Mecnun'u da Ferhad'ı da kalsın, aşk değil özgürlük istiyoruz

Feride E. Tetik

Blog: Serbest Kürsü

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü yaklaşırken, Hatice Kaçmaz cinayeti ile ilgili bir haber yansıdı medyaya. Kadın cinayetleri yeni bir şey değil.  Kadın cinayetlerinin gittikçe bir kadın katliamına dönüşmesi de… Fakat bu cinayette mahkemenin aldığı gerekçeli karar takdire şayan bir yaratıcılık gerektiriyor.  Mahkeme cinayetin tasarlayarak adam öldürme olmadığına dair aldığı kararı “İçindeki tutku derecesindeki aşırı sevgiden kaynaklı duygusallığın etkisi ve ruh hali üzerinde yarattığı hiddetle yanına bıçak alarak maktule ile her zaman buluştukları parka gitmesi ve o hiddetin sonucu maktuleye bıçak darbelerini vurmasıyla öldürülmüş" olması ile açıklamış. 

Her zaman gittikleri park mı ? Hımmm demek buluşuyorlardı.  İçindeki tutku derecesinde aşırı sevgi sebebi ile mi yapmış?  Kesin tasarlamamıştır o zaman. Bu ruh hali üzerinde hiddet mi yaratmış? Aşkın gözü kördür zaten, değil mi?  

Hakimlerimiz gerçekten yaratıcılar ve fakat hep aynılar. Kravat takınca “saygınlaşan” tecavüzcüler, "sevişme isteğimi reddedince erkekliğime dokundu, öldürdüm",  “Tayt giydi”, “saat sordu” açıklamalarına haksız tahrik, “karşı koymadı demek ki  “rızası” vardı deyip  ceza indirimlerine alışkınız. Erkek adalet her yerde desteğine koşuyor erkekliğin. Hukukun bu “erkek” karakteri mücadele gündemimizde hukuk alanıyla sınırlı olmayacak kadar önemli, daha önce çok yazıldı tartışıldı, uzatmayacağım.  Yalnız kararda yer alan katilin “içindeki tutku derecesindeki aşırı sevgi” tanımında bir durmak gerekiyor. Aşırı tutku halinde bir erkeğin aşk saikli cinayetinde ele alınması gereken bir nokta var; erkeklerin şiddetli aşkı!

Kadına yönelik şiddeti kadının emeği ve bedeni üzerinde her türlü duygusal, sözel psikolojik, ekonomik ve fiziksel tahakküm kurmaya yönelik davranış olarak tanımlamak gerektiğini düşünüyorum. Sınıflı toplumlarda, ataerkinin kadın emeği ve bedeni üzerindeki denetleme mekanizmalarından biri olması ile beraber,  bu tanımda ataerkinin kadına yönelik şiddetle iç içeliğinin de altını çizmek gerekiyor. Erkek egemen sistemin 'şiddet' olmadan var olabilmesi mümkündür. Fakat aynı sistemin kadını duygusal/psikolojik ezilmişliğini de yeniden üretmekteki rolü şiddetin daha kristalize olduğu durumlarda dahi göz ardı edilmemeli.

Toplumsal cinsiyet ve bağlantılı olarak erkek şiddetinin temelinde cinsel rollerin inşası-üretimi var. Örneğin modern tıp bile erkeklerin hormonları (testosteron) sebebi ile şiddet yanlısı olduğunu, bunu sağlayan hormonal-genetik bir koda sahip olduklarını, saldırganlık, hakimiyet, şehvet düşkünlüğü arzusunun erkeğin yaradılışı olduğunu vurgular (1) Sağlıklı bir erkek aktif, rekabetçi, atak ve saldırgandır. Kötü haber şu ki; beyaz atlı prensler de...

Erkeklerin bu “şiddetli” aşkı, aşklarının şiddeti, kadınlara da kabullendirilir hatta arzu ettirilir.  Bu, kız çocuklarının “beyaz gelinlik”, " evcilik ve 'anne' olma oyunlarında başlar, büyüyünce kapısını çalacak olan ve onu en 'özel', en 'güzel', en 'değerli' hissettirecek olan o kaytan bıyıklı beyaz atlı prensi beklemekle bütünleşir. Biz kadınlara ancak daha 'zayıf', daha 'güzel', daha 'dolgun dudaklı' vs. vs. olursak beyaz atlı prensin bizi arzulayacağı öğretilir. Bir erkeğin aşkını elde etmek/tutmak için ön koşul, o cam ayakkabıya sığmaktır. Bu yüzden üzerindeki ‘mum ışıklı, mehtaba bakıp dalmalı’ romantik cila kazınınca 'sen hayatımın anlamısın' lar ‘bebişim’ ler, ‘canikom’lar çıkınca elimizde akşam yemeğini yapıp çoraplarını yıkadığımız bir kurbağa kalır. Hem de seve seve yapmamız bekleniyor bunu, o bizim beyaz atlı prensimiz! 

Erkeklerin durumu daha da vahim! Erkek zaten daha 'güzel, daha 'seksi', daha ‘diri kalçalı' vs vs i arzu etmesi gerektiğini bilir. Hem de ölesiye, öldüresiye... Elma seni sevmiyormuş, ne gam! Ben platonik aşk cinayeti işleyen bir kadın duymadım ama sistemin ürettiği ‘erkeklik’ için 'ya benimsin ya toprağın' sözü bir kamyon arkası yazısı değildir (2). 

Kadına yönelik erkek şiddeti eğer bu kadar yaygın ve sistematik olmasa psikolojinin konusu olarak kalabilirdi, fakat sistemin erkeklik tanımının tahakküm-kontrol-iktidar kavramlarıyla içiçeliği, yüzeye çıkışında erkeğin kontrolü sağlamak, öfkesini ifade etmek yahut 'ceza'landırmak için şiddetle özdeşleşmesi anlamına geliyor. Aşkında bile... Erkeklerde romantik aşk dediğimiz duygu durumunun yozlaşarak hastalıklı bir tutkuya dönüşmesi ve şiddete bu denli meyilli olması, erkek cinselliğinin tecavüze bu denli yakın konumlanışı, o saatlerce 'gözlerine' şiir dizen adamın cinsel hayatında şiddet ögelerinden beslenir hale gelmesi egemen cinsiyet kodlarını sonucudur.

Kadına duyulan nefret, kadını ne kadar aşağılarsan o kadar ‘erkekleşeceğin’ inancı (Fenerbahçe taraftarlarının bir şişme kadına rakip takımın formasını giydirip üstüne bir de yakmasını (!) hatırlayalım), 'kadınsı' olana ait olma korkusu (homofobi -öyle ki ‘ibne’ kelimesinin farsça kökeni kız çocuğu demektir) bir yandan kadına yönelik tapınmaya dönüşüyor. (Şarkılarda, şiirlerde, edebiyatta baskın temanın her zaman 'kadına yönelik aşk' olmasından, “beni doğuran anam da kadındı” lara kadar). Yadsınmanın yadsınması bile değil! Düpedüz şizofreni!    

Kadınlar 'aşk' denen bir yalanla ataerkiye zincirleniyor, erkekler ‘erkek şiddeti’ ve ‘şiddetle seven erkeklikler’le... 

Bu kısır döngüyü kırmak için bu zinciri kırmak gerekiyor. Artık atına davranması gereken biziz, "Alın şizofren aşklarınız sizin olsun, bize özgürlük gerek!" naralarıyla hem de..   

 

1)R .W.  Connell,  “Toplumsal Cinsiyet ve İktidar”, 1998, Çev: Cem Soydemir, İstanbul: Ayrıntı Yayınları aktaran Cenk Özbay “Neoliberalizm ve Erkekliğin Halleri” .

2) Bolu Gerede de boğazı kesilerek öldürülen üniversite öğrencisi Dilay Gül en son örneği bknz. http://haber.sol.org.tr/turkiye/sevgilinle-mi-konusuyorsun-deyip-univers...