İki sene evvel… Adliye yolunda aklıma fakültedeki ilk ders geliyor. Çekine çekine, süklüm püklüm ders salonuna giren ben, ders saati sona erdiğinde yeleleri kabaran bir aslan gibi salondan çıkmıştım. Artık şöyle düşünüyordum: “Ben ayrıcalıklıyım. Ben hukukçuyum. Hepiniz benim hukuksal bilgilerime muhtaçsınız. Küçük dağları önce fakültedeki hocam, sonra da ben yarattım, tamam mı? Ben, ben, ben var ya ben…” Aklınızdan geçeni tahmin edebiliyorum: “Haspama bak, sevsinler…” Valla sevsinler…
Sahi, benim egomu bu kadar şişiren ilk derste öğretim görevlisi neler söylemişti: “Sizler buradan birer ‘hukukçu’ olarak çıkacaksınız. Adalet savunucusu olacaksınız. Avukatlığı seçerseniz, hele bir de iyi İngilizce biliyorsanız, aman haa bilmiyorsanız hemen öğrenin, bilmem ne ülkesi menşeili Pink&Blue bıdı bıdı hukuk bürolarında bilmem kaç bin dolar maaş alacaksınız. Toplumsal statünüz cart curt olacak. Herkes sizin ağzınızdan çıkacak iki çift lafa bakacak, yerinizde olmak isteyecek. Ananız babanız bile karşınızda el pençe divan duracak. Siz var ya siz, siz, siz, siz…” Gel vatandaş gel, egoda büyük indirim! Bir alana bir bedava, yanında bir de diploma. Tadından yenmez…
Ancak üniversiteyi bitirip de mesleğe başlayınca anlıyorsunuz ki, hayaller Paris, gerçekler Muş! Hangi birini sayayım? İcra müdürlüklerindeki tozlu dosyaların arasında girdiğim hapşırık krizlerini mi, saatlerce beklediğim duruşmaları mı, o gün girmem gereken beş duruşmanın birisine yetişemeyeceğim hissiyatına kapılıp yaşadığım sinir bozukluğunu mu, duruşmalar çakıştığı için giremediğim ve bekletme talebim kabul edilmeyen dosya için ofise gelip yediğim azarı mı, yoksa ofisten akşam saat ona kadar hala çıkamamış olmamı mı? Hani o toz pembe hukuk büroları nerede? Hani hukuk? Hani işinin hızlıca görüldüğü, memurların seni azarlamadığı adliye? Hani dolarlar? Asgari ücret ile geçinmeye çalışıyordum. Ama ben, ben, ben, çok önemliydim, şahaneydim. Hukuk her şeydi. Eee, nerede o ben, nerede o hukuk? Fossss…
Bunları düşünürken kan ter içinde adliyeye vardım. İki buçuk saatlik bir beklemenin ardından sıra benim dosyaya geldi. Duruşma salonuna girince hemen fark ettim ki, herkesin surat bir karış. Hâkim o gün sinirliymiş. Dosyayı biliyorum, soracağı her soruya cevabım hazır ama yine de beni bir korku aldı. Hâkim başladı:
- Davacı vekili ve davalı vekili geldiler.
+ (O esnada ben de davalı avukatının yanına geçip, süklüm püklüm cılız bir sesle) Ben de geldim.
- (Hâkim yüzüme bakmadan, sanırım sadece siluetimi fark ederek) Sen kimsin?
+ İhbar olunanım.
Duruşma salonunda avukatı olmayan vatandaş “ne, kim, kim kimi ihbar etmiş” dercesine bana baktı. Ben de kendimden emin bir tavırla hâkime. Hâkim, hiç göz teması kurmaksızın söylenerek dosyayı karıştırmaya başladı: “Eee, sen müdahillik harcı yatırmamışsın.”
Benimle mi konuşuyor acaba diye hâkimin yüzüne baktım. Duruşma salonunda duruşma bekleyen avukatların hepsinin birden kafalarını bana çevirdiğini görünce, o sözlerin bana söylendiğini fark ettim. “Vekâlet harcını yatırdım, baro pulunu yapıştırdım, yetki belgesini sundum. Eksiğim yok.” dedim. Hâkim, “Müdahillik harcı diyorum. Yatırmadan duruşmaya giremezsin. Git kalemden yatır. Başka duruşmaya girersin.” diye cevap verdi.
Ben “hık mık, o ne ola ki” diye düşünürken, hâkim, kâtibe “Sil şunun ismini duruşma tutanağından.” dedi. Sonra bana dönerek, “Duruşma salonundan çıkın, duruşmaya giremezsin.” diye ilave etti. Tekil-çoğul şahıs hepsi birbirine girmişti. Bir yandan bana “siz” diye hitap etmesi gerektiğini düşünen hâkim, kuvvetle muhtemel küçümsemek için “tekil şahıs” kullanmalıydı. Bir anda tepem attı:
+ Beni duruşma salonundan çıkaramazsınız.
- Çıkacaksınız. Benimle polemiğe girme.
+ Çıkmayacağım. Avukatlık Kanunu’na aykırı işlem yapıyorsunuz. Bir avukatı duruşma salonunun dışına çıkaramazsınız. Tutanak tutulmasını talep ediyorum.
Tartışma sürerken kulaklarım yanmaya başladı. Muhtemelen kıpkırmızı oldum. Ne zaman haklı olduğumu düşündüğüm bir şeyi savunsam böyle oluyordu. Şimdi rezil oldum işte! Hâkim, kâtibe “silin adını duruşma tutanağından” diyor, tutanak tutulması talebim dikkate alınmıyor ve duruşma tutanağından ismim siliniyordu. Ben davalı tarafın bulunduğu yerden ayrılmamakta, hâkim de ben orada yokmuşum gibi davranmakta ısrarlı. Duruşma iki dakikada bitiverdi. Bunun üzerine koşarak yazıcının olduğu yere gidip, duruşma tutanaklarından birini kaptığım gibi kendimi salondan dışarı attım. Hiç kimse ne yaptığımı anlayamadı, arkamdan öylece bakakaldılar.
Sonrasında bir köşe buldum, cezalı çocuk gibi yüzümü duvara dönüp içimi çeke çeke ağlamaya başladım. Aklımda bin türlü soru. En başta da, “Benim burada ne işim var?”, “Ben ne iş yapıyorum?” soruları. Tam o sırada omzumda bir el hissettim. Baktım mübaşir. Ağladığım anlaşılmasın diye yüzümü dönmedim. Çabuk bir el hareketiyle gözümdeki yaşları sildim.
Mübaşir, “Sen yeni avukat oldun galiba. Hâkim Bey bugün herkese sinirli, ağlama. Sadece sana kızmadı. Senden önce duruşmaya giren avukatlara haklı haksız demeden neler söyledi neler, bir bilsen. Fırça üstüne fırça. Tabi avukatlar da işi bilmiyor, öyle dosyayı okumadan etmeden geliyorlar. Hadi yine sen iyisin valla, haline şükret, ağlama.” sözleriyle beni teskin etmeye çalıştı. Kafam hepten bulanmıştı. Gülsem mi ağlasam mı bilemiyordum. Şişirilen egom tek hamlede alt üst edilmişti. Okulda söylenilenlerin tam aksini yaşıyordum. Mübaşir gelip şanslı olduğumu söylüyordu ama ortada bir şans falan yoktu. Yine de her şeyi çok bildiğimden mübaşire döndüm ve şöyle dedim: “Ben hâkim kızdı diye ağlamıyorum, sevgilimden ayrıldım ona ağlıyorum Mübaşir Bey.”
Aradan geçen iki yılda ağzımın payını fazlasıyla aldım, şişlerim indi. Şimdilik sorun yok ama bu sisteme ayak uydurduğumdan değil; kof şişirilmelerden kurtulduğum, kurdukları sisteme karşı durduğum ve işçi avukat olduğumun bilinciyle gerçek bir mücadeleye devam ettiğimden. Anlayacağınız, mücadelem dolarlar için falan değil; hepimiz için, insanca bir yaşam için…