14 gün süren Köyceğiz yangınının ardından: Devlet neredeydi, her şeyi gönüllülerle biz yaptık

Köyceğiz'deki söndürme çalışmalarına katılan gönüllü bir yurttaş, bölgede yaşadıklarını, gözlemlerini, yangın alanlarındaki tabloyu soL için kaleme aldı.

Haber Merkezi

"Onca çalışmadan sonra nasıl etsem de bu yangını söndürsem diye düşünmekten sabaha kadar uyuyamıyorum abi. Aklımdan geçenleri bir duysalar, vallahi tımarhaneye gönderirler."

Yaklaşık iki haftalık yangınla mücadelesini böyle özetliyordu Mersin İtfaiyesi emekçisi. Alevleri söndürmeye “beni koysunlar aracın üstüne, su sıka sıka gezeyim bütün ormanı” diyecek kadar kafayı takmıştı. Nasıl takmasın? Memleketinin küle dönüştüğüne şahit olan, üstelik bu şekilde, böylesine hunharca yıkıldığına şahit olan birisi elinden geleni yapmadan durabilir mi? Doğal afet olmaktan çıkmış, neredeyse taammüden cinayete dönüşmüş bir olayın üstesinden gelebilmek için biraz da “takıntılı” olmak gerekmez mi?

Köyceğiz yangını insanı ve doğayı öğüten cinai durumun bir özeti gibiydi aslında. Sermayenin çıkarları doğrultusunda örgütlenmiş bir toplumsal ilişkiler sistemi ve kaynaklarını ülkesini ve insanını korumak ve geliştirmek için değil kişisel çıkarlar ve rant için kullanan ve dahası ciddi yönetim zaafı yaşayan bir devlet yapısının “doğal” olan bir olayı yıkıma dönüştürmesi çok da zor olmasa gerekti. Köyceğiz’deki afet ise bunun bir ispatıydı.

Dünyanın oluşumundan beri doğanın sürekli bir değişimle, yıkımlar ve yeniden doğumlarla malul olduğu, bu anlamda afetin doğanın tanımlayıcı niteliklerinden birisi olduğu doğru doğru olmasına ama Marx’ın harika bir deyişle vampire benzettiği sermaye ve sermaye ilişkilerinin bütün gücüyle hüküm sürdüğü son 200 yılda “doğal” afetlerin insan eliyle -yoksa sermayenin çıkarları doğrultusunda mı demeli?- çok daha derinleştiği ve farklı kapsamlara ulaştığı malumun ilamı olacaktır. Aslında bu durumu denizle ormanın iç içe geçtiği Türkiye’nin neredeyse bütün kıyı şeridinde görebiliyorsunuz. İnsani ihtiyaçlar için değil de sermayenin çıkarları için örgütlenmiş ve bir avuç insanı zengin etmekten başka bir şeye yaramayan bütün diğer sektörlerde olduğu gibi turizm sektörü de mevcut haliyle, o sonu gelmez binaları, arabaları ve ve dayattığı tüketim-eğlence anlayışıyla hem doğa hem insan için yıkıcı bir güçten daha fazlası değil. Yolları, arabaları ve binalarıyla bu sektörün ormanlık alanlara verdiği tahribatın yanı sıra, yarattığı gaz salınımlarıyla sıcaklığı daha da arttırdığı ve yanmaya zaten eğilimli olan bir coğrafyada bu eğilimi daha da tetiklediği uzun zamandır tartışılıyor. Dahası turizmin bütün iddiaların aksine bölgeyi kalkındırıcı olduğu da hayli şüpheli. Belki kısa vadede bölge halkının topraklarını satın alarak bir kısmına göreli bir maddi kazanç sağlıyor. Ama turizm uzun vadede bölgeyi bir rant ekonomisine bağlayarak halkı sektörde istihdam edilecek ücretli emekçilere dönüştürüyor ve dahası kısa vadede refah sağladıklarına da birkaç kuşak sonrası için yine ücretli emekçi haline düşmekten başka şans tanımıyor.

Kısacası uzun zamandı “doğal afet”lerin doğallığı hayli şüpheli. Peki ya bu doğallıktan çıkmış yıkıcılıkla nasıl baş edilmeli? Köyceğiz Yangını’nın yıkıcılıkla nasıl baş edilmemesi ya da edilemeyeceğine dair bir laboratuvar görevi gördüğünü söylemek mümkün. Söz konusu laboratuvarın ilk bulguları yangın bölgesine ilk adım attığımız andan itibaren karşımıza çıktı. Her şeyden önce, yangın için oluşturulan koordinasyon merkezlerinde tam bir “koordinasyonsuzluk” durumu hüküm sürüyordu. Hiçbir merkezi akıl ve koordinasyonun olmadığı bu bölgelerde devletin çeşitli kurumları, belediyeler ve gerek devlet tarafından desteklenen gerekse bu destekten mahrum bırakılan STK’lar yardımları toplamaya ve dağıtmaya çalışıyorlardı. Ama herhangi bir stanttan aldığınız tulum, eldiven, maske gibi malzemeleri diğer stant görevlileri yetersiz buluyor ve size yenisini verebiliyor ve bu durum diğer stantlardaki görevlilerle karşılaştığınızda devam ediyordu.

Karmaşa yangına müdahalede gerekli insan gücü konusunda da aşikardı. Yangının iyice hararetlendiği zamanlarda Cumhurbaşkanı’nın açıklamaları yerel otoritelerin bölgeye gönüllü gidişini engellemeleri olarak kendini gösterdi. Özellikle jandarma ekipleri ve kaymakamlığın engellemeleri karşısında birçok gönüllü yangın yerlerini terk ederken, kalanlar ise “acaba gereksiz yere ortalığı mı karıştırıyoruz, yoksa gerçekten sivillere ihtiyaç yok mu,” zehabına kapılmaktan geri duramadılar. Ama gönüllülerin engellenmesi konusunda da kaos kendini gösteriyordu. Koordinasyon merkezlerinin idame ettirilmesi ve yangına sivil gönderilmesi hususunda kah AKP gençlik teşkilatı ve üyeleri, kah Kızılay ve AFAD gibi devlet kurumları, kah İHH gibi hükümete yakın STK’lar inisiyatif almaya çalışıyordu. Bütün bu karmaşadan sıyrılıp yangın yerlerine gidebildiğinizde ise durumun ve karmaşanın vahametini daha iyi anlıyordunuz.

Öncelikle bu doğallığı hayli şüpheli olan yangın büyüktü, çok büyük. Gündüz gözüyle büyük ölçüde dumanlara şahit olurken, karanlık çöktüğünde bütün bir ormanda çoban ateşleri misali küçük yangınları ve bazen de büyük alevleri net bir biçimde görmek mümkündü. Köyceğiz dağları ve ağaçlar sanki için için yanıyordu ve yıkımın büyüklüğünü gözler önüne seriyordu. Küle dönüşen ağaçlar ve bitki örtüsü, kavrulan envai çeşit mahlukat ve yangının her daim kendini çevrelemesi tehlikesiyle çalışan, alevlerden çok dumanla boğulma riskinin altındaki insanlar…

Müdahale konusunda ise koordinasyon merkezinde yaşanan karmaşanın etkilerini yangın yerlerinde çok daha net bir biçimde hissetmek mümkündü. Gönüllülere çıkarılan bütün engellere rağmen bölgeye ulaştığınızda itfaiyeci ve orman emekçileri arabalarınızı durduruyor ve yardıma ihtiyaçları olduğunu haykırıyorlardı. Tam da bu anda içinizdeki gereksiz karmaşa yaratıyor muyum şüphesi ortadan kalkıyor ve engelleme çalışmalarının hayal kırıklığı öfkeye dönüşüyordu. Bazı gönüllü ve gönüllü gruplarının ucuz kahramanlık peşinde koştuğu doğruydu ama gönüllülerin çoğu itfaiyeciler ve ormancıların yönlendirmeleri doğrultusunda ellerinden geleni yapıyor, sarp kayalıklara hortum taşıyor, emekçilere su ve ayran tedariki için tepeleri defalarca kez inip çıkıyorlardı. Yaptığınız işin doğruluğuna dair kanaatiniz gün sonunda görevlilerin “iyi ki geldiniz, siz olmasaydınız bunun onda birini bile yapamazdık” sözleriyle pekişiyordu. Sonra yukarıda bahsettiğim öfkeyi paylaşıyordunuz: “Devlet bugüne kadar neredeydi? Her şeyi gönüllülerle biz yaptık. Bunca gün sonra geldiler, gelince de çalışmaları engellemekten başka bir işe yaradıkları yok,” cümleleri neredeyse herkesin dudaklarından dökülüyordu.

Ama ortak çalışma ve ortak öfkenin dışında herkesin içinde bir sızı vardı. Emekçilerin ve halkın onca çabasına rağmen büyük oranda yetersiz imkanlara, daha doğru yetersiz bıraktırılan imkanlara bağlı olarak çaresizlikten kaynaklanan bir acı… Hangisini saymalı ki? Geçtik uçak mevzusunu-artık cümle alem biliyor- itfaiye ekipleri arasında merkezi bir koordinasyon sağlanamayışı mı? Üç kuruşa çalışan personelinin sayısının azlığı ve kullandıkları malzemenin yetersizliği mi? İkide bir patlayan veya bağlantı yerlerinden kopan hortumlar mı? Sivil halka yanmaz diye verilen ekipmanların yanar oluşu mu? Yoksa itfaiyecilere sağlanması gereken suların uzun konvoylarıyla dağ yollarına giren bakanların arabaları toz olmasın diye yere dökülmesi mi? Ülkemizin bunca kaynağı, olanağı varken, ne sorun çıkaracağı belli olmayan ekipmanlarla yangına müdahale etmeye çalışan az sayıda emekçi ve gönüllü halkın sızısı da, öfkesi de ortaktı. Bu öfkeyi bazen halkın bölgeye gelen bakanları protesto edişinde, bazen de bakanların elini sıkmayı reddeden itfaiyecilerin davranışlarında görebiliyordunuz.

Yine de, bütün bu imkansızlıklara ve devlet ve sermaye eliyle işlenen cinayete karşın, emekçiler ve halk elbirliğiyle yıkımın önüne geçmeye çalıştı Köyceğiz’de. Kazandıkları üç kuruş ücrete rağmen itfaiye ve orman emekçileri, aldıkları emirlere rağmen durumun vahametinin farkında olan ve gerçekten yangını söndürmeye uğraşan devlet görevlileri, geleceğini satacağı topraklara değil o toprakların bereketine bağlamış ve ormanını kurtarmaya çalışan köylüler ve ülkeden umudunu henüz kesmemiş, bölgeye akın akın gelen gönüllüler böylesine büyük bir afete karşı ve bütün imkansızlıklar ve engellere rağmen yapabileceklerini, bu ülkeyi yönetebileceklerini gösterdiler. Köyceğiz’de bütün acımıza rağmen bizi umutlandıran, sermayenin değil emekçilerin çıkarları etrafında örgütlenmiş ve emekçilerin yönettiği bir devlet ve örgütlü bir halkla nasıl da güzel bir ülke kuracağımıza dair inancımızı pekiştiren de bu oldu. İşte tam da o zaman, afetlerin karşısına teknik olanaklarımızla, bilim insanımız, itfaiyecimiz, ormancımız ve köylümüzle ve bölgeye seferber ettiğimiz örgütlü halkımızla çıkabilir, zorlukların üstesinden elbirliğiyle geldikten sonra Köyceğiz’in ve ülkemizin diğer bölgelerinin güzelliklerinin üzerine güzellik katarak varlığımızı devam ettirebiliriz. İnsanı ve parçası olduğu dünyayı bir araya getirmenin ve dünya tarihinin çok kısa bir zaman dilimine sıkışmış sömürü ilişkilerinin getirdiği yıkımın önüne geçmenin yolu ancak budur…