Şeyh Rengim Gökmen: Bir kamu zararı öyküsü (1)

2007-2014 yılları arasında Devlet Opera ve Balesi (DOB) Genel Müdürlüğü yapan Rengim Gökmen’in telif hakları konusundaki sorumsuz ve laubali tutumu devlete milyonlarca liraya mal oldu.

Melis Gönenç

Devlet Opera ve Balesi’nin (DOB) içinde bulunduğu sanatsal ve etik çöküntünün temel nedenlerinin başında, cumhuriyet tarihinin son 30 yılının en keskin dönemecinde, 2007-2014 arasında, kuruma bir tarikat/cemaat yapısı ve zihniyeti yerleştirmeye çalışmış olan Rengim Gökmen’in genel müdürlüğü gelir.

Bu yıllar, islamcı iktidarın, FETÖ bileşeniyle birlikte, laik cumhuriyeti törpüleme sürecini Ergenekon adı altında kararlı biçimde başlatıp, tamamladığı zaman dilimine denk düşer.

Aynı dönemde, en korunaklı, en kalın kabuklu kabul edilen DOB ve CSO başta olmak üzere, çoksesli müzik kurumlarına yönelik islamcı saldırının içeriden işbirlikçiler bulmadan başarı kazanma olasılığı ise hiç yoktur.

İlk önemli işbirlikçi, yasal ve etik engellere karşın, başrejisör yapılmasına göz yumdukları Yekta Kara’dır. Öyküsünü İDOB yazı dizimizde anlatacağız. Rengim Gökmen’in birinci sınıf işbirlikçi kumaşa sahip olduğunu islamcılar nezdinde defalarca teyit edip, ona kefil olacaktır. Başka kaynaklardan gelen bilgiler de aynı yönde olunca, islamcılar Gökmen’i gönül rahatlığıyla genel müdür yaparlar. Bu ikiliye 2009’da bir üçüncü eklenecektir: Saray’ın muteber bankacısı, DOB sponsoru Denizbank’ın Genel Müdürü Hakan Ateş’in kız kardeşi Nilgün Çelebi. Hakan Ateş İstanbul Uluslararası Opera Festivali’ne sponsor olmaya karar vermiştir. Mürüvvetini görmek ister. Eh, paranın yüzü sıcak. Nilgün Çelebi apar topar genel müdür yardımcısı yapılır.

İslamcılar Rengim Gökmen’den o kadar memnunlardır, bu kurumları kontrol altına alıp, tahrip edebilmek için ona o kadar bel bağlamışlardır ki, açık çeki çekincesiz imzalarlar; aynı anda hem DOB’un, hem de CSO’nun başına getirirler.

Her iki kurumda da benzer bir yıkım yaşanacaktır.

CSO’da yaşananları ve bugünkü perişan duruma nasıl gelindiğini CSO yazı dizimizde ele alacağız.

DOB’da islamcı iktidar döneminde olup bitenleri, Rengim Gökmen dönemi dahil, daha önceki bir yazı dizisinde kaleme almıştık. (AKP kıskacında bir kurum: DOB, soL Haber, 25 Eylül 2019)

DOB’da şeyhlik rejimi

Çok kısaca birkaç ana noktayı anımsatalım:

1) İslamcılar siyasal kültürleri gereği tek adam rejimine yatarlar. Bunun kurumsal karşılığı merkezileşmedir. Daha önce yönetsel ve sanatsal özerkliğe sahip olan opera müdürlükleri, Şeyh Rengim Gökmen döneminde bu özelliklerini yitirmiş, genel müdürün tek karar verici olduğu bir deli gömleğine sokulmuşlardır. Tam bir şeyhlik, ağalık rejimidir. Bu sürecin TÜSAK ile tamamlanması planlanmış, şeyh ve başrejisörü Yekta Hatun bu işin dinamosu olmuşlardır.

2) Tek adam rejimi her yerde klanik yapılanmaya yol açar; tarikat/cemaat örgütlenmesi modelidir. Neoliberal dönemde bu tip oluşumların kanserli hücreler gibi her yere yayıldığı biliniyor. Şeyh Rengim Gökmen başa gelir gelmez, DOB’da böyle bir süreci başlatmıştır. Gökmeni Tarikatı elemanlarını bütün müdürlüklere yerleştirecek, biat etmeyenleri dışlayacaktır.

İşlerini iyi yaptıktan sonra, sorun ne ki?” denebilir. Oysa sorun tam da burada: Tarikat/cemaat yapılarında ehliyet-liyakat ölçütü belirleyici nitelik sayılmaz; biat ölçütü temel alınır. Karşılıklı çıkar ilişkilerine dayalı bu sistem, içlerinde önemli çoğunluğu vasat ve vasat altı olan birçok Gökmeni Tarikatı üyesinin DOB’un önemli postlarına yerleşmesine, değişik müdürlüklerde yuvalanmalarına, şeyhlerinin de desteğiyle, islamcıların sanat anlayışına uygun yoz siparişlere evet demelerine yol açmış, sanatsal çöküş tetiklenmiştir. Liyakat ölçütünün terk edilmiş olması, keyfi uygulamaların artmasını getirecek, bu ise, kurumsal derinlik ve saygınlığı rendelemekte gecikmeyeceği gibi, yönetsel anlamda yerleşik hale gelen oportünizm, etik bünyeyi hızla kemirecektir.

Beni genel müdür mü yapacaklar?  Harika! Tam transa geçme zamanı. İşte, geçtim bile!

3) Şeyhin tek amacı o koltukta kalabilmektir. Şeflik nitelik ve kariyerinin ortalamanın üzerine çıkamayışı, uluslararası düzlemde var olamayışı, çok belirgin bazı kişisel zaafları, o koltuğun tek varlık nedeni olmasına yol açmış, orada tutunabilmek için dökülmediği kalıp kalmamıştır. Altı sanatçı, üstü bürokrat tuhaf bir yaratığa dönüşmüştür. Tabii, her vasat yetenek gibi, kendinden iyileri yanına oturtmamayı iyi bellemiştir.

İslamcılar için konforlu bir at arabası olacak, taşlı yollar onunla aşılacaktır.

Üç kapıdan geçerek…

Genel müdürlük koltuğunda tutunabilmek için üç kapılı bir tarikat inşa eder; üç köklü bir azı dişi:

a) Ekonomik kapı: İslamcıların zaten gâvur işi saydıkları opera-baleye zorunlu olarak ve kerhen bütçe ayırdıkları biliniyor. O da devede kulak. Laik cumhuriyetin opera-baleyi kamusal etkinlik-kamu yararı şemsiyesi altına almış olması, liberal formasyonları ve laik cumhuriyet düşmanlıkları gereği, bu güruhun sinir uçlarına dokunuyor. O nedenle, bu alanı özelleştirmek, sponsorluk ayağına özel sektöre açmak istiyorlar. Böylece, bir taşla 4 kuş indirecekler: Liberal ve islami tutarlılık,  laik cumhuriyeti Dar’ül harp coğrafyası saymalarına rağmen, yine de günahtan yırtma garantisi, parayı kendilerine daha cazip gelen alanlara kaydırma, opera-baleyi alaturka, arabesk, pop sokuşturarak seyreltme.

Yani?

Bakanlık koridorlarına, “Paramız bitti, ek bütçe verin, bu sanat kamu hizmetidir, kâr güdülmez” gibi eski Türkiye aromalı yakarışlarla musallat olan genel müdürler yerine, “Aman efendim, lütfedip bütçe ayırmış olmanız bile büyük incelik, endişe buyurmayınız, asla ek bütçe talebimiz mevzu-u bahis olmayacak, kıymetli iş dünyamızın cömert, sanatsever şahsiyetleri ne güne duruyor?” diyen bal ağızlı genel müdür arayışındalar.

Şeyhimiz, DOB tarihinde ek bütçe istemeyen ilk genel müdür olacaktır.

Peki, ne pahasına?

Birazdan örnekleyeceğiz.

b) İlahi kapı: İslamcıların göz süzeceği, sanatsal içerik açısından gerici, estetik açıdan düşük yapıtları öne çıkarmak: Mevlit Kantat, Harem, V. Murat vb.

Yani?

Opera sahnesinde alaturka olmaz!” diyen sirke sesli genel müdür yerine, “Yerli ve milli kültürümüzün en saf ve asil zuhuru, ecdat Osmanlı harsının medar-ı iftiharı olan Klasik Türk Musikisi’ni, Batı’nın klasik müziği ile eşit kılmak bizim temel vazifelerimizden olacaktır.” diyen zemzem sesli genel müdür arayışındalar.

Laik cumhuriyetin müzik davasına büyük ihanet anlamının yanı sıra, kallavi bir müzikal kültür görgüsüzlüğü anlamı da taşıyan, çoksesli müziğe alaturka formlar lehimlemek, islamcıların gözüne girmek amacıyla bu dönemde resmi tavır niteliği kazanacaktır.

c) Medyatik kapı: İslamcılar çoksesli müzik ve sahnesinden anlamadıkları ve bu dünya içinde islamcı bulmak da çok zor olduğu için, kişiler ile ilgili değerlendirmelerini onların PR’larına bakarak yaparlar. Medyada ne kadar bol övgülü, cömert şakşaklı isim varsa, onlara yönelirler. Velhasıl, kim popülerse, işlerini onunla görmeyi yeğlerler. İşbirlikçilerin popüler figürler arasından devşirilmesi yüzyılların siyasal deneyimidir.

Damacana Serhan iş üstünde

Şeyh durumu bildiğinden, önünde de sağlam bir Yekta Hatun örneği durduğundan, basın ile bol akçeli, bol davetli, bol çıkarlı ilişkileri adeta kurumsallaştırır. Makro medyada Gökmeni Tarikatı Basın İmamı olarak Hıncal Uluç, mikroda ise, Akil Adam Şefik Kahramankaptan ve Damacana Serhan öne çıkarlar. Tabii, başkaları da vardır. Festivallerde ağırlanan tayfayı yeri geldiğinde tanıtacağız.

Şeyhin damacana ile ilişkisi gerçekten de damacana usulü olacaktır. Etik metik hak getire! Damacana, “Her notanın arkasında bir banknot gizlidir” ilkesini varlık nedeni yapmış ve her tüccar gibi, paranın hemen ve çoğul haliyle avuçlanmasının mutluluk hormonunun tek yakıtı olduğuna iman etmiş bir canlı türünün temsilcisi olduğundan, kültürel genlerine sabır kavramı tanımlanmamıştır. 2009 yılı sonunda, şeyh, damacanadan DOB adına, ücretsiz dağıtılacak bir PR yayını çıkarmasını ister. OPERA BALE GAZETESİ adlı iki aylık ve iki yapraklık bu sıska bülten, sıskalığına epey sıskadır ama, damacanaya ödenen rakam ters orantılı olarak oldukça tombul olacaktır. Sözü edilen PR bülteni DOB’un herhangi bir sekreterinin bir haftada kotarabileceği nitelikte olmasına rağmen, bu yolun şeyhin medyatik köpürtülmesine yeterince elverişli olmayacağı saptaması üzerine, damacana devreye alınmıştır.

PR’cımız doyumsuz bir iştahla DOB banknotlarını istifleyince, hiç bekletmez; bültenin ilk sayısının üzerinden henüz 4 ay geçmiş, ikinci sayının mürekkebi bile kurumamışken gereğini yapar:

Andante Klasik Müzik Ödülleri 2010, Yılın Orkestra Şefi Ödülü: Rengim Gökmen.

Andante Klasik Müzik Ödülleri 2010, Yılın Müzik Kurumu Yöneticisi (DOB) Ödülü: Rengim Gökmen.

Yani, çift kaşarlı…

Herkes yolunu bulur.

Liberal damacana tarifeyi kalın uçla yazar:

“Ne kadar ekmek, o kadar köfte.”

Anladınız, değil mi?

“Yap PR’ı, kap parayı” dönemi kurumsallaşmaya başlamıştır. Malum, neoliberal çağdayız; sanat aşkının nakit aşkına endekslendiği yılları katediyoruz. Bu çürümeye sipariş PR kitapları rezaleti de eklendiğinde, ülkede artık neden müzik yazarlığı diye bir şey kalmadığının önemli nedenlerinden birini kuyruğundan yakalamış oluyorsunuz.

Ne pahasına mı?

Şeyhimiz düşünür:

Repertuara çakarlı bir Osmanlı macunu çektik mi, iş tamam. Medya en kolayı; birkaç kemiğe hepsi tav olur zaten. Cebimizden çıkmıyor ya… Esas mesele bütçe; adamlardan ek 5 kuruş dahi istememek lazım. Vallahi koltuk gider. En iyisi, Nilgün’ü yardımcım yapıp, Denizbank’ı vantuzlamak. Ne yapalım; o ağabeyini de çekeceğiz artık. Herif bankacı postuna bürünmüş Coşkun Sabah, billahi!

Tamam da, ya kalan masraflar? Herkes elimize bakıyor. Bari şu telif belası olmasaydı..!”

Şeyh Hazretleri doluya koyar almaz, boşa koyar dolmaz.

Peki, hiç telif ödemesek, ne olur ki?”

Nasıl yani?

İşte, ilk bölümü 8 yıl, ikinci bölümü 12 yıl, üçüncü bölümü halen sürmekte olan kamu zararı öykümüz bu cümle ile başlıyor.

Bölüm 1: Kepazelik tohumları

Internationale Musikverlage Hans Sikorski 1935 yılında kurulmuş, merkezi Hamburg’da olup, dünyanın birçok ülkesinde temsilciliği bulunan, DOB’dan daha yaşlı, uluslararası bir nota yayımcısıdır. Dolayısıyla, telif haklarını da elinde tutuyor. Neoklasik yapıtların hatırı sayılır bir bölümünün mali hakları bu şirkette. Tıpkı diğerlerinde olduğu gibi, onun listesinden bir yapıt seçtiğinizde, ancak telif ve nota ücretini ayrı kalemler olarak içeren bir sözleşme imzaladıktan sonra seslendirme/sahneleme izni alabiliyorsunuz. Gelişmiş ülkelerin hepsinde uygulanan yöntem bu. AB ülkeleri açısından son derece hassas bir konu.

1) 2005 yılında, İstanbul Devlet Opera ve Balesi (İDOB) Prokofiev’in Romeo ve Juliet balesini sahneleme kararı alır. Bu sırada İDOB’un başında Suat Arıkan var. DOB Genel Müdürü ise, Remzi Buharalı. DOB üzerinden henüz şeyhin traktörü geçmemiş; sistem merkezileştirilmemiş. Müdürlükler yönetsel ve sanatsal özerkliğe sahip olduğu gibi, mali konularda da baskı görmüyor.

Telif?

Romeo ve Juliet’in repertuara alındığından haberdar olan Sikorski temsilcisi, yapıt sahnelenmeden birkaç ay önce temsil bedeli (telif hakkı) ile nota kirasının ödenmesi gerektiği yönünde Suat Arıkan’ı uyarır. Üstelik, sözleşme metnini de getirmiştir. Arıkan iplemez. Konunun hukuki bir soruna yol açabileceği öngörüsüne sahip olmadığı için, ne kendi hukukçusundan, ne de genel müdürlükten görüş ister.

  Yoksa, tazminat ateşi aşk ateşinden daha mı yakıcı?

17 Aralık 2004 Brüksel Zirvesi’nde, Türkiye’nin AB’ye tam üyelik görüşmelerinin 3 Ekim 2005’ten itibaren başlaması kararı alınmıştır. Artık Avrupalı oluyoruz; dünyanın fonu gelecek. Üç beş kuruşluk telifin lafı mı olur? Arada kaynar gideriz.

Kurum çağdaş da, zihniyet Osmanlı…

Romeo ve Juliet 14, 17 ve 21 Mayıs 2005’te AKM’de, 1 Temmuz’da ise, 12. Aspendos Uluslararası Opera ve Bale Festivali kapsamında sahneye taşınır.

2) DOB Genel Müdürü Meriç Sümen. Ankara’da parlak fikir: İlkbahar Tangosu adıyla bir bale gösterisi. Üç bölümlü, üç müzikli, üç koreograflı. İlk bölüm, Kazimir’s Colors, Mauro Bigonzetti’nin elinden çıkma. Müzik olarak, Şostakoviç’in 1. Piyano Konçertosu kullanılmış.

Telif?

Manyak mısın? CD’den çalacağız, ne telifi?

Emin misin?

O kadar ince elersen, her işte kusur bulursun. Endişeye mahal yok. Artık AB’ye giriyoruz. Tarama toplantıları bitti sayılır. Fasıllar açılmaya başlıyor; müzakereler gıcır. AB hükümetin arkasında. Ayrıca, İstanbul da 2010 Avrupa Kültür Başkenti ilan edilecek gibi. Paralar gelecek. Üç beş kuruşluk telifin lafı mı olur? Arada kaynar gideriz.

Kurum çağdaş da, zihniyet Osmanlı…

İlkbahar Tangosu Ankara Devlet Opera ve Balesi tarafından 27 Ağustos, 9 ve 14 Ekim ile 28 Aralık 2006 tarihlerinde sahnelenecektir.

3) DOB Genel Müdürü Meriç Sümen. 14. Aspendos Festivali programı hazırlanmakta. Krasnodar Grigorovitch Bale Topluluğu’nu davet edelim. Haçaturyan’ın Spartacus’u iyi gider. Zaten izleyicilerin yüzde 70’i Rus ve Alman ağırlıklı yabancılardan oluşuyor. Topluluk Rus, besteci de Sovyet döneminin dünya çapındaki isimlerinden.

Telif?

Boş ver. AB jürisi 11 Nisan 2006’da İstanbul’u oybirliğiyle 2010 Avrupa Kültür Başkenti seçti. Kasım’da Konsey nasıl olsa onaylar. Paralar geliyor. Üç beş kuruşluk telifin lafı mı olur? Arada kaynar gideriz.

Olur mu?

Olmadı, “Biz dans etmedik, Ruslar etti. Parayı onlar ödesin” deriz.

Tamam da, İDOB orkestrası çaldı.

Armudun sapı, üzümün çöpü! Bırak bu kafayı. İş bitirici ol! Devir değişti.”

Kurum çağdaş da, zihniyet Osmanlı…

Spartacus 30 Haziran 2007’de Aspendos’ta sahnelenir.

4) Antalya Devlet Opera ve Balesi Prokofiev’in Peter ve Kurt’unu sahneye taşıma kararında. Temsillerden biri Remzi Buharalı’nın, 8’i Meriç Sümen’in, 9’u şeyhin genel müdürlüğüne denk geliyor. Remzi Buharalı ve Meriç Sümen dönemlerinde il müdürlükleri özerk olduğu için, olası hukuksal sorunlar konusunda Ankara devrede değil. Şeyhin döneminde ise durum tamamen tersi.

Antalya DOB yapıtı 18 kez afiyetle sahneliyor. Müzik CD’den. Çocuklara yönelik bu yapıtın seçilmiş olması yerinde ve işlevsel. Herkes memnun.

Telif?

AB ile ilişkiler doruk noktasında. 2007’de, 2013’e kadar AB hukukuna uymayı hedeflediğimizi bildiriyoruz. Sonrası kolay. Zaten 2021’de de üyeyiz, bilemedin 2023. Şunun şurasında ne kaldı? Ayrıca, Antalya’nın yarısı Alman. AB’nin lokomotifi de Almanya. Üstüne üstlük 13 Kasım 2006’da AB Komisyonu İstanbul’un 2010 Avrupa Başkenti olmasına onayı da bastı. Almanya hayır dese, hiç olur muydu? Çifte kavrulmuş… Damperliyle para gelecek. Üç beş kuruşluk telifin lafı mı olur? Arada kaynar gideriz.

Gerçekten mi?

Elbette. Telif şirketi de Alman değil mi? Görmüyor musun, akılları fikirleri güneş, deniz, kum. Uyanık ol. Saksıyı çalıştır. Olmadı, temsilcisine atarsın bi sakal, işi bağlarsın.”

Kurum çağdaş da, zihniyet Osmanlı…

Peter ve Kurt Antalya DOB’da 24 Nisan 2004, 18 Şubat, 4, 18, 25 Mart, 8, 15, 23 Nisan, 13 Mayıs, 21 Ekim, 25 Kasım, 16 Aralık 2007, 20 Ocak, 10, 18 Şubat, 20 Mart, 6 Nisan ve 18 Mayıs 2008 tarihlerinde toplam 18 kez sahneye taşınır.

5) DOB Genel Müdürü Rengim Gökmen. Ankara’da Sovyet-Rus besteci Rodion Şedrin’in Carmen Suite’i, Carmen Fantezi adıyla sahneye taşınacak. Şeyh uyanık; Carmen Fantezi adı ilk başta Sarasate’ın 1880’lerdeki keman uyarlamasını anımsattığı için telif şirketinin dikkatinden kaçabilir. Malum, telif hakkı sınırı 70 yıl.

Ya çakozlarlarsa?

Şeyh uyanık; 2007’de Türkiye’de “Rus Kültür Yılı” kutlandı ya, 2008’de de Rusya’da “Türk Kültür Yılı” kutlanacak. Durum gayet resmi, bağlanacak kazık gayet sağlam.

Telif?

Ne telifi be? Koskoca Rusya’da “Türk Kültür Yılı” kutlanıyor. Biz de jest olarak Rus bestecinin eserini seçtik, falan deriz. Üç beş kuruşluk telifin lafı mı olur? Arada kaynar gideriz.

Aksilik olmaz mı? Ya telif hakkı başka bir ülkenin şirketindeyse?

Paranoyaklığı bırak! Bu kadar pimpirikle ancak kurdeşen olursun. Anadolu kaplanları nasıl? Atılgan, girişken, iş bitirici… Sanat kaplanı ol, sanat kaplanı!”

Kurum çağdaş da, zihniyet Osmanlı…

Carmen Suite 23, 28 Şubat, 1, 13, 15, 27 Mart ve 10, 12, 17 Nisan 2008 tarihlerinde olmak üzere toplam 9 kez temsil edilir.

Bölüm 2: Davalar yılı 2008

2007 Kasım’ında şeyh genel müdür koltuğuna oturtulur. Telif haklarını elinde tutan Sikorski firması o ana kadarki uyarılarının şark usulü sabunlama ile geçiştirildiğinin bilincinde olduğundan, yasal süreci başlatmadan önce, yeni patron nezdinde son bir girişimde daha bulunmayı uygun görür. Bu yenisi yurt dışında bulunmuş, usul adap bilir, aklı başında biriymiş ya, sorun kolaylıkla çözülebilirmiş.

Bırakın sorunu çözmeyi, şeyh ortada sorun olduğunu bile kabul etmemektedir. Telif de nedir? Bir kuruş dahi çalışmaz.

Oysa, Alman firma uzlaşmadan yanadır ve bir orta yol bulunabileceğine kanidir. Yıllar sürecek davalar, kırpılacak tutarlar yerine, makul rakamlarda buluşmak ticari açıdan daha elverişlidir.

Elin Almanı şeyhin verdiği hangi sözler karşılığı o koltuğa oturtulduğunu ne bilsin?

Yapacak bir şey kalmamıştır. 2008 yılı içinde yukarıda sözü edilen beş yapıt için de dava açılacaktır.

Dikkat edilirse, telif tartışmasına konu olan yapıtların tamamı 2004-2008 yılları arasında temsil edilmiştir. Bu yılların en önemli özelliği,  AB tarafından şımartılan islamcıların meşruiyet alanının genişletilmesi yönünde atılan adımlara sahne olmasıdır. 2004’te AB üyelik görüşmeleri için tarih verilmesi havucu da, 2006’da İstanbul’u 2010 Avrupa Başkenti yapma helvası da bu yöndeki yol işaretleme girişimleridir. Tabii, aktarılan maddi kaynakların, her zaman olduğu gibi, “festival, konser, bienal, renovasyon” falan gibi ayaklarla yağmalanması, sürecin doğal bileşeni olacaktır. Velhasıl, pembe yıllardır; para vermek değil, para almak mantığı egemendir.

Sanat kurumlarında ve devletin her kademesinde AB sözcüğü ağızlardan döküldüğü anda, “Ne kadar verecekler?” refleksi pavlovyen şekle dönüşmüştür.

Şeyhin cebinde o sırada avantaj gibi duran ama, gerçekte tam bir ayı kapanı olan üç şans kartından söz edilebilir:

1) AB ile canım cicim yılları: İslamcılara, tek kuruşluk ek bütçe talebinde bulunmayacağı sözü vermiş olan şeyhimiz, AB şirketlerine değil telif ücreti ödemek, doğrudan onlardan fonlanabilmenin peşindedir. Tam bir Şark-Garp yaklaşım farkı:

Şeyh, “AB’ye giriyoruz. Artık akraba sayılırız. Onların sanatını yapıyoruz;  biraz da bizi görsünler canım! Telifin falan lafı mı olur?” diyen şark zurnasını üflerken, Alman şirket, “Türkler AB müktesebatına uyacaklarına ve opera-bale de en çağdaş kurumlarının başında geldiğine göre, telifleri falan artık düzgün öderler” şeklindeki garp düdüğünü çalmaktadır.

Siyasal gökteki iyimserlik ve atmosfere yayılmış euro kokusu şeyhimizi fena halde yanıltmaktadır.

2) Rakipsiz Yekta Kara: En büyük destekçisi Yekta Hatun Almanya’da okumuş, Almanlar ile içli dışlıdır ya, gerekirse, Alman büyükelçiyi arayıp, işi bitirebilir. Basın ile de ballı börekli. Hatun şeyhi kanatlandırdıkça kanatlandıracaktır.

3) Bankacızade Nilgün Çelebi: Denizbank Genel Müdürü Hakan Ateş’in ablası Nilgün Çelebi’yi olası kötü senaryolara karşı teminat akçesi olarak DOB Genel Müdür Yardımcısı yapıp, gerektiğinde, pantolon paçalarını ıslatmadan sudan geçebileceğini düşünmektedir. Kapsamlı poliçe. Allah için hoş kadın da; koltuğa yakışır hani…

Dedik ya, bizim şeyh akıllı, kültürlü, görgülü, bilgili, üstelik de kurnaz mı, kurnaz. Hem de şark kurnazı. Yoksa nasıl şeyh olsun ki?

Gel de bunları Sikorski’nin kalın kafalı avukatlarına anlat! Yok 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’na aykırı tavırmış, yok AB’nin standart ve uygulamaları varmış, yok ülkenin imajı zedelenirmiş, vır vır vır… Koltuğu bırakıp gidelim yani, öyle mi? O zaman bize kim şeflik yaptırır? Ayrıca, dünya zengini Alman bizden gelecek üç kuruşluk telife mi kaldı?

Yarın: DAVA YAĞMURU BAŞLIYOR (2)

[email protected]