüz vermediği zavallı Celile” imajını güçlendirecek bir komşuluk hikayesi anlatıyor. Yeterli.

Nâzım Hikmet’in fikri gelişimindeki farklı dönemlerini birbirine kırdırmak, anti-komünist manipülasyondur!

Nâzım Hikmet’ten ezik-klişe-indirgenmiş kişilikler çıkarmaya çalışmak, anti-komünist manipülasyondur!

Nâzım Hikmet’in hayat hikayesindeki zorlu-özel dönemlerden ideolojik sapma-dönme ya da kararsızlıklar türetip birini öne çıkarmak, anti-komünist manipülasyondur!

Nâzım Hikmet’in ailesiyle ilgili sınırlı bilgiyle sansasyonel çarpıtmaları gündemde tutmak, anti-komünist manipülasyonun en ilkel halidir!

Nâzım Hikmet, hayatının farklı gelişim evrelerinde-uğraklarında bu gelişimin hem biyolojik hem fikirsel aşamalarını; hem her insan gibi, hem de derinlikli bir aydın formasyonuyla geçirmiş; insan kalmayı; evrensel değerlere bağlı ve komünist bir aydın olarak insan kalmayı, şiirinin hem dili hem duygusuyla kayıt altına almayı seçmiş bir değerimiz.

Nâzım Hikmet > Kültür Tarihi Araştırması…

2023 Türkiyesinin Kültür Tarihi Araştırmacıları… Çekilebilirsiniz.