2016 yılı itibariyle Fidel’in ülkesi kendisine karşı yerleşik hale gelmiş emperyalist yalan makinesine rağmen dünya kamuoyu nezdinde ciddi saygınlığa erişmiş, kendini anlatmak konusunda büyük dertleri olmayan, en Amerikancı hükümetlerin bile ilişkilerini geliştirmek istediği bir ülke.
Kimsenin tartışmaya cesaret edemeyeceği toplumsal kazanımların, onu en zengin ülkelerle yarışır hale getiren insani gelişmişlik göstergelerinin şüphesiz bunda payı var.
Peki Küba kendi halinde devinen, kendi bildiği yoldan sessiz sakin ilerleyerek sosyalist dönüşümlerini gerçekleştiren bir ülke olsaydı, uluslararası alanda eli bu kadar rahat olur muydu? Küba’nın dost eli, son derece somut biçimde on yıllardır milyonlarca insana değmiş olmasa, sadece adada yeşertilen eşit, özgür ve insanca yaşamın, ilkeli duruşun, mücadeleciliğin, toplumsal dayanışmanın verdiği ilham Küba’yı bu kadar önemli bir ülke haline getirir, nesnel konumuyla pek alakası olmayan bir odak yapar mıydı?
Fidel 1998 yılında Güney Afrika’ya yaptığı ilk ziyarette bu ülkenin parlamentosunda bir konuşma yaptı. Güney Afrikalı parlamenterlerin büyük bir coşkuyla dinlediği bu konuşmada son derece çarpıcı bir bilgi verdi. Soğuk Savaş yılları boyunca 381 bin Küba vatandaşı Afrika’da bağımsızlık için mücadele eden Afrikalılarla omuz omuza savaşmıştı. Nüfusu ancak bugün 11 milyon olan bir ada ülkesi nasıl ve hangi motivasyonlarla yüz binlerce insanını başka bir kıtanın insanları için savaşmaya ve ölmeye göndermişti?
Bu şaşırtıcı bilginin Küba’yla ilgili az bilinen konular arasında yer alan oldukça çarpıcı bir arka planı var. Az biliniyor ama Küba sosyalizminin nasıl bunca zamandır ayakta kaldığı ve bu uluslararası ilgi ve meşruiyete nasıl kavuştuğu hakkında önemli ipuçları veriyor.
Küba, devrimi takip eden ilk yıllardan itibaren sömürgecilikten arınma sürecinde olan ve daha süreç tamamlanmadan uluslararası güçlerin basıncı altında iç savaşların birbiri ardına patlak verdiği kara kıtaya önce siyasi danışma, askeri eğitim ve teknik destek düzeyinde daha sonra bizzat savaşmaya gönderdiği on binlerce askeri birlikle destek oldu. Küba’nın Afrika ülkelerinin bağımsızlık mücadelelerine dönük askeri yardımlarının en kapsamlısı ise Angola’ya gerçekleşti.
Küba 1975 yılında Angola’ya ilk birliklerini gönderdiğinde bu ülkenin Küba’nın da desteğiyle Portekiz’den kazandığı bağımsızlığı bir iç savaş görüntüsü altında CIA destekli Güney Afrika apartheid rejiminin hışmına uğramıştı. Aynı alçak rejim komşu ülke Namibya’yı da tahakkümü altında tutuyordu. Kübalılar babaları ve dedeleri nasıl kendi ülkelerinin kurtuluşları için önce adanın dağlarında ve şehirlerinde, sonra Domuzlar Körfezi’nde savaştıysa aynı diğerkamlıkla savaştılar. Kayıplar verdiler. Ve savaşmaya devam ettiler, tam 13 yıl boyunca. Nihayet Mandela’nın Afrika’nın Stalingrad’ı dediği Cuito Cuanavale savaşında Kübalı ve Angolalı askerler apartheid ordusuna görkemli bir yenilgi tattırdı. Bu savaş Angola’daki apartheid inşasını durdurdu, Namibya’ya bağımsızlığını kazandırdı ve Güney Afrika’daki gerici yönetim için sonun başlangıcı oldu. Kısa süre sonra apartheid rejimiyle yıllarca yer altında mücadele eden Afrika Ulusal Kongresi yasallaştı ve hareketin lideri Mandela özgürlüğüne kavuştu.
Böylece yüzyıllarca işgal, katliam ve sömürü için gelmiş imparatorluk ve emperyalist ülke silahlı güçlerinin aksine Kübalılar, Afrikalıların hafızalarına silinmesi mümkün olmayan bir aşkın insanlık deneyimi bıraktılar. Küba cephesindeyse evlerine dönemeyenlerin yakınlarının acıları ve dönebilenlerin anıları ile Afrika toplumsal hayatın bir parçası oldu. Afrika biraz Küba, Küba da biraz Afrika’ydı artık.
Küba’nın ölçeği ve olanakları düşünüldüğünde akıllara durgunluk veren Afrika politikası naif bir hümanist dayanışmacılığın değil, ulusal kurtuluş mücadelesinin içinden çıkmış ancak insanlığın ortak kurtuluşu için mücadele etmenin bir var olma sorunu olduğunu kavramış devrimci önderliğin siyasi iradesinin ürünüydü. Kendini uluslararası sınıf mücadelelerinin bütünlüğü içinde konumlandırabilen Küba Afrika’ya yardım etmiyor, tarihsel rolünü oynuyordu.
Toplumun geniş kesimleri devrimci önderliğin Afrika politikasını benimsedi. Bu da dışarlık bir göz için son derece şaşırtıcı. Enternasyonalizm bu kadar doğal biçimde Küba’da sosyalist kuruluşun kimlik kartında yazılı olmasaydı, tek başına kültürel yakınlık “başkaları için” böylesine bir adanmışlığın geniş kitlelere mal edilmesini sağlayamazdı.
Afrika politikası Kübalıları maddi ve manevi ciddi kayıplara uğrattı. Bedel ödediler. Ancak onlara koskoca bir ülke halkı olarak hep beraber erdemli, hep beraber onurlu, hep beraber insan olmanın gururunu yaşattı. Yaşadıkları zorluklar karşısında ne kadar homurdansalar ve şikayet etseler de bu gurur her yaştan Kübalının asla vazgeçmek istemeyeceği bir ulusal karakter olarak yerleşiklik kazandı.