Atasözlerimiz ve bir 'reddi miras' ilanına davet

"Amacım herkesi kendi dağarcığındaki gerici, yobaz, artık çağ dışı kalmış atasözlerini silkeleyip çıkarmaya çağırmak. Bu da aslında basit bir iş değil."

CEMİL FUAT HENDEK

Atasözleri ve deyimler bir toplumun oluşum ve gelişim sürecine paralel gelişen dilin zenginlikleridir. O toplumun yüzyıllar içinde birikmiş yaşam deneylerini, halka mal olmuş bir çeşit bilgeliği de gelecek nesillere taşırlar. Bir insanın, anadili de içinde olmak üzere herhangi bir dile hâkim olması, (mesleksel kavramları dışarıda tutmak koşuluyla) sadece dağarcığındaki sözcük sayısıyla değil, bildiği ve kullandığı deyim ve atasözlerinin çokluğuyla da ölçülmelidir.

Atasözleri ve deyimler aynı zamanda bir kültür mirasıdır. 

Bize kalan bu mirası nasıl kullanacağımıza gelince...

Atalarımızın her sözünün doğruluğu tartışmasız bir bilgelik içerdiğini düşünmek büyük bir yanılgı olur. Bu miras içinde insanlığın evrensel olarak biriktirdiği bilgi ve deneylerle çoktan aşılmış, yanlış olduğu kanıtlanmış, dahası bazıları artık etik açıdan asla kabul edilemez, utanılası öngörüler olduğunu da bilmeliyiz. Demek ki, bu mirası alıp kullanırken, onun bir kısmını reddetmek de gerekmekte. Elimize geçen bu miras içindeki bu türden atasözlerini ve deyimleri teker teker saptamak, dilimizden -ve tabii o tür tavsiye ve öngörüleri yaşamımızdan- tümüyle temizlemek bize düşen önemli bir görevdir.

Reddi miras listeme yazdıklarım

Öncelikle günümüzde siyasi açıdan acil, acil olduğu kadar ölümcül bazı örneklere değineyim:

“Söz gümüşse, sükût altındır” diyor bir atasözümüz. Bazıları bunu “konuşmaktan çok dinleyeceksin” şeklinde yorumlamaya çalışsa da, aslen önerilen susmaktır. Yetmezse bu atasözünün daha ayrıntılı bir benzeri de yok değil: “Bana benden olur her ne olursa, başım rahat eder dilim durursa.”

Bunun ardına bir de tehdit dolu bir atasözü koyarsak gaye açıkça ortaya çıkar: “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar!”

Demek ki, bu atasözlerimizin önerisini izlersek, başımıza dert açmamak için ağzımızı kapayıp susmalı, bulunduğumuz ortamdan kovulmamak için de doğruyu söylemekten vazgeçmeliyiz. Bunca korkaklık ve sinsiliğe pes doğrusu! Ülkemizin üstüne çökertilmiş ve her geçen gün daha da yoğunlaştırılmakta olan karanlık karşısında susmalı mıyız? Dinselliği propaganda malzemesi yapanların kendi aralarında bakara makara yaparken, halkın orasına burasına koymak için yeni fırsatlar yaratmak üzere dolaplar çevirdikleri gerçeğini dile getirmemeli miyiz? Allah’ın adını dilinden düşürmeyen, beş vakit namazı kaçırmayan, Cuma’lara gazeteci, fotoğrafçı ordusuyla gitmeyi ihmal etmeyen bazılarının ahlaksal değerleri nasıl by-pass ettiklerini, vatanı bir mafya operasyon merkezi, uyuşturucu dağıtım noktası, kara para yıkama kazanı haline getirdiklerini söylememeli miyiz? Milyonlarca emekçinin alabildiğine sömürülmesi, açlık sınırında yaşamaya mahkûm edilmesi karşısında sessiz mi kalmalıyız?

Herkes biliyor: Böyle yapan birilerinin ceplerine belli odaklardan altın yağıyor. Doğru söyleyeni hemen kovmaya hazır ahlaksızlarla dolu köylerde -hem de lüks konutlarda, villalarda- oturmaya da devam ediyorlar.  

Böylesi tiplere bakarak bu atasözlerine uygun davranan, böylece altın biriktirmeye heveslenenlerle dolu ortalık. “Neden olmasın?” diye düşünüyorlar. Belki o altınlardan kendilerine de düşecek bir pay olabilir. Onun için sadece susmakla yetinmeyip, düzenin destekçiliğine soyunmak bile olasıdır. Zaten bunu tavsiye eden bir atasözümüz de eksik değil: “Isıramadığın eli öpeceksin!” Hemen ardından, bu öneriyi izleyerek onursuzluğa doğru ilerleyenlere güven verecek başkaca atasözlerimiz de sökün etmekte gecikmez: “El öpmekle ağız aşınmaz!” ya da “Baş sallamakla kavuk eskimez!”

Devletin malı deniz...

Ülkenin tüm değerlerini bir takım dış sermaye odaklarıyla birlikte yağmalayanlara kuşku götürmez biçimde yol gösteren bir atasözümüz var: “Devletin malı deniz, yemeyen domuz!” Onun için halkın malını emaneten elinde tutan devletin fabrikasını, işletmesini, limanını, toprağını, ormanını, akarsuyunu, sahilini, yeraltı zenginliklerini “Babalar gibi satarım!” diye millete meydan okuyarak ona buna peşkeş çektiler. Halen de bunları sata sata bitiremiyorlar. Satmadıklarını uzun süreli kiraya veriyorlar. Neden olmasın? Yandaşını zengin et. Zengini daha da semirt. Bu işlere hizmet edeni de bol maaşlarla ödüllendir. Kendileri yetmezmiş gibi hısım, akraba, taallukat, yandaş tümüne -bir maaşla da yetinmeyip- üç, beş ve bilmem kaç yerden maaş bağlat. Bütün bunlar için devletin kasasını ne güne duruyor. “Atanın bu sözü” bunun için yetki vermemiş mi onlara?

Bal tutan parmak...

Devlet aygıtı içinde, merdiven altındaki çaycıdan başlayarak en tepeye dek her kademede paylaşılan rüşvetlerden bahsedilirdi bir zamanlar. 1980 sonrasında parlayarak cumhurun başına dek tırmandırılan tarikat mensubu, Amerikan hayranı Çankaya’nın Şişmanı, “Benim memurum işini bilir,” diyerek meşru kılmıştı bu işi. Akabinde “Devlet kapısında olmayacak iş yok. Ama her işin bir fiyatı var. Yeter ki sen ödemeyi kabullen,” dendiğini anımsıyorum. Ne var ki, Osmanlılarda bir çeşit gelenek halini almış olan bu “işini bilme işi”, önceleri hiç olamazsa bazı alanlarda çok zor ve ancak pek az örneklerde işlerdi; adalet mekanizmasında örneğin, ya da orduda falan... Artık hâkimi, savcısı, özel harekâtçısı, polisi, kim varsa… Bunların tümünün tutunduğu bir atasözümüz var: “Bal tutan parmak yalar!” 

Arada bir bu tür atasözlerine boşveren bir polis, savcı ya da hâkim çıkıyor. Yolsuzluğa bulaşmadan işini yapmaya kalkıyor. Hemen ülkenin bir başka ucuna tayin edilene ya da meslekten atılana dek… Bir gazeteci çıkıyor, tutuklanmayı, köyünden/işinden kovulmayı falan göze alıp bunların haberlerini sızdırıveriyor. Mahkemeye verilene, haberine de erişim engeli konana dek…

Gemisini kurtaran kaptan...

Mahkeme kararı, yasal engel, sansür falan bir yana. Bunlar herkesin bildiği “sır” olarak ortalık yerde dolaşıyor. Bilinmesine biliniyor ama... Herkese inat bunları duymazdan, bilmezden, görmezden  gelmeye devam edenler var bolca. Çünkü onlar bu tür ahlak düşkünlerine “gemisini kurtaran kaptan” diye bakıyorlar. Kendileri de aynı atasözünün izinden yürüyerek, iktidarın dağıttığı kırıntılardan beslenmeye devam ediyor, bir yandan da başkaca olanaklar yakalamak için fırsat kolluyorlar. O gemide ahlaksal olarak çürüdüklerinin, kendileri gibilerle birlikte doluştukları o teknenin kaçınılmaz olarak bir gün batacağının farkında bile olmayan kaptanlar...

'Karılar hamamı'...

Kadınların eşitsizliği bu toplumun eski yarasıdır. Ne var ki, kadınlar hiç olmazsa Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde -kağıt üstünde de olsa- eşit yurttaşlık haklarına kavuşmuş görünüyordu. Son 20 yılda ise artık eşitsizlik, haklarının ayaklar altına alınması bir yana dursun, kadınların evde ve sokakta açıktan şiddet görmesi de toplumun önemli bir kesiminde yaygınlaşmış ve olağan hale gelmiş görünüyor. Eh, devletin en tepesindekiler kadına gülmeyi bile yasaklamaya kalkarsa, doğuracağı çocuk sayısını dikte ederse, sokaktaki cahil ne yapmaz ki?

Bir kere, kadınları aşağılamak için öncelikle başvurmak üzere belleklere yerleştirilmiş bir dizi atasözü var dilimizde. Bir odada beklenmedik bir anda sessizlik olup, herkes iç geçirdiğinde “Bir yerlerde bir kız çocuğu doğdu,” demek, kadın-erkek eşitsizliğinin dışavurumundan başka nedir ki? Kız doğduğuna üzülmekle başlar bu aşağılama. Ardından alabildiğine utanmazcasına azgınlaşır. Örneğin, yüksek sesle konuşmaların birbirine karışıp, anlaşılmaz bir şamataya dönüştüğü bir ortamda “Burası karılar hamamına döndü!” diyerek şikâyetçi olan kişi kuşku götürmez biçimde onulmaz bir kadın düşmanıdır.

Kızını dövmeyen...

Ya her geçen gün haberlerde içimizi karartan şiddet olaylarını yaratanlar? Bunların da bir atasözümüzü sadakatle yerine getirdiklerini kabul etmek zorundayız: “Karının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin!”

Eşine dayağı eksik etmeyen, rahmindeki öz evladına da sıpalığı uygun gören insan şeklindeki o acayip yaratık, biliriz ki, kızına da şefkatle muamele etmez. Çünkü doğruluğuna inandığı ve ona yol gösteren, karısına reva gördüğü dayak fasıllarını kızlarından da esirgememesi için ona yol gösteren bir atasözümüz daha vardır: “Kızını dövmeyen dizini döver!” Bu kadın düşmanı, dizini dövmemek için kızına saldırıp evi şiddete boğduktan sonra vicdanını rahatlatmak için bir atasözünü mırıldanarak yatağına gidecek ve mışıl mışıl uyuyacaktır: “Dayak cennetten çıkmadır!” Zaten bir atasözü bu yobaza evini çoktandır kız çocukları için bir hapishaneye çevirtmiş bulunmaktadır: “Kızı başı boş bırakırsan ya davulcuya varır, ya zurnacıya!” Böyle diyerek kız evlatlarını aile içinde esir alır. (Müzisyenleri de bu arada aşağıladığını atlamamalıyız.) Özgürlük alanlarını tümden sınırlar. Sadece gidiş gelişlerine değil, ne tarafa baktıklarına bile karışır. Bu işi daha da abartarak kızlarını okula göndermeyi bile reddederek eve kapatanların sayısının da hızla çoğaldığını biliyoruz.

'Dişilik suçu'...

Kadını mal olarak görmeye başlayan bu insan türü son yıllarda şiddeti evinde saklı tutmayı da bıraktı, sokağa taşıdı. Bu kadarla da yetinmiyor. Özellikle son yıllarda tırmanan gericilikle birlikte beyinlerine şırıngalanan ideolojik zehirle mutasyona uğrayan yaratıklar bütün kadınlara bir seks unsuru olarak bakmaya, onlara göz koymaya ve bunu açıkça ifade etmeye de başladılar. Bu yaklaşımı ilk fırsatta düşünceden eyleme dönüştürenler şikâyet üzerine karakola çekilince ne oluyor dersiniz? Oradaki polislerin de gizliden gizliye hak verdiği bir atasözüne dayanarak savunma yapıyorlar: “Dişi köpek kuyruğunu sallamayınca, erkek köpek ardına düşmez!” Ve tabii çoğunlukla serbest kalıp, evlerine dönüyorlar. 

Adalet mi? Saldırıya uğrayan kadın şayet en başta ailesinden gelecek baskıya, onun ardından sırayla çevresinde, karakolda ve savcılıkta kendisine yönelen şüpheci bakışlara karşı direnebilir ve davacı olursa... Karşısında duracağı hâkimlerden kaçta kaçının bilinçaltına sakladığı şu atasözüyle mücadele etmek zorunda kalacağını bilemeyecektir: “Dişi yalanmazsa erkek dolanmaz!” (Bu mutant insansı türün, artık kucağında şefkat arayan kendi kız evladında, eğitsin diye eline teslim edilen küçücük erkek çocuklarda da dayanılmaz bir cinsel çekicilik bulup bulamayacağını açıkça tartışılıyorken, biri çıktı, sakalsız erkekleri de bu “cinsel ilgi alanı”na ekledi.)

Körlerle sağırlar

Gericiliğin kadın düşmanlığı tek başına durmaz atasözlerimizde. Bunlara engellileri aşağılayan atasözleri de eşlik eder: “Körlerle sağırlar birbirlerini ağırlar!”

Bu atasözlerinde ifadesini bulan kadın düşmanlığı ve engellileri aşağılamanın kaçınılmaz bir uzantısı da ırkçılıktır. Dağınıklığı, kimin ne yaptığının bilinemediği karmakarışık bir ortamı “Çingene çalsın, Kürt oynasın” diye niteleyen, işte bu üçlemenin sadık takipçisidir kuşkusuz.

Her koyun kendi bacağından...

Gün geçmiyor ki, bir iş cinayeti işlenmesin. Ücretleri ödenmeyen, haksız yere işinden kovulanların sesi yükselmesin. Bir baba çocuğuna kıyafet alamadığı için, bir anne evladına kahvaltı ettiremediği, bir genç iş bulamadığı için intihar etmiş olmasın. Bakımsızlıktan arızalanıp düşen bir asansörde öğrenciler yere çakılmasın. Bu düzenin yetiştirdiği duygusuzlar omuz silkip geçiyorsa bilinçaltlarına kazınmış bir atasözüne güvendiklerindendir: “Her koyun kendi bacağından asılır!” Bu atasözünü benimseyen, kendisini celebe gönderilecek koyun seviyesine indirmeye razı olan insana ne denebilir ki? Üstelik bu vicdan sahibi herkesin tüylerini diken diken edecek olaylar karşısında duyarsız davranmasını tavsiye eden bir atasözü de bilinçaltından fısıldayarak destekler onu: “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın!”

Ondan sonra da bu omuz silkişi temize çıkaracak bir atasözünü mırıldanarak yoluna devam ettiğini gözlemleyebilirsiniz: “Böyle gelmiş, böyle gider!”

Boyun borcumuz

Aslen işimiz zor. Örnekler sadece bu kadar değil tabii. Bu yazıda sadece birkaç örnek vermek istedim. Amacım herkesi kendi dağarcığındaki böylesi gerici, yobaz, artık çağ dışı kalmış atasözlerini silkeleyip çıkarmaya çağırmaktı. Bu da aslında basit bir iş değil.

Birincisi, herkes bu tür bir mirası reddetmekle kalmamak, düşünce ve davranışlarından da kazıyıp atmayı hem kendisine, hem de bu topluma karşı boyun borcu bilmeli.

İkincisi, bu reddi mirasla birlikte af tanımaz bir mücadelenin safında yer almalı. Ülkemizi gericilik ve yobazlık çarşafına sokmaya kalkan din simsarlarına, onların destekçisi milliyetçilere, ırkçılara, kadın ve çocuk düşmanı tarikat yuvalarına karşı... Topluma bu tür atasözlerinin öngördüğü davranışları propaganda edenlere karşı... Ortaçağ karanlıklarından süzülüp gelen gelenekleri yaşatmakta direnen her türden gericiliğe karşı... Tarihin karanlıklarında kalmış yobazları “ulusal değer” olarak hortlatanlara, kamusal alanlara bunların adlarını vererek yeni baştan güncellemeye kalkanlara...

Bir zamanlar “Bizim memlekette olmaz!” dedikleri, artık burnumuzun ucunda duruyor. Yitirecek zamanımız kalmadı.