AKP kıskacında bir kurum: DOB

Geçen yıl Star'dan saray emriyle çıkartılan gazeteci Melis Gönenç, Devlet Opera ve Balesi'nin yıllar içinde yaşadığı değişimi, uğradığı saldırıları ve son olarak da AKP iktidarındaki durumunu anlattığı bir yazı dizisini soL için hazırladı. Dizinin ilk bölümünü okurlarımıza sunuyoruz.

Melis Gönenç

Melis Gönenç Star gazetesinin kültür sanat sayfalarında çok sayıda çalışması yayımlanmış bir gazeteci. Ruhi Su'yla ilgili bir yazısı İbrahim Kalın'ı rahatsız etmiş ve bu nedenle tazminat hakkı da gaspedilerek işten çıkarılarak, Star'daki görevine son verilmişti. Melis Gönenç'in Devlet Opera ve Balesi'nde (DOB) olup bitenleri konu edindiği yazı dizisinin ilk bölümünü bugün okurlarımıza sunuyoruz. Dizinin ikinci bölümü yarın yayımlanacak.

Devlet Opera ve Balesi (DOB) Cumhuriyet kurumları içinde çok özel bir yere sahiptir. Sahne sanatlarının temel dayanaklarından tiyatro, Cumhuriyet ile birlikte ciddi bir nitelik sıçraması yapmış olsa da, doğumu Cumhuriyet öncesindedir. Opera ve bale ise doğrudan Cumhuriyet çocuklarıdır ve bu nitelikleriyle “muasır medeniyet” ölçütünün en arı kültürel simgelerindendir. Dolayısıyla da, cumhuriyet Türkiye’sinin en zor ve en son yıkılabilecek kalelerinden sayılmalıdır. Yani, son savunma hattıdır.

Peki, Cumhuriyet ile doku uyuşmazlığı bulunan ve yirmi yıla yakın bir süredir iktidarda olan AKP, hemen tüm kurumlarda önemli hasara yol açmışken, DOB’u muaf mı tuttu? Elbette ki, hayır.

TARİHSEL BAĞLAM

Bu “hüzünlü” ve bir o kadar da “hain” öyküye geçmeden, konunun tarihsel bağlamını anımsatmalı: Sovyetler Birliği’nin sahneden kulise çekilmesiyle yükselen “neoliberal” dalga, bizde, islamcılığın kuluçkası olmakla kalmamış, liberalizmin islamcı-faşist yönetimlere giden yolda yalnızca bir durak adı olduğunu bir kez daha göstermiştir. 

Neoliberal estetik mi? O da “postmodern” kavramında ifadesini bulacaktır. İyi de, müzikteki karşılığı nedir? Tarihsel olarak belirlenmiş farklı tür ve tekniklerin aynı çuvala tıkılarak, hepsinin eşit değerde ve geçişken olduğunu göstermeye çalışmak. Yani, tarihsel derinlik ve gerçekliğin aşılabilir olduğuna inanmak, inandırmak! Bu çocuksu yaklaşım Bach’tan caz, mevlitten kantat, bağlamadan, udtan gitar, makam müziğinden senfonik tını çıkarma çabaları dahil o denli bir savrulmadır ki, ortaya çıkan “yığma estetik”, entelektüel görgüsüzlük nitelemesinden korunabilmek için “tını zenginliği arayışı” gerekçesinin arkasına sotalanmaktadır. Bu formülün sokak ağzıyla ifadesine gelince; “Müziğin her çeşidine kapılarımızı açık tutmalıyız.” ya da “Müzik duyguya dokunmaktır, o halde tüm türler eşittir.” vb.

ANA HEDEFLERDEN BİRİ: DOB

DOB, islamcı çevrelerin her zaman ana hedefi olmuştur. “Batı-gâvur müziği” ya da “tütülü çıplak kız” karikatürüne sıkıştırılmış bu tepkinin arkasında çok daha derin bir tarihsel neden vardır: Opera ve bale Türkiye’nin çağdaşlaşma projesinde Batı Avrupa ile sınırlı olmayıp, Rus/Sovyet kültür etkisine, inişli çıkışlı olarak en açık kalmış sanat alanıdır. “Rus Beşleri” tanımından kopyalanan “Türk Beşleri” adlandırmasıyla başlayıp, çağdaş Türk müziğini Rus-Doğu Avrupa modelinde yaratma kararına, 30’larda Şostakoviç ve Sovyet müzik dünyasının önemli isimleri etrafında kurulan ilişkilerden, klasik balenin ilk adımlarını atan Rus eğitmen Arzumanova’ya, 70’lerin ilk yarısında baleden tasfiye edilen İngiliz eğitmen ve koreografların yerlerine Sovyet eğitmen ve koreografların getirilmesine… Hepsinin arkasında Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu sağlayan Kurtuluş Savaşı’nın 1917 Ekim Devrimi’nin rüzgârıyla ve Türk-Sovyet dostluğu temelinde başarılmış olma gerçeği vardır. İslâmcı zihniyet bunu hiçbir zaman affetmemiştir.

Cılız liberal iktidarlar kolaylıkla İslamcı çevrelerin baskısı ve etkisi altına girerek anti-komünizm histerisine yuvarlanacaklardır. Tabii, bunda opera ve balenin Sovyetler’in resmi ve güçlü sahne-müzik ürünü olduğu gerçeği unutulmamalıdır. Ruhi Su Opera’dan “komünist” olduğu için atılacak, bazı liberal müzik eleştirmenleri 60’lardaki “çoksesli koro” çalışmalarını “sovyetik” sayacak, Sovyet Niyazi Tagizade’nin şefliğindeki Çaykovski’nin “Maça Kızı” operasında komünizm propagandası yapıldığı ileri sürülerek, dönemin opera müdürü soruşturma geçirecek, Sovyet besteci A. Melikov’un, librettosu Nazım Hikmet’e ait olan “Bir Aşk Masalı” adlı balesi, temsiline iki gün kala bakanlık kararı ile kaldırılacak vb.

İslamcı zihniyet tek başına iktidar olur olmaz da bu kez, AKM ile kendi mimarisini yaratmış olan kurumun doğrudan altyapısını hedefleyerek, AKM’yi önce kapatıp, ardından yıkacaktır. Mimari üslûp açısından “sovyetik” bulunduğu defalarca dile getirilmiştir. Üstelik, Taksim’de, Cumhuriyet’in simgesi meydanda, anıttaki Sovyet generallerin tarihimizi hatırlattığı yerde…

APOLİTİK SİYASALLIK

DOB dışarıdan bakıldığında apolitik görünümlü bir kurumdur; eski genel müdürlerinden birinin, “hep kendisi için uğraş verecek bir Don Kişot arar” diyeceği kadar. Bundan kasıt “siyasal tepki” vermeme refleksidir. Gerçekten de, DOB’un sanatçı ve diğer personelinin son yıllardaki TÜSAK çıkışı hariç, hiçbir AKP karar ve uygulamasına yönelik ciddi ve toplu tepkileri gözlenmemiştir. Pasif izleyici görüntüsünün belirgin olduğu birçok tanıklık derleyebilirsiniz. 

Ancak bu durum, kurum ile kişiler arasındaki farkın, yani, tarih ile sosyoloji arasındaki farkın gözden kaçırılmasına gerekçe olmamalıdır. Neoliberal tuzaklardan biridir: “Birey” temelli algı, tarih ile sosyoloji farkını inceltmeye yöneliktir.

Oysa DOB, başından beri devletin etkin gözetiminde olduğu gibi, iktidarların da yakın merceğinde bulunmuştur. Yani, DOB’ un sanatsal tarihine koşut, hatta onu belirleyen bir de siyasal tarihi vardır. Bu tarih bilinmeden ne estetik ekoller, ne rejisör sorunu, ne dekor-kostümde gelenek oluşturma çabalarının sonuçları, ne yabancı şef ve sanat yönetmeni tercihleri, ne merkezileştirme yasaları, ne de yeniden yapılandırma girişimleri; hiçbirinin anlaşılabilme olanağı yoktur. Ortada yalnızca her sanat kurumunda görülen kişisel çekişme ve rekabet öyküleriyle ilerleyen çocuksu bir anlatıya teslim olunur.

Şu ana kadar, ne yazık ki, DOB’ un ne sanatsal, ne de siyasal tarihine yönelik hiçbir ciddi çalışma yapılmamıştır. Bunun geleneksel “şark tembelliği”nden öte nedenleri vardır.

SİYASAL SAVAŞLARDA DOB

DOB’ un opera ayağı ağırlıklı olarak II. Dünya Savaşı öncesinde nazizmden kaçan Alman Yahudi sanatçıların derin izlerini taşır. Bu durum başlı başına bir “siyasal” tercihtir. Yanı sıra, II. Savaş’ta Türkiye’nin nazilere karşı hiç de düşmanca sayılmayacak tutumu dikkate alındığında, operaya yönelik -ki Ankara’daki müzik eğitim kurumlarının bütünü için geçerlidir- hassas denge kaygısı kendiliğinden anlaşılır. Semiha Berksoy, Saadet İkesus Altan’ın naziler döneminde Almanya’daki  “uyumlu” ve “başarılı” kariyerleri, Ferhunde Erkin’in savaştaki nazi vahşetinin doruk noktasına ulaştığı 1943’te Berlin’e eşi Ulvi Cemal Erkin ile özel bir Alman askeri uçağında gidip konser vermesi, savaş sonrası yıllarda bu isimlerin değil itibar kaybına uğrayıp eleştirilmek, adeta ikonlaşmaları, söz konusu hassas dengenin yalnızca birkaç örneğidir.

II. Savaş sonrasında daralan Alman meşruiyeti, siyasal alanda Türkiye’yi Sovyet-kaç politika sonucu anglo-amerikan dünyanın kollarına atacak, bu defa da, “siyasi zorunluluk” gereği, bale, bu alandaki geçmişi oldukça cılız olan İngilizlere ödün olarak kurdurulacak (1948), 1970’lerin ilk yarısında değişen siyasal denklem sonucu da tasfiyelerine gidilip, Sovyetler’e kapı açılacaktır.

Değişen bu politikaların ve tercihlerin DOB’ un gerek sanatsal, gerek yönetsel cephelerinde sanılandan çok daha derin ve önemli sonuçları olmuştur.

YA İÇ SİYASET?

DOB’un bir fanus olduğu, sınırlı izleyici kitlesinin “seçkin azınlık” olması nedeniyle kamuoyunun ilgisini canlı tutacak ölçüde göz önünde bulunmadığı savı, doğru orantı mantığıyla, siyasal iktidarların da yakın ilgi alanına girmeyeceği sonucunu doğrulamamaktadır.

Bilinmeyen ya da az bilinenleri bir kenara bırakırsak, DOB’un geniş kamuoyu önüne ilk “siyasi” çıkışı 1950’lerde başbakan Menderes ile DOB sanatçısı soprano Ayhan Aydan’ın gönül ilişkisiyledir. Bu olayın magazin yönü, buzdağının ancak görünen kısmıdır. DOB’un DP iktidarıyla organik görüntü vermesine yol açan ve DOB sanatçı ve yöneticilerinin neredeyse tamamının DP’nin en büyük baskı araçlarından birine, Vatan Cephesi’ne katılmaları, 27 Mayıs sonrasında Yassıada davalarında Ayhan Aydan’ın tanıklığı ve DOB imajı, 27 Mayısçıların DOB’a yönelik çok daha sert önlemlerinin dönemin ve kurumun “siyasal” hassas dengeleriyle giderilip, faturanın bütünüyle Ayhan Aydan’a kesilmesi, aynı 27 Mayıs yönetiminin İstanbul Opera müdürü Aydın Gün’e mesafeli tavrı, Aydın Gün’ün 1978’de Ecevit hükümetinin en soldaki isimlerinden Kültür bakanı A. Taner Kışlalı tarafından görevden alınacakken istifa edişine kadar uzanan bir dizi olay DOB’un siyasal topografyası ile yakından ilişkilidir.

İÇERİDEKİ SOSYOLOJİ

Dışarıya daha az sızmış olanlar da var: 1965’teki sendikal çalışmalar, boykotlar, 60’ların yükselen sol dalgasına karşı parlatılan “Dünya Sevgi Birliği” adlı ruhçu cemaate katılanlar, makam müziği çıkışlı olanların zaman içinde Cumhuriyet’in müzik yönelimine karşı aldıkları tavır, “yerli koreograf-yerli bale” formülüne yaslı bazı yapıtların sağdan ve soldan aldığı sert eleştiriler, solcu dansçıların peşindeki polislerin DOB’a baskınları, 12 Eylül sonrasında atanan MHP-faşist eğilimli müdürler, bazı siyasal partilerin MYK’sında bulunan genel müdürler, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve Abdullah Gül’ün özel himayelerine mazhar olmuş müdür ve genel müdürler, TÜSAK yasa tasarısına el altından destek verenler, merkeziyetçilik tartışmaları… Liste uzayıp gidiyor. Hepsi, sanılanın aksine, DOB’un yeterince siyasal bir zemin olduğunu gösteren verilerdir.

DOB’UN MÜCAVİR ALANI

İşin bir yönü daha var ki, DOB’un hem sanatsal, hem de siyasal tellerine aynı anda dokunuyor. Tabii ki, o da şu ana kadar ciddi bir incelemenin konusu olamadı. Mücavir alan olarak adlandırılacak bu coğrafyada neler mi var?

Dışarıdan gelen sanatçılar: Büyük bölümü eski Doğu Bloku ülkelerinden neoliberal dalgaların sürüklemesiyle geldiler. Çoksesli müzik dünyasının hemen her çekmecesinde yer aldılar, alıyorlar. DOB’un müzikal demografisi ve siyasal reflekslerine etkileri, özellikle bazı isimlerin özgül ağırlıkları dikkate alındığında, sanılandan daha önemlidir. 

Eleştirmenler: DOB kendi mimarisini yaratmış ancak eleştirmenini yaratamamıştır. Son derece cılız olan bu kategorinin bir türlü gürbüzleşememesinin elbette ki tek sorumlusu DOB değildir. Ancak bu yönde bir çekim alanı yaratma çabası içinde bulunmadığı da bir gerçektir. Sonuçta, kurum üzerinde etkin bir baskı-denge mekanizması oluşturabilecek araçtan yoksun kalınmış, bu ise, DOB yöneticilerine “yandaş eleştirmen” üretimi için elverişli bir toprak sağlamıştır. Sonuç mu? 

Neoliberal yıllarla birlikte müzik medyası ve eleştirmenleri DOB ile/üzerinden akçeli işlere girmişlerdir. Etik ve nesnellik ölçütleri yerlerini kazanç ölçütüne terk etmiştir. Müzik dergisi sahipleri ile saygın gazetelerin müzik eleştirmenlerinden emprezaryoluğa  soyunanlar mı ararsınız, onların bu tutumlarını etik bulmadıklarını söyleyen eleştirmenlerin festival organizatörü çıkmalarını mı, internet sitesi yöneticilerinden DOB’a libretto pazarlamaya çalışanlar mı, bazı kuruluşlarda danışmanlık/ sanat yöneticiliği kapma peşinde koşanlar mı, festivallere davet edilmek için övgü sağanaklarında pestil olanlar mı!

En büyük zararı, sanatsal ve siyasal sonuçlarıyla yine DOB görmüş ve görmektedir.

Festivaller: Tipik bir az gelişmiş ülke görgüsüzlüğüne dönüşmüş olan festival çılgınlığı ya da histerisi; festivallerin neoliberal tüketim alışkanlıklarının ilk sıralarında yer aldığı bilinmeyen bir gerçek değil. Tabii, azımsanmayacak kazanç kapısı oldukları da. Festival gezgini/hedonisti denebilecek bir kesim çoktan türedi bile. Hadi buna “zamane dünyası” deyip geçtiniz. Oysa bilinmeli ki, bu işin kökleri sanılandan daha derin, boyutları da daha hacimli: Bizde festival geleneği İstanbul Festivali ile görünürlük kazanmıştır. 1973’te başlayan festivalin daha ilk adımında yanlış bir model seçilmiştir. Dönemin İDOB müdürü, aynı anda İstanbul Festivali’nin de yöneticisidir. Yani, iki şapkalıdır; İDOB müdürü olarak kamu görevlisi, festival düzenleyicisi olarak özel sektör çalışanı. İşte bu gelenek, neoliberal yıllara gelindiğinde DOB’un önce etik, ardından sanatsal, sonunda da siyasal yıpranmasına kapı açacaktır. En bilinen işaret fişeği 1992-2000 yılları arasında İDOB müdürlüğü yapan “solcu”(!) Yekta Kara’nın, üstelik Ecevit hükümetinin DSP’li bakanı tarafından görevden alınmasıyla sonuçlanacak “Lirik Tarih” olayıdır. Kamu imkânları şahsi zenginleşme için kullanılmış, bu da özel sektör ile kamu sektörünün iç içeliği ile sağlanmıştır. Bu olaydan sonra yırtık hızla büyüyecek ve bugüne gelecektir. Artık, içlerinde DOB’un da bulunduğu kamu kurumları olanaklarının para saymak ve camiye gitmekten başka işleri olmayan bir dizi holding sahibinin özel senfoni/filarmoni orkestraları için kullanılması vaka-yı adiyeden sayılmaktadır.

Konservatuarlar: DOB’un ana kaynağı olması gereken konservatuarların eğitim düzeyi Cumhuriyet döneminin en düşük noktasındadır. Buna bir de vakıf üniversitelerinin ticari kaygıları eklenince, başta bale olmak üzere, ucuz piyasa ölçütlerinin dışında kalabilmiş sağlıklı elemanlar bulabilmek sanıldığından daha zordur. Dolayısıyla, DOB’un nitelikli eleman kaynağında ciddi sıkıntıları vardır.

İzleyici:  İzleyici en etkin baskı unsurudur. Sanatsal ve siyasal düzeltmen görevindedir. Oysa, neoliberal dönemin “ortaya karışık” gustosuyla yetişmiş izleyicisi, DOB’un sanatsal ve siyasal düzeyini aşağıya çekmekten başka bir işleve sahip görünmüyor. 

Sahnede hareket eden her cismi alkışlamaya yönelik şartlanması ile salonları dolduran “apatik” izleyici, medyatik pompalama, star saplantısı ve anı yaşama güdüsü ile aptallaşmış olduğu için, kolay tüketilebilir ürün peşindedir. DOB’un son dönem çalışmalarının hemen hepsinin bu yönde bir hizmet sunumu kaygısıyla hazırlandığı gözlerden kaçmıyor.

Tüm bu mücavir unsurların DOB’un sanatsal ve siyasal düzeyine ne yönde etkide bulunacağı açık değil mi?

Yazının ikinci bölümü yarın soL'da yer alacak...

[email protected]