Berlinguer, ‘tarihsel uzlaşma’ ve güncel izdüşümler

Reşat Bilici

Blog: Serbest Kürsü

Enrico Berlinguer’i anımsayanlar ya da tarihsel okumalardan bilenler vardır, ancak yine de hatırlatmakta fayda var. Berlinguer, Sovyetler Birliği-ABD ilişkilerinin dünyaya damga vurduğu ve ‘detant’ dönemi olarak adlandırılan, fakat siyasi çalkantıların sürmekte olduğu 1972 ve 1984 yılları arasında, Avrupa’nın en büyük komünist partilerinden biri olan İtalyan Komünist Partisi’nin genel sekreterlik görevini yürütmüş bir siyasetçiydi. Bununla birlikte, Berlinguer’in siyasi kariyeri, salt bir politik biyografi olarak da okunamaz.

Okunamaz, çünkü İkinci Savaş’ın görkemli anti-faşist mücadele yıllarından gelen ve İtalyanlar’ın meşhur Marksist lideri Togliatti tarafından İtalyan Komünist Gençlik Örgütü’nün başına getirilen bu genç adamın, yıllar içinde Avrokomünizme ve ‘tarihsel uzlaşma’ya açılan öyküsü, tarihteki müstesna yeriyle birlikte günümüze ışık tutmaya devam etmektedir.

Peki, Berlinguer’in ve dönemin İtalyan komünistlerinin önünde nasıl bir nesnellik bulunuyordu? Nesnellik, bizim ülkemiz açısından da tanıdık gelecektir. İtalya’yı diğer Avrupa ülkelerinden farklı ve bu bağlamda daha özgün kılan iki temel özellik göze çarpıyordu. Birincisi, İtalya, İkinci Savaş ve faşizm sonrası dönemde de, Avrupa’nın en dindar ülkelerinden biriydi ve Katolik kitleler siyasal alanda güçlü bir örgütlülüğe sahipti. İkincisi, tarihsel olarak ulusal birliğin sağlandığı dönemin öncesinde de, sonrasında da uzun yıllardan beri ülkede kapitalizm, yoğun bir biçimde eşitsiz gelişime tabi olmuştu.

İtalyan komünistleri, buradan yola çıkarak, anti-faşist zaferin prestijinin getirdiği etkiyle de, daha güçlü oldukları endüstri-yoğun Kuzey İtalya’dan, sağın ve Katolikliğin görece daha etkili olduğu kırlara açılmak için Hıristiyan Demokratlar’la ‘tarihsel uzlaşma’ya giden yolu döşeyeceklerdi.

Berlinguer ve partisinin girdiği yolda, elbette uluslararası arenada yaşanan gelişmelerin de payı vardı. Rahatlıkla İtalyan solunun ‘trequartista’sı (futbola referansla, İtalyanlar’ın bol gol atan-attıran, oyun-kuruculuk meziyetlerine de sahip ‘10’ numaralara verdiği adlandırma) diyebileceğimiz Togliatti’nin ‘polisantrizm’ (çokmerkezlilik) önerisi, yerini giderek ‘özerklik’ ve ‘İtalyan işi sosyalizme geçiş’ doktrinine bırakıyor; İtalyan Komünist Partisi, 14. Kongresi’nde ‘NATO’dan çekilme’ ilkesini programından çıkarıyordu. Efsanevi önder Berlinguer, bunu, “İtalya’nın NATO’dan çıkışı güçler dengesini bozucu bir etki taşıyacaktır” diye yorumlayarak, uluslararası ‘denge’ye göz kırpıyordu.  

Nihayet 1976’da yapılan genel seçimlerde, Hıristiyan Demokratlar %38,7 oy alırken, İtalyan Komünist Partisi %34,4 ile tarihi bir rekora imza atıyordu. Yazının başlığında ve yukarıdaki pasajlarda geçen ‘tarihsel uzlaşma’nın düğümü de burada saklıdır. ‘Uzlaşma’nın mimarı Berlinguer ve genel anlamda İtalyan komünistleri değil, Hıristiyan Demokratlar’ın ‘yıldız’ ismi Aldo Moro’dur. Her ne kadar Berlinguer çizgisi Moskova ile ipleri koparma yoluna girmiş ve Avrokomünist-reformist bir hatta oturmuş olsa da, Moro’nun bu düşüncesi, halihazırda bir NATO ülkesi olan İtalya’daki destekçilerini ve Amerikan emperyalizmini ürkütmüştü. O kadar öyle ki, rivayetlere göre, dönemin ABD Başkanı Nixon’ın danışmanlarından Henry Kissinger, “Ülkendeki tüm siyasi güçleri doğrudan işbirliğine sokma politikandan vazgeçmelisin, yoksa bunun bedelini ağır ödersin” diye tehdit etmişti. Aldo Moro, Mart 1978’de, İtalyan Komünist Partisi’nin de destek vereceği Giulio Andreotti (Hıristiyan Demokrat) hükümetine güvenoyu vermek için yola çıktığı gün, Kızıl Tugaylar tarafından kaçırıldı ve 55 gün rehin tutulduktan sonra infaz edildi. Moro’nun öldürülmesinde Gladyo parmağı olduğu tartışmaları, İtalyan solunun Avrokomünizm ile nerelere kadar gerilediği, tabanında milyonlarca işçiye sahip bir partinin ne durumlara düştüğü ise bu yazının sınırlarını bir hayli aşıyor.

***

Bütün bunları uzun uzun anlatmamızın bir nedeni var. Yukarıda, İtalyan Komünist Partisi üzerinden anlatmaya çalıştığımız durumu, bir zamanların koca Fransız ve İspanyol Komünist Partileri’ni de saran Avrokomünizm dalgasının ne olduğunu bir kez daha hatırlamak zorundayız. Avrokomünizm dine saygı diyerek; tekelci sermayenin devlet üzerindeki baskısını sınırlandırmak diyerek; müphem bir çoğulculuk ve özgürlükçülük diyerek; devletin demokratik dönüşümü diyerek; Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun demokratikleştirilmesi diyerek; NATO üyesi olan ülkelerde NATO ve Varşova Paktı’nı terazide eşit kefelere yerleştirip, kongre salonlarında ‘NATO’dan ayrılma’ ilkesini programlardan çıkararak ‘tarihsel uzlaşma’ya koştu.    

Biçimleri ve sloganları, bir ve aynı değildir. Ancak, özün biçimi belirlemesi, biçimin de özü etkilemesi bir yasaysa, dümeni sağa kıra kıra bugünlere getirdiler ve özü korudular. İtalya’da kah ‘Zeytin Ağacı’ koalisyonu oldular kah ‘Beş Yıldız Hareketi’. Syriza’nın Çipras’ı ve Podemos’un Iglesias’ı, neoliberal çağda yeni Berlinguer’ler olarak tarih sahnesine çıktılar. “Yeni” hiçbir şey söylemediler. Krizlerle sarsılan Avrupa’da ve Batı emperyalizmiyle Rusya-Çin hattı arasında gün geçtikçe alevlenen kriz içinde, öfkeli kitlelerin taleplerini popülist, içi boş söylemler ve kimlikçi politikalarla mas ederek, emperyalist-kapitalist sistemin kendi ülkelerinde restore edilmesi için göreve koştular.

İzdüşümler dedik... Peki, bunların ülkemizdeki karşılığı nedir? Zayıflatılmış bir AKP ve ‘de-Erdoğanizasyon’ senaryosunda ve sürecinde çeşitli hükümet modelleri tartışılırken, sosyalist sol adına, CHP ve HDP ya da bunların alt-varyasyonları üzerinden bir “yeni halkçı tarihsel blok” doğuyor diye sevinenler, Erdoğan-Baykal görüşmesinden sonra da aynı düşüncelerini koruyorlar mı?

"Şenlikler" yavaş yavaş bitiyor ve yeniden siyaset konuşulmaya başlanıyor. Tüm sorunlar ve gerçekler ortada durmaya devam ediyor: İşçi sınıfının gasp edilen hakları (grevler-direnişler), yolsuzluklar, iş cinayetleri-işçi ölümleri (Soma, Ermenek, tersaneler-inşaatlar), savaş suçları (Suriye), içeride halka uygulanan terör (Roboski, Reyhanlı, Gezi, Kürt illerinde patlatılan bombalar vs), sağlıkta bu düzen içinde tamiri mümkün olmayan sorunlar, eğitimde ve toplumsal yaşamda dinselleşme...

Solda herkesin hem teorisyen hem pratisyen, hem stratejist hem analist olduğu seçimlerle birlikte, seçmen "iradesi"nin % 95'inin meclise yansıdığı söyleniyor; meclis aritmetiği değişiyor, evet, ama şu an meclisteki dört düzen partisi de, hükümet senaryoları konusunda kendi çizgileri üzerinden birbirlerine zarf atmaya devam ediyor. AKP’nin yarattığı aynı fon üzerinde, mikro anlamda “ezilenler”in sesi olarak sunulan şeriatçı Altan Tan ve Hüda Kaya’lar, öte taraftan Dengir Mir Mehmet Fırat ve Celal Doğan’lar, makro anlamda da Babacan-Kemal Derviş kliği restorasyonda endam eylerken; tüm bu unsurlar, Haziran Türkiyesi’nin “yeni halkçı bloku” olarak selamlanabiliyor! Sözün özü, reformcular ve restorasyoncular büyük ‘tarihsel uzlaşma’ya koşuyorlar. Türkiye’nin de Berlinguer’leri, Çipras’ları, Iglesias’ları olabilir ve “gerçek siyaset” böyle yapılır diyerek, hangi kentten hangi partiye kaç sosyalist veya “Gezici” oyu aktığını hesaplamaya devam ediyorlar.

Komünistlerinse, her zaman ve her koşulda olması gerektiği gibi, kendi bağımsız siyasetlerini durmaksızın sürdürmesi gerekiyor; çünkü eşitlik ve özgürlük kavgası da sürüyor.