'Kabine öldü, yaşasın yeni kabine!'

Mesele asla liyakat veya ekonomide bahsedilen rasyonalite değildi. Kaldı ki siyasal bir eylemin rasyonellik barındırıp barındırmadığı her zaman sınıfsal görelilik taşıyan bir meseledir.

NAZIM EMRE YÜCETEPE

Kral öldü, yaşasın kral’ ilk bakışta çelişkili gelen bu ifadenin daha derinlikli ve yazının konusuyla oldukça bağdaşan bir yapısı var. Terimin kullanımı tahmin edebileceğiniz üzere feodal zamanlarda eski monarkın yerini yeni bir monarkın aldığı anlara aittir, fakat işin ilginçliği bu kullanım yeni monarkı selamlamaktan ve ‘yaşasın yeni kralımız’ demekten çok bir kurumun devamlılığına verilen selamdır. İşin özünde ‘kraliyet’ makamının ‘ebediyetinde’ oturan monarklar gelir geçer, ölümlüdür. Makamlar veya günümüz için kurumların durumu da budur. Mekanizmayı işletenler değişebilir, söylemleri, kişilikleri değişebilir ama işletenler değişse de ‘işleyiş’ mekanizmaya aittir. Onu işleten kişilere değil.

Bu yaptığımız girişi ve bakış açımızı bir kenarda tutalım şimdi, daha sonrasında geri döneceğiz.

Asıl üzerinde duracağımız konu ise Cumhurbaşkanı tarafından kabine açıklandıktan sonra girilen ilginç ruh hali ve bu ruh halinin çeşitli yazarlar tarafından insanların vicdanı nezdinde aklanmaya çalışılması, meşruiyetinin kurulmak istenmesi ve normalize edilmek istenmesi. ‘Ruh halinin’ anlatısı ise şu: Kurulan yeni kabinenin eskisine göre daha ‘rasyonel’ ve ‘liyakatli’ olduğu dolayısıyla bekledikleri ‘bahara’ kavuşamayan muhalif seçmenin kabinedeki bu değişikliklere heyecanlanmasında ve umut beslemesinde bir beis bulunmadığı iddiası. Aslında olay liyakat veya rasyonalite değil, alakası bile yok. Yaptığımız giriş bu kısmı açıklamakta ve anlamakta bize yardımcı olacak yine. Fakat diyelim ki söylenenler doğru, diyelim ki seçilen isimlerden öne çıkan bazıları liyakate dayalı atamalar, ‘umut vadediyorlar’ gelin inceleyelim cevabımıza geçmeden önce o halde, kime umut, kime yıkım vadediyorlar.

Bu sözde umutlandıran bakanların başında iki isim geliyor, ikinci sayacağımız isim belki Erdoğan’ın ‘teknokrat’ kabinesindeki isim bolluğundan dolayı değişiklik gösterebilir fakat zannediyorum ki kamuoyunun gözde umut şampiyonu yerini kaptırmayacaktır. Birincimiz Mehmet Şimşek, ikinci sıra ise Hakan Fidan’a ait. Bu iki isim çokça konuşuldu, tartılıp tartışıldı. Gerek sosyal medyada gerek çeşitli köşe yazılarında çeşit çeşit analizler yapıldı.

Bir de biz bakalım umut şampiyonlarımızın sicillerine…

Mehmet Şimşek: Sicilinde emek ve işçi düşmanlığı

Şampiyon makamıyla başlayalım, Mehmet Şimşek 2007-2015 arası ekonomiden sorumlu bakandı. 2015-2018 yılları arasında ise ekonomi kurumları ile koordinasyondan sorumlu olarak Başbakan Yardımcılığı görevindeydi. Mehmet Şimşek bu görevleri esansında da şu anda olduğu gibi AKP gericiliğine ve karşı-devrimciliğine pek yakışıyordu. Birkaç gün önce Prof. Dr. Aziz Çelik bu karakterini yedi örnekte özetlemişti. Mehmet Şimşek’e umut atfetmeden önce zihinlere kazınması gereken örneklerdi aslında bunlar.

Biraz eşeleyelim isterseniz bu örnekleri, hepsinin altından aynı rezillik çıkacak, emek ve işçi düşmanlığı!

2008-2009 yıllarında TÜİK verilerine göre işsizlik 838 bin artmıştı her ne kadar kriz teğet geçti naraları atılsa da tablo biraz tersini haykırıyordu. Bakanın buraya cevabı ise yine partisine yaraşır oldu. “İşsizlik oranı niye artıyor biliyor musunuz? Çünkü kriz dönemlerinde daha çok iş aranıyor. Özellikle kadınlar arasında kriz döneminde işgücüne katılım oranı daha artıyor” demişti. Şimşek’e göre işsizliğin sebebi plansız bir ekonomi değil yaşamını sürdürmek için en temel hakkı olan şeyi arayan, iş arayan emekçilerdi. Burada da durmuyordu Mehmet Şimşek. Kadınların iş araması veya çalışması olağanüstü ve olmaması gereken bir şeymiş gibi vaazda bulunuyordu. Vaaz diyoruz çünkü böyle bir gericilikle kaynaşmış işçi düşmanlığı ve nefreti olsa olsa vaaz olabilir. Peki bu yeterli miydi? Elbette hayır, sicili pek dolu. Şimşek’in işsizlik konusunda vaazları bitmek bilmemiş. Her soruda çubuğu işçi düşmanlığına, planlı ekonomi düşmanlığına bükmüş, başkası da beklenmezdi. İstihdam sorunun bir diğer sebebi de kıdem tazminatıydı Şimşek’e göre hem işsizlik fonu hem de kıdem tazminatı olması saçmaydı, kıdem tazminatı ya kaldırılmalı ya da işsizlik fonuna devredilmeliydi. Biricik işveren kıdem tazminatı korkusuyla tir tir titriyor, işsizlik bu yüzden yükseliyordu. İşçi mi? Şimşek’in öyle bir derdi yoktu. Ona göre mağdur olan işverendi. Savunulacak kesim sermayeydi. Umut şampiyonumuzun kısa sicili işte. Sınıfsal konumunu bağıra bağıra ilan ediyor aslında. İlle de Soylu gibi ‘üzerinizde tepineceğiz’ demesine gerek kalmıyor bazılarının.

Hakan Fidan: Suriye’nin kana bulanmasının sorumlularından

Gelelim diğer yeni Dışişleri bakanımıza. Hakan Fidan, kutsal devletçilik, devlet ne eylerse güzel eylerciliğin ve sağın bu tür ideolojik söylemleri üzerinde cisimleşen bir figür Fidan. 13 yıllık MİT Müsteşarlığı görevi ile Erdoğan’ın ‘sır küpüm’ dediği karanlık bir kişilik. Tekrara düşmek pahasına üstüne bir daha basalım. Yine bu tecrübeden sual olunmaz diyen bazı kesimler bu ‘liyakatli’ atamayı yerinde bulup, buraya dayanarak tekrardan içlerini rahatlatarak halkın da içinin rahatlamasını ve ‘en azından yerinde atamalar’ denmesini istiyorlar.

Gerçekten yerinde mi peki? Fidan ne eylediyse halk için mi eyledi?

Türkiye’nin Suriye harekât zincirinin başlatıldığı dönemde kritik bir rol oynamıştı Fidan. Hatırlayalım, ilk operasyon Şah Fırat operasyonuydu. Bu zincirle birlikte Türkiye’nin Suriye macerası aralıklar barındırsa da hiç bitmedi hem ideolojik hem de ekonomik olarak iliğine kemiğine kadar sömürüldü. Konsolidasyon mu gerekiyordu? Operasyon hazırdı. Ya inşaat sermayesi, armut mu toplasın? İşgal bölgelerinde yüzlerce konut inşa edilecek canım, hiç olur mu insanları evsiz bırakmak? Ederi neyse ödeyecekler tabi inşaat şirketleri de hayır amacıyla girişmemişti bu işe. Ne demişti Erdoğan?  “Katar'la iş birliği yaptık. Yeni iskân projesiyle birkaç yıl içinde 1 milyon kişinin dönüşünü temin edeceğiz” Sermaye kâr kokusunu almıştı bir kez. İnsanların ülkelerine dönüşlerinden bile kâr edebilecekleri mekanizmaları yaratıyorlardı.

Peki Fidan bu kokuyu gerçeğe dönüştüren adımın neresinde miydi? Tekrar hatırlayalım o halde. İlk operasyondan yaklaşık bir yıl öncesi, 2014. Davutoğlu’nun Dışişleri bakanlığı dönemi. Bir ses kaydı sızdı. Bu ses kaydında devletinin yılmaz hizmetkârı olan Fidan’ın sözlerine kulak verelim: “Gerekirse Suriye'ye dört adam gönderirim. Türkiye'ye 8 füze attırıp savaş gerekçesi üretirim, Süleyman Şah Türbesine de saldırtırız.”

Ne liyakat ama! Düzeltelim ve ekleyelim, sermaye sınıfının yılmaz hizmetkârı Fidan. Bu operasyon zincirinde nice emekçi ailenin evladı can verdi, nice yüreklere ateş düştü. Fidan’ın umurunda mıdır? Sanmıyoruz. O sermaye için layığıyla görevini yerine getirdi. Şimdi tekrar soralım. Sermaye sınıfı ve gerici, karşı-devrimci AKP iktidarı el ele Suriye’de hem bu ülkenin çocuklarının ölümüne neden olurken hem de Suriye’yi kana bularken bu senaryonun baş aktörlerinden Hakan Fidan ‘liyakatli’ atama diye teselli mi bulacağız gerçekten. Bu ayıp değil mi gerçekten?

Başa dönelim ve bu atamalara buruk bir sevinç atfederek halkımızın aklını bulandırmaya çalışan sözde iktidar karşıtlarının ağzından saçılanı onlar açıkça söyleyemediği, utangaç kaldıkları için biz onlar adına söyleyelim: ‘Kabine öldü, Yaşasın yeni kabine…’ Biz de diyoruz ki, bunu açıkça söyleyemeyenler iktidarın utangaç hizmetkârlarıdır. Düzen mekanizmaları içerisindeki kadro değişimleri hiçbir zaman halk için, halk adına gerçekleşmez. Asıl olan en son tahlilde her zaman başta söylediğimiz gibi ‘işleyişi’ belirleyen mekanizmanın kendisidir. Yani mesele asla liyakat veya ekonomide bahsedilen rasyonalite değildi. Kaldı ki siyasal bir eylemin rasyonellik barındırıp barındırmadığı her zaman sınıfsal görelilik taşıyan bir meseledir. İktidar yeni kabineden önce de emekçilerden sermayeye kaynak aktarımı konusunda stabilize edebildiği kadarıyla sermaye sınıfı açısından gayet rasyonel politikalar işletmekteydi, bu kaynak aktarımı tek yöntemle gerçekleşmek zorunda değil ve Şimşek’in söylemleri, ‘teknokrat kabine’ hikayelerine bir de bunları toplum için meşru bir zemine oturtmaya hevesli analizciler eklenince yeni rıza mekanizmaları işletilmiş olundu. Fakat mesele her zamanki gibi düzenin güncel ihtiyaçları ve açlıklarıydı.

Diğer bir yandaysa şu günlerde yaşanılan ve hissedilen yenilgi hali ve gerçek bir umuda susamışlık ise ekmek, su gibi bir ihtiyaç haline geldi. Bu umudu ise bize yoksulluk ve gericilikten başka bir şey sunmamış ve sunamayacak olan karşı-devrimci AKP’nin cismen yenilenmiş fakat amaç ve niyet bakımından ruhundan hiçbir şey kaybetmemiş kabinesinde aramamalıyız. Umut bu karanlığı ne olursa olsun karşımıza almaktadır.