Balkan Harbi’nden Cumhuriyet’e bir subay eşinin portresi

Bu halı Edirne’deki evden ayrılırken birlikte alabildiğim tek nesne. Bunda ne var diye sormuştun ya. ‘Savaş,’ diyor, ‘insanlığı öldürür. Ama insanlık kolay ölmez, bir köşede yaşamaya devam eder.’

CEMİL FUAT HENDEK

Edirneliydi. Kara kuru, orta boylu, bir kaşının üstünde et beniyle pek güzel sayılamayacak bir kadındı. Tek güzel yanı, ışıl ışıl bakan, parlak, çakır gözleriydi. On altısındayken tesadüfen karşılaştığı üsteğmenle evlenmek için on sekizini doldurana dek bekledi. O reşit olurken üsteğmen de yüzbaşılığa terfi etmiş oldu. O sıralarda düğün yapmaya da fırsat yoktu. Balkanlar isyanlarla kaynıyor, Osmanlı devleti çöküyor, her köşesi savaşlarla tırmalanıyordu. Sessizce, aile arasında evlendiler. O andan sonra Cumhuriyet’e dek kocasını sadece üç kez daha görme şansı oldu. Kısacası, evlendikleri gün dahil, sadece dört kez beraber oldular, ikisi kız, ikisi erkek dört çocuk doğurdu.

O yıllarda kocasıyla birlikte kalabildiği en uzun süre de, bir ayı geçmedi. Edirne’nin Bulgar işgalinden kurtuluşu ardından eve gelen kocası, “Bize eğer bir gelecek varsa, onu arayacağımız tek yer Anadolu’dur” deyince, düşünüp taşındılar, Amasya’ya taşınmaya karar verdiler. Bu taşınmanın hemen ardından kocası tekrar birliğine dönecek, oradan Kafkas Cephesi’ne, Sarıkamış felaketine doğru yola çıkacaktı.

* * *

O gidişinden sonra Mürüvvet Hanım kocasını beklemekten vazgeçti. Haber bile alamadığı zamanlarda bir tek şeye güvendi. Kötü haber çabuk gelirdi. Nasıl olsa, kocası şehit olursa haberi, vurulur gazi olursa kendisi gelirdi. Böylece yılların hesabını tutmaktan da vazgeçti. 

Zor, ama çok zor yıllardı. Sadece savaşın analarından koparılıp aldığı kimisi henüz sakalı bitmemiş gençlerin, sevgililerin, kocalar ve babaların cephelerde kanla banyosu sanılmasın. Salgın hastalıkların, yoksulluğun, kuraklığın kol gezdiği yıllardı. Dağa çıkmış, yol kesen, köyleri, hatta kentlerin merkezden uzak mahallelerini bile basmaktan çekinmeyen asker kaçaklarının, isyancıların saçtığı dehşet ve korku da bunlara eklenince... Cepheye asker göndermiş ailelerin tasasına, kimi şehit ailelerinin yasına, hep birlikte hemen herkesi tutsak alan günlük geçim derdine bir de can korkusu ekleniyordu. İnsanlar evlerinde bile kendilerini güvende hissedemiyordu. Bu can korkusu da eklenince, o yılların dehşet manzarası tamamlanıyordu.

Mürüvvet Hanım’a gelince, koca beklemekten vazgeçmeye karar aldığı anda, evin tek reisi, tüm ailenin hamisi olmayı da yüklenmiş oldu. Duraksamaksızın kolları sıvadı, işe koyuldu. Aslında iki kızı, annesi, kendisi dört kadındılar. Aile fertlerinden ayırt etmediği biri seyis, iki emir erini de ekleyince tam altı boğaz. “Allah’ın izniyle açlık çekmeyiz” diye düşündü. Düzensiz de olsa, arada bir subay ailelerine gönderilen tayın vardı. Nesini beğenmeyeceksin? On kilo bulgur, dört ya da beş kilo nohut, kiloluk nah koca bir küp şeker az şey miydi? Bunlar gelmediğinde tayın bedeli gelirdi. Ama... İşin aması vardı. Bir sonrakinin ne zaman geleceği bilmeyince, bunların kaç zaman idare edileceği de bilinemiyor. “Olsun,” diye düşündü, “bizim elimiz armut mu topluyor? Biz de bir şeyler yaparız...” demeye kalmadı kafasında bir şimşek çaktı. “Armutu bilmem, Amasya elma kenti değil mi?”

Bir kez daha düşünmek için durmadı, hemen yola koyuldu. Amasya çepeçevre elma bahçeleriyle sarılı bir kentti. Bahçesini kiralamaya razı olacak insan mı bulamayacaktı? Üstelik mevsim sonbahardı. Bekir Fuat Beyin maaşından birikmiş birkaç lira da peşin verince... “Yeter ki şu kışı kazasız belasız geçirelim.”

Orta büyüklükte bir elma bahçesi kiraladı. Ama hesabı daha bitmemişti. Kış sona ererken kentin merkezinden daha uzakta, çok büyük bahçeli bir ev kiralamayı da aklına koydu. Tüm ikazlara, “Ayol kadın başına uzaklara gitmeye kalkma. Ortalık haydut kaynıyor,” uyarılarına pabuç bırakmadı: “Evde Bekir Fuat Bey’in beylik tabancası var. İki şarjörü dolu, otuz altışardan iki kutu mermi de cabası. Bir de çifteyle istemediğin kadar fişek. Aslan gibi iki emir erimi unutuyor musunuz? Ben iki askerli bir müfreze komutanıyım. Gelecekleri varsa görecekleri de olur!”

Amasya’nın kıyısında, Ermeni elinden çıkmış bir taş ev kiraladı. Orası tabii kentteki eve benzemiyordu. Bahçelerin ortasında birbirine oldukça uzakta, üç evden ibaret, ücra bir yerleşkeydi. Ona göre bazı önlemler almak gerekecekti. İlk iş olarak emir eriyle seyise odun kırmak dışında her türlü ev işinden el çektirdi. Yakın köyden ev işlerine yardım edecek bir genç kadın aldı işe. Bekir Fuat Bey de bu arada terfi etmiş, maaşının doğrudan ona ödenmesini sağlamıştı. O da iyi kötü, arada aksasa da gelmezlik etmiyordu hiç. Böylece hizmetçinin hakkını da ödeyebilirdi. Hemen kendisini de katarak bir nöbet düzeni oluşturdu. Akşam hava karardıktan sonra o düzene göre dördü değişerek nöbet tutmaya başladılar. “Dünyanın hali bu. Belli mi olur? Alim Allah, uykuda basılmayalım da, gerisine bakarız.” Ve ilkbaharı iple çekmeye başladı.

Köylü değildi. Kentte yetişmiş bir genç kadındı. O günlere dek toprakla hiçbir işi olmamıştı. “Mürüvvet Hanım, sen ne elmacılıktan ne de bahçende kurmayı hayal ettiğin bostan işinden anlarsın,” diyenlere hep aynı yanıtı verdi. “Bilmezsen bir bilene sorarsın. Sorarsan öğrenirsin. Çok sıkışırsan o bilene yaptırırsın. Hepsi bundan ibaret,” deyip geçti.

Don tehlikesi geçtiğinde kiraladığı bahçenin sahibiyle birlikte iki de yardımcı tutarak işe girişti. Bahçeyi iki mevsimliğine kiralarken anlaşmaya ilk yılın budamasını ve ilaçlanmasını da katmıştı. Dallar nasıl seyreltilir, obur dallar hangileridir, dikey çıkanlar, çok eğik olanlar... Bahçe sahibinin omzunun üstünden bakmakla kalmadı, arada testereyi eline almaktan da çekinmedi. Her ağacın altındaki toprağın tek tek bellenmesi... Bir sürü iş.

Tabii bu arada ev ahalisi de çoğalmaya başladı. Önce elmalıkta çalışanlarla birlikte sekize çıktı. Derken koca bahçeyi otlardan temizlemek, bellemek, bostana, hazırlamak, sonra da tohumlamak, fideleri dikmek için tuttuğu iki adam da katıldılar kervana. Mürüvvet Hanım’ın başta dediği gibi bir müfreze olamadılar ama, asker hesabı tam bir manga oldular. Böylece nisanla birlikte sadece elmalıkta ve bostanda değil, evde de hummalı bir faaliyet başladı. Kolay mı? Bir mangaya üç öğün yemek vereceksin. Hem de ne yemek. Çok çalışanın iştahı da ona göre olacak. Yolu yok, en azından bir de aşçı gerekti. Ayrıca sadece yemek mi? Adamlara yatacak yer göstereceksin, çamaşırını yıkayacaksın. Hizmetçinin köydeki ablası da yardıma çağrıldı.

Bütün bunlar yetmezmiş gibi, bahçenin ucuna da çalışanların yaz kış barınabileceği kerpiçten iki kulübe yaptırmaya girişti. Öyle ya, yaz dediğin çabuk geçer. Derme çatma çadırda kışlayacak değiller ya. Bekir Fuat Bey’in maaşından kalan mecidiyeleri, bazen tayın bedeli olarak gönderilen ek mangırları teker teker eli titreyerek harcayıp, çoğunu çeyiz sandığında sakladığı kesede işte bu günler için biriktirmemiş miydi?

Evde bir telaş, bir faaliyet, bir koşuşturma... 

Mürüvvet Hanım başına bir çatkı çatmış, elma bahçesinden bostana, bostandan kuzinede kaynayan yemeğe, oradan da çamaşır kazanının başına koşuşturup duruyordu. Hiçbir iş eline yapışmıyor, her gittiği yerde bir işin ucundan tutuyor, ama müfreze komutanlığını da elden bırakmıyordu.

Onun bu haline bakıp, kıs kıs gülen, “Dertsiz başına dert açtın” diyen tanıdıklarına da “Hamama giren terler. Hele bir sonbahar gelsin, siz görürsünüz” diyordu.

Gerçekten de o koşuşturma içinde sonbahar geliverdi. Zaman nasıl geçti, bilemedi. Sonbahar tabii yalnız başına gelmedi. Beraberinde birkaç ton elma ve bir bostanda yetişebilecek akla ne gelirse, her türden ürünü de birlikte getirdi. Kantarla tartmaya yetişemedikleri kadar fasulye, kabak, patlıcan, domates, sivri biber, hıyar ve patates...

Elmalar satmakla bitecek gibi değildi. Zaten Amasya elmaya boğulmuşken pazarda kim elma alacaktı ki? Aklına Tokat’taki ablası geldi. Tokat şunun şurasında komşu kentti, elması da muhakkak Amasya’ya göre kıttı. Bir at arabasıyla kaç gün çekecekti ki? Ablasının kocasına, malul gazi olarak geri hizmete alınmış olan, doktor yarbay İhsan Bey’e bir haber uçurdu: “Buradan bir araba elma göndersem, adamıma alıcı bulmak için yol göstermek lütfunda bulunur muydunuz?”

Doktorun tabii pek çok tanıdığı vardı Tokat’ta. Elmalar sandıklandı. Bir araba bulundu. O yüklenirken seyis de at pazarında sürücüsüyle birlikte kiralık bir at buldu. Mürüvvet Hanım, “üç günlük yol” diyenlere kanmayıp, sürücüye tam bir haftalık azık hazırlattı. Peksimetleri de ihtimamla, rutubet kapmasın diye ayrı sardırdı. “Aman aslanım, yükün kadar vaktin de çok. Acele etme, atını zorlama, rahvan git. Üç değil, dört günde, dört değil, beş günde... Ama sağ salim var varacağın yere. Haydi yolun açık olsun.”  

Ne bir arabası? Elma yüklü araba birbiri ardına tam dört kez gidip geldi Amasya’yla Tokat arasında. 

Sonbaharın telaşı da bir başkaydı. Bostan ürünlerinin bir kısmı pazarda satışa sunuldu. Bazı ürünler zaten daha yaz boyu olgunlaştıkça toplanmış, kısmen kurutulmuş, kısmen salamuraya basılmıştı. Tabii son kalanlar da uzun süreli kullanılacak şekilde hazırlanacaktı. Patatesler çuvallara doldurulup, gün ışığı görmeyen bir yere yerleştirilecek, pestiller, domates ve biber salçaları kaynatılacak, köyden tedarik edilen etler kavrulup, tenekelere basılacak... Bu arada komşuları da unutmayacaksın. Her birinin göz hakkı vardır... 

Kentli Mürüvvet hanım, işte o yaz toprakla tanışmış oldu. Aradan kırk yıl geçtikten sonra da toprağa tutkusu bitmedi. Kızı ve damadı “Betonlar arasında çocuk yetiştirilmez,” diyerek Ankara’nın kent merkezinden Çankaya eteklerinde müstakil, çok büyük bahçeli bir eve taşındıklarında da, ağır şeker hastası ve yatalak haliyle kendisini bahçeye taşıtıp, orada yapılacak işlere karışacak, etrafa emirler yağdıracaktı. “Toprağın bereketi bir başkadır evladım. Ona saygıda kusur etmeyeceksin. Önünde eğileceksin. Gerekiyorsa diz çökeceksin. Emeğini de esirgemeyeceksin. O zaman sen ona bir verirsen, o sana on verir.”

Kafkas Cephesi’nde, Sarıkamış’ta zatürreye yakalandığı için kısa süreliğine izne gelen Bekir Fuat Bey hiç beklenmedik bir anda kapıyı çaldığında, Mürüvvet Hanım aylardır kocasını düşünmeye vakit bile ayırmadığını fark etti. Biraz da utanmadı değil. Kocası ise, iki kadın ve iki kız çocuğunun zar zor geçindiği, tasalı, kasvetli bir ev beklerken, bir sürü insanın girip çıktığı, bolluk içinde yaşadığı bir evle karşılaşıp, şaşırmaktan kendini alamadı. İzni bitmeden bu kez acilen Doğu Cephesi’ne doğru yola çıkarken, önce karısının elini öpüp başına koyacak, “Sayenizde gözüm arkada kalmayacak. İşte şimdi daha bir güçle görevimin başına dönüyorum,” diyecek, kapıda birikmiş emir erleri ve ev ahalisine bir asker selamı çakarak bir daha arkasına bakmadan atına binip, gidecekti.

İlk taşındıklarında herkesin “Yarbay Bekir Fuat Bey’in evi” dediği ev o günlerden sonra çevrede “Mürüvvet Hanım’ın evi” olarak anılmaya başladı. Mürüvvet Hanım yazın çalıştırdıklarına kışın yol vermedi. Artık bolluk içinde, sadece erzak değil, para sıkıntısı da çekmeyecek bir ev kurmuştu. Elde avuçtaki herkese yeterdi. Dahası, hemen o kışın başında bir ay arayla ölüveren ablası ve doktor beyin biricik oğulları Nurettin’i de yanına aldı.

Kocası gittikten dokuz ay sonra Mürüvvet Hanım ilk erkek evladını kucağına aldı. Ertesi yılın ilkbahar ve yaz aylarını giderek ağırlaşan hamileliğine karşın yine de canla başla çalışarak geçirdi. İyice ağırlaştığı sıradaysa sonbaharın telaşına katılmasına pek de gerek kalmamıştı. Artık işler çoktan rayına oturmuş, değirmen dönmeye başlamıştı.

Bu arada kardeşi sıhhıye memuru Mehmet de Amasya’ya tayin oldu. İki katlı koca taş evde ne yer, ne de oda sıkıntısı vardı. O da ev ahalisine katıldı. Aslına bakılırsa, Mürüvvet Hanım’a hiç benzemeyen, uzun boylu, güzel bir genç adamdı. Sadece sempatik değil, aynı zamanda sohbetine doyulmaz biriydi. Onda sanki bir şeytan tüyü vardı. Pek de çapkındı. Nereye gitse gözleri fel fecir okur, ne yapıp yapar, çapkınlıkları yüzünden başına bir bela açardı. Eve bir hayrı dokunacağı da yoktu. Zaten köyden köye dolaşarak, sağlık hizmeti veriyordu. Ama olsundu. Ne de olsa kardeşiydi. Böylece Mehmet de haftada, on günde bir eve gelip, bir iki gün kalmaya başladı. Hiçbir işin ucundan tutmaya yanaşmazdı. Olsa olsa çalışanları çevresine toplar, olmadık öyküler anlatarak onları esir alırdı. Hepsi ağzını açıp, onu dinlerken işlerini unuturlardı. Tabii Mürüvvet Hanım bir köşeden görünene dek. Her gelişinde biraz dinlendikten sonra kente gider, kim bilir ne işlere bulaşırdı. Ondan sonra atına atlayıp, köyler arasında kaybolur, ister kendisine âşık ettiği bir kadın olsun, ister kızgın kocalar... Peşine düşmeye kalkacak birilerinden de kurtulmuş olurdu. Böylece aylar geçti. Nasihat para etmeyince Mürüvvet Hanım resti çekti. Artık başını bağlayıp, haylazlıktan vazgeçme vakti gelmişti. “Ya dediğimi yapar, eli yüzü düzgün biriyle evlenip, başına açtığın belalardan kurtulursun ya da bu evi terk eder, kendi başının çaresine bakarsın!” Mehmet biliyordu, Mürüvvet Hanım’la oyun olmazdı. Başını eğip, her zaman olduğu gibi seferine çıktı.

Aradan bir hafta, geçti, iki hafta geçti, Mehmet’ten haber yok. Mürüvvet Hanım tasalanmaya başladı. Acaba küsmüş olmasın. Ya da... “Allah rastlatmasın, başına bir şey gelmeye...” Tam bir ay sonra döndü Mehmet, atının terkisinde bir kadınla. “Evlen demedin mi? İşte evlendim. Aha, bu benim karım! Adı da Bahtiyar. Bahtiyar oldun mu şimdi?”
O yakışıklı, göz koyduğu her kadını kendisine aşık eden adam, kim bilir hangi köyden bulmuşsa, sanki inadına, çirkin mi çirkin, birini almış, getirmişti. Mürüvvet Hanım neredeyse saçını başını yolacaktı. Yine de “Hoş geldin kızım,” dememezlik etmedi. Etmedi ama, daha fazla da orada oyalanmadı. Bir işi bahane edip, arkasını dönüp gitti.

Böylece Mehmet uslandı sanılmasın. Bahtiyar’ı Mürüvvet Hanım’ın başına sarıp, her seferinde yeni maceralara atılmak üzere yine yollara düştü. Mürüvvet Hanım, evin gelini olarak uzun süre Bahtiyar’ı içine sindiremeyecekti. Güzellik bir yana dursun. Ne yemek, ne temizlik... Doğru dürüst iş de bilmiyordu. Evde çalışan hiç kimseye reva görmediği muameleyi ona edecekti. Bahtiyar uzun süre sanki evin tek hizmetçisi gibi muamele gördü. Öğretmeni Mürüvvet Hanım’dan lezzetli yemekler yapmasını, giyinip kuşanmasını, hanımefendi gibi oturup kalmasını, konuşmasını öğrenene, birbiri ardına iki kız, bir oğlan doğurana dek.

* * *

O yılı izleyen yıllar boyunca Mürüvvet Hanım nelere imza atmadı ki. İpek böceği yetiştirip, ipek kumaşlar dokutmak mı dersin; yakındaki köyün kadınlarına tezgah kurdurup, kilim dokutmak mı? Hem evini ferah fahur geçindirdi, hem de elinde avucundakini ona değen herkesle bol bol paylaştı.

O yıllar boyunca Bekir Fuat Bey’in gözünü arkada bırakacak olaylar olmadı değil. Önce Ermeni komitacıların Amasya çevresinde de göründükleri haberi geldi. Kendisi Doğu Cephesi’nde Ermenilere karşı savaşırken arkada kalan ailesine yardım edemeyecek oluşuyla kahroldu. Derken kuşpalazına yakalanan biricik oğullarının kurtarılamaması... Hiçbir dünyalık iş Mürüvvet Hanım’ı yıkamazdı. Her durumda dimdik ayakta kalmayı bilirdi. Dengesini yitirmez, hemen bir çözüm bulurdu. Ama ölüme çare yoktu işte. Önce oğlu Alp, daha sonra da ilk kızı Melahat’in beklenmedik ölümleriyle iki kez yıkıldı. Her seferinde yeni baştan doğrulmasını bilmedi değil. Fakat bu ikisinin, fakat en çok da o filiz gibi, güzeller güzeli, üstelik zeki kızının acısını ömrü boyunca, her an içinde taşıdı. Aradan yıllar geçtikten sonra bile durup dururken gözlerini uzaklara diker, bir süre öylece dalar giderdi: “Ah evladım, neler gördük geçirdik. Hepsi devede kulak. Yeter ki, Allah evlat acısı vermesin.”

* * *

Amasya yılları ancak Cumhuriyet’in kuruluşu ardından sona erecekti. Bu arada kocasının Doğu Cephesi’nden Ankara’ya geçmiş olduğunu da neden sonra haber aldı. Cepheden cepheye koşan adamcağızın evine uğramaya bile vakti olmamıştı. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın başlamak üzere olduğu sıralardı. Osmanlı’nın elinde silah bırakmayı reddeden sadece iki ordu kalmıştı. Biri Doğu Cephesi’ndeydi, diğeri de Konya’da. İngilizlere esir düşmüş Padişah ve çökmekte olan saray erkanı her iki orduyu da aforoz ederken çoğu yörede Müdafayı Hukuk Cemiyetleri kuruluyor, Anadolu’nun ortasında köhne ve kavruk kalmış Ankara direniş hareketinin merkezi olmaya hazırlanıyordu. Mustafa Kemal Anadolu’ya geçip, ilk durak olarak Amasya’ya geldiğinde Bekir Fuat Bey çoktan Ankara’ya geçmişti.

Amasya Mustafa Kemal’in isyan bayrağını ilk kez yükselttiği kent oldu. Vatan her köşesinden işgal ediliyor, elden gidiyordu. Heyecan doruktaydı. Yapılacak çok iş vardı. Hiç kimsenin karısına, çocuğuna ayıracak vakti yoktu. Mürüvvet Hanım mı? O zaten nice zaman önce kocasını beklemeyi bırakmıştı. Katiyen duruşunu bozamazdı. Savaş dedikleri onun için yeni bir şey değildi ki. Kendisini bildi bileli hep savaş vardı hayatında. Evlenmeden önce de, sonrasında da. Yıllardır kurduğu düzeni tabii ki, bu savaş boyunca da sürdürecekti. Zaten o yaz da geçmiş, sonbaharın malum hummalı çalışmalarına dalmışlardı. Etrafındaki insanlara daha sıkı sarıldı. “Şaşırmak yok, herkes işine devam!”

Hiçbir şeyi değiştirmemeye kararlıydı, ama Sivas Kongresi ardından evdeki yaşama küçük bir ek yapma gereksinimi duydu: Çevresine haber saldı. Ulaşabildiği ne kadar dikiş makinesi varsa toplattı. Makinelerin kimi sahibiyle geldi, kimisine dikiş bilen kadın arandı. “Haydi bakalım, herkes biraz sıkışsın!” Evin iki odası boşaltıldı. Tam on iki kişilik bir “dikiş müfrezesi” kuruldu. Altışar altışar iki odaya yerleştiler. Sabahtan akşama iç donu, üniforma, tozluk dikmeye koyuldular. Tabii böylece boğaz sayısı da çoğalmış oldu. Ama ne gam? Yemek kazanlarına bir tane daha eklendi. “Herkese yeter ekmek! Yeter ki paylaşmayı bil. Bir de oburluk etme!” Dikişe gelen kadınlar bu sayede sağlıklı yemek yemenin formülünü de öğrendiler ondan: “Sofraya aç otur, doymadan kalk. Bir zeytini dokuz lokma yap. Bir lokmayı kırk kere çiğnemeden yutma...” Yıllar sonra aynı formülü torununa da öğretecekti.

* * *

Yıllar yılları kovalayacak, sonunda o cebbar, tuttuğunu koparan Mürüvvet Hanım’dan ağır şeker hastası, yatalak, asık suratlı bir ihtiyar kalacaktı geriye. Dünya işleri bükemezdi kolunu. Ne var ki, ölüm... Ah şu ölümler! Bir de umut bağladığı insanların yarattığı hayal kırıklıkları olmasa...

Cumhuriyetin kuruluşundan sonra nihayet kocasına kavuşmuş, bu arada kızı Emine Sebahat yetişmiş, öğretmen olmuş, oğlu Turgut da delikanlılığa adım atmıştı. Askeri veteriner olan kocası generalliğe terfi etmiş, Ankara’nın merkezinde beş katlı bir apartman yaptırmışlar, artık her türlü dertten uzak günlere adım atmışlardı. Ne var ki, o sevinçli günlerin tadını çıkaramadan gelen büyük bir yıkımla sarsıldı. Doğubeyazıt’ta yakalandığı zatürreyi bir türlü atlatamayıp, yıllar boyunca ciğerlerinde taşıyan Bekir Fuat Paşa ancak o kadar dayanabildi. O en mutlu günlerinin arasında, tam, “İşte şimdi kayıp yılların acısını çıkaracağız,” derken, hayata veda etti.

Kızı çok sevdiği babasının ardından üç gün boyunca ağlamayı kesmezken hep sustu. Tek bir damla gözyaşı dökmedi. Bir yere kadar. En sonunda üçüncü günün sonunda patladı. “Bana bakar mısın sen! Ne oluyor sana? Senin önünde daha koca bir hayat var. Benimse hayatım henüz başlarken bitti!” Sebahat ilk kez o gün gördü annesinin gözyaşlarını.

Yine de avutmaya çalıştı kendisini. “Bak, kocaman bir oğlun var. Oğlundan ayırt etmediğin Nurettin var. Kocaman adam oldu. Almanya’dan mühendis olarak döndü. Herkes gözünün içine bakıyor. Ya Sebahat?” Hele o, hiç de yabana atılacak biri değil. Balık etinde, hoş, giyim kuşamına da çok dikkat eden, üstelik bir mesleği olan, kişilikli, dirayetli, medeni cesaret sahibi, gençliğine rağmen etrafındakilerde saygı uyandıran, tamı tamına genç Cumhuriyet’e layık bir kadın olmuştu. Hem de nişanlanmıştı. Yakında evlenecekti. 

Nişanlısı Feridun, devlet bursuyla Almanya’da veterinerlik okumuş, ama Nazilerin iktidara gelişi ardından diplomasını alamadan geri dönmek zorunda kalmış bir gençti. Ali Fuat Paşa, kardeşi gibi sevdiği 24. Tümen Komutanı şehit Mahmut Bey’in bu oğluna hemen kol kanat germiş, onu Ankara’ya getirtmişti. Onu önce kendi köşküne yerleştirmiş, ardından, hiç olmazsa bir diploma sahibi olsun diye, Atatürk tarafından 1928’de cumhuriyet dönemi Türkiye’sinin ilk yüksek öğrenim kurumu olarak Büyük Millet Meclisi binasında açılan Ankara Adliye Hukuk Mektebi’ne yazılmasına ön ayak olmuştu. Feridun Almanya’dan bir diploma getirememişti, ama Dresden’de yanında kaldığı Yahudi profesörden öğrendiği, mükemmel ve aksansız, Almanların bile hayran olduğu bir Almancayla dönmüştü. Paşa bu sayede, hukuk diploması almasının ardından onun yeni açılan Polis Enstitüsü’nde Almanca öğretmeni olmasını da sağlayacaktı. Sebahat’le tanışmasına da o vesile olmuştu.

Mürüvvet Hanım, hayatını sarsan o büyük kayıptan sonraki günlerde sık sık etrafındaki bu gençleri düşünerek avunmaya çalıştı. “Senin adın Mürüvvet. Demek kısmetin bu çocukların mürüvvetini görmekmiş.”

Ama olmadı. Nurettin çok geçmeden bir kıza gönül bağladı. Onunla evlendi. Kız da ne kaprisli şeymiş. İlk işi Nurettin’i ailesinden koparmak oldu. Onu, babasının soyadından bile vazgeçirdi. İş bu kadarla da kalmadı. Yoktan yere bir dargınlık çıkarıp, karısının soyadını alan Nurettin’i ailesinden tamamen uzaklaştırdı. Bir daha hiç görüşemediler. Mesleğinde kariyer basamaklarını hızla tırmanan, önce Demiryolları, sonra da Havayolları genel müdürlüğüne yükselecek olan Nurettin, yıllar sonra Mürüvvet Hanım’ın cenazesine gelip, Sebahat’e sarılıp, ağlayacak, ama arkasında ne denli büyük bir hayal kırıklığı bıraktığını hiçbir zaman bilemeyecekti.

Öz oğlu Turgut’a gelince, mürüvvetini görmek şurada dursun... Şımarık, züppe ve dengesiz bir genç oldu çıktı. Bir yandan da kumara düştü. Kumar dediğin her yolla oynanır. İskambil, zarö kılıç, tek mi çift mi... Onlarla da yetinmeyip, at yarışlarının peşinde bir Ankara, bir İstanbul, bir İzmir’e gitmeler... “Bu apartmanı satın, hakkımı verin,” diye tutturmalar... Babasının İstiklal Madalyası’na, göğsüne takmak için değil, satıp paraya çevirmek için göz koymalar... Arada şizofreni krizleri... Ve sonunda da bir intihar girişimi.

İşte bu olay da Mürüvvet Hanım’ın yıkılmadan ayakta kalma direncine son darbeyi vurdu. Elden ayaktan kesildi. Yataklara düştü ve bir daha yataktan kalkamadı.

* * *

Mürüvvet Hanım kaç yıl boyunca yatalak kaldı, ama yılların “müfreze komutanlığı”nı asla elden bırakmadı. Kavaklıdere’ye taşındıklarında, eve girip çıkan herkesin zorunlu olarak geçtiği geniş hole açılan, tüm kapıları camlı bir odaya yerleşti. Bu sayede yattığı yerden geleni geçeni kaçırmadan izler, sık sık hizmetçileri çağırıp her birine ayrı ayrı direktifler verirdi. Eh, evde kimsenin de buna itirazı yoktu. Zaten iç güveysi gelen damat saygısını esirgemez, evin düzenine hiç karışmazdı. Bütün günü okulda geçen kızıysa zaten ev işlerinden hiç hoşlanmazdı. Annesinin her işe karışması aslında işine geliyordu. Böylece evde çalışanları denetlemekten, her gün ne yemek pişeceğini, ne gibi işlerin kotarılacağını düşünmekten kurtuluyordu. Böylece evde kimsenin itirazı olmayan bir anlaşma hüküm sürüyordu. Herkes halinden memnundu.

Para sıkıntıları da yoktu. Mürüvvet Hanım’ın paşadan kalma dul maaşı, Sebahat’in öğretmen maaşı, giderek pek cerbezeli bir avukat olan damadın kazancına apartmandan gelen kiralar da eklenince, “bir eli yağda, bir eli balda” bir hayat sürüyorlardı. 

* * *

Aileye “iç güveyi” olarak giren Feridun Bey beraberinde tek bir şey getirmişti: Aristokratik, resmi bir hava. Her sabah, kolalı yakası ve manşetlerini günde iki kez değiştirdiği beyaz gömleği, kravatı ve takım elbisesiyle odasından çıkardı. Parlak deriden portföyü, o zamanın en kalitelisi, Shaeffer marka sterling gümüşü dolmakalemi, her yıl özenle seçip aldığı deri ciltli ajandası, altın kol düğmeleri, domuz derisinden çantasıyla adliye çevrelerinde ünlenmiş bir avukattı. Uzun boyu, atletik vücudu, Çerkez babasından aldığı zarif yüz hatlarıyla Hollywood filmlerinden çıkmış bir artist gibiydi. Asla onsuz sokağa çıkmadığı, kıyafetinin rengine uygun fötr şapkasını eline aldıktan sonra evdekilere veda etmeyi de ihmal etmezdi.

Sebahat de ondan aşağı kalmazdı. Sabahları erkenden korsesini, tayyörünü giyinmeden, ayağına yüksek topuklu ayakkabılarını geçirmeden yatak odasını terk etmezdi. 

Evde tartışma bir yana, kimse kimseye sesini yükseltmezdi. Nezaket elden bırakılmaz, emir kipiyle konuşulmaz, herkes birbirine “siz” diye hitap ederdi. Mürüvvet Hanım dışında, çalışanlardan bile “lütfen”siz bir şey istenmezdi. Damadın da adetiydi, hiçbir şeyi “sana zahmet, bana eziyet, lütfen” demeden istediği olmazdı.

Genç çift, yaşama bakışlarında derin bir farklılık olmasına karşın, ahenkli bir evlilik sürdürmekteydiler. Feridun Bey, tam bir aristokrat gibi davranırken Sebahat Hanım sapına kadar cumhuriyetçiydi. Aralarındaki bu fark sadece oğullarıyla konuşma şekillerinde ifadesini bulurdu. Örneğin, Feridun Bey oğlunu, “Veliahtı yegânem, medarı iftiharımız, sülalemizin prensi” diye severken Sebahat Hanım, “Padişahlık çoktan çöpe atıldı. Senin büyükbaban da onun için hayatını feda etti. Artık herkes kendi şahsiyeti, medeni cesareti ve başardığı işlerle kendisini göstermeli” diyerek oğlunu sık sık uyarırdı: “Bak ben seni annen olarak kalbimle seviyorum, ama ileride seni aklımla da sevebileceğim hale gelmeni istiyorum.”

Evdeki  nazik, saygılı ve ahenkli havayı bozan sadece iki pürüz vardı. Her seferinde o yüzden sesini yükselten, evdeki sükuneti bozan tek kişi Sebahat Hanım olurdu. Tartışma dediysek, ondan başka tartışan da olmazdı.

Pürüzlerde biri, evin haylaz, işe yaramaz, kumarbaz oğluydu. Artık gemi azıya aldığı, olmadık işler yapmaya başladığında, örneğin alışveriş giderleri için evin hizmetçisine teslim edilen parayı habersizce aldığı, hatta Sebahat’in oğlunu da kandırıp, haftalık harçlığını dolandırdığı olurdu. İşte öylesi anlarda Sebahat Hanım’ın tahammül sınırları aşılır, sinirleri boşalırdı. Sesini yükselterek, “Sizin bu oğlunuz...” diye annesinin karşısına dikilirdi. Akları sanki fosforlu kocaman gözlerini büsbütün açıp, simsiyah gözbebeklerinden kıvılcımlar saçarak kendi söyler, söylediğine kendi yanıt vererek tartışmasını sürdürürdü. O böyle sesini yükseltince kocası hemen eline bir dava dosyası alır, arka taraftaki misafir salonuna çekilirdi. Çalışanlar da ya mutfağa ya da bahçeye kaçışıp, ortalık yatışana dek bir köşeye sinerlerdi. Sebahat Hanım’ın biricik oğlu ise en kabadayı tavırlarını takınır, kavgada onu korumaya hazır bir fedai tavrıyla annesinin yanına koşardı.

Böylesi zamanlarda evin tartışmasız reisi, karşısında hiç kimsenin itiraz etmeye cesaret edemediği tek otorite Mürüvvet Hanım gözlerini hafifçe kısar, dudaklarını büzer hiç ses çıkarmaksızın kızının yorulup susacağı ana dek beklerdi. Korktuğundan, kızından çekindiğinden değil, yüzgöz olmamak için. Kendi kendine sorulu cevaplı konuşan kızının o biraz da gülünç haline katılmış olmamak için. Ayrıca biliyordu, aslında Sebahat Hanım hiç de haksız değildi. Ama ne desindi ki? Elde kalmış biricik oğluydu söz konusu olan. Hele değer bilmez Nurettin’inden sonra... O hıyanetinden gitmişti. Ya bu da şımarıklığından, densizliğinden çekip gitmeye kalkarsa? Bir tunçtan büst gibi, hiçbir mimik yapmadan başını yastığına biraz daha gömerek sabırla dinlerdi. Sebahat’in içini döktüğüne kanaat getirince, “Hadi kızım, gidebilirsin,” der, gözlerini kapatır, yorganını biraz daha yukarı çekerdi. Böylece tartışmayı da kendisi bitirmiş olurdu. Bunda sonraki birkaç gün boyunca Turgut ortalıkta gözükmez, ablasının iyice yatışmasını, ev ahalisinin de olayı tamamen unutup, günlük sakin havaya dönmesini beklerdi. Ondan sonra yine aynı tas, aynı hamam...

İkinci pürüz ise pek seyrek, evde büyük temizlik ya da badana yapıldığında, ya da birkaç eşya değiştiğinde, biraz düzen değişikliğine gidildiğinde çıkardı. Anlaşmazlık konusu bu sefer de Mürüvvet Hanım’ın yanında ayırmadığı, odasında görebileceği bir yere asılmasında ısrar ettiği bir duvar halısıydı. İncecik dokunmuş, hani santimetre karesinde yüz kırk dört düğüm olan cinsten, pek nadide bir ipek halı. Nadide olmasına nadideydi, ama kimi yerleri yırtılmıştı. Yırtık yerlerinden lime lime iplikler dökülmekteydi.

Kızı örneğin bir badana sonrasında, hazır duvardan inmişken, “fırsat bu fırsat” diyerek onu ortalıktan yok etmeye yeltenirken bu sefer Mürüvvet Hanım’ın sesi yükselirdi.

- Biri buraya baksın! Halım nerede? 
- Aman anne! Yeter artık. Bıkmadın mı o paçavradan?
- Beni söyletme. Halımı getirip, yerine asın.
- Öyleyse bırak, tamir ettirelim. Öyle asalım.
- Hayır! Nasıl aldıysanız, öylece getirin, yerine asın. Beni de bu yatalak halimle kalkıp yürümeye zorlamayın.

Sebahat Hanım biliyordu. Daha fazla üstelese, annesi tüm ev ahalisini başına toplar istediğini yaptırırdı. Ne dese boştu. Çalışanlar da zaten onu değil, Mürüvvet Hanım’ı dinlerlerdi. Yarın o okuldayken... Gelecek sefere bir kez daha denemeye yeminli boyun eğer, halıyı yerine astırtırdı.

Fakat bu kez, oğlu da ilk defa olmak üzere lafa karıştı. Artık biraz büyümüştü, orta bire gidiyordu. Aklı da iyi kötü her şeye erer olmuştu. O da farkındaydı halının tam bir paçavraya benzediğinin.

- Anneanne, şu halının haline bak. Ne var bu halıda? Hem duvar halısı modası çoktan geçti. Burası köy evi mi?

Mürüvvet Hanım ona yanıt vermedi. Yalnız benli kaşını kaldırarak, bakışlarıyla kızına boş kalan duvarı işaret etti. Sonra her zamanki gibi gözlerini kapayıp, yorganını biraz daha üstüne çekti.

Kızı bir kez daha halıya yenik düştüğünü anladı. Ertesi gün halı eski yerine asıldı. 

* * *

Mürüvvet Hanım o günün akşamı torununu çağırdı yanına. “Gel yavrum,” dedi, “dün sormuştun ya bana, bu halıda ne var diye. Şimdi biraz yamacıma otur. Anlatacaklarımı dinle.”

“Bak evladım, bir atasözümüz var: ‘Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi? Mal da yalan, mülk de yalan. Var biraz da sen oyalan’ derler. Şimdi bak bakalım etrafına, bu evde bana ait ne var? Aslına bakarsan hemen her şeyde benden bir parça var, ama iki şey hariç hiçbiri artık benim değil. Evet, sadece ve sadece iki şey. Biri, şu köşede duran eski Singer dikiş makinesi. Annenin şimdi çok marifetli bir elektrikli makinesi var. Ama ben bu kolludan vazgeçmiyorum. Her iki deden düşmanlara karşı savaşırken o da sayısını bilemediğim kadar asker donu, üniforması dikti. O bir malul gazidir. Ben ölene dek orada duracak. Halıya gelince...

Senin deden Bekir Fuat Paşa’yla Edirne’de evlendik. O askerdi. Ülkenin her köşesinde savaş vardı. Hep cepheden cepheye koştu. İlk evlendiğimizde ondan bir kızım oldu. Ne yazık ki, gencecik yaşta kaybettim onu. Sonradan dedenin bir gelişinde annene hamile kaldım. İşte tam o sıralarda Edirne’yi Bulgarlar sardı. Evde bir tek dul annem, ablam, kızkardeşimle ben, bir de ölen o kızım kalmıştık. Ablamın da benim de kocalarımız cephedeydi. Onların nerede olduklarını bile bilmiyorduk. Evde erkek olarak yalnız o zamanlar subayların emrine verdikleri iki er vardı. Adam askere gidiyor ya, ev erkeksiz kalmasın diye. Deden süvari olduğundan biri seyisti. Bunlar askerdi ama silahları yoktu, evde ağır işlere yardım ederlerdi. Her neyse... Çok korkulu günlerdi. Her an düşmanın şehre girmesi bekleniyordu. Nitekim beklenen an gelmiş ki, sokakta bir vaveyla koptu. ‘Düşmanlar şehre girdi! Kaçan kurtulur!’ diye, birileri feryat ederek geçtiler önümüzden. Biz daha ‘Ne olmuş? Kim gelmiş? Nereye kaçacağız?’ demeye kalmadı, kapımız kırıldı, içeri dört tane izbandut gibi Bulgar askeri daldı. Önce ne kadar eşya varsa kırıp dökmeye başladılar. Süngülerle yerlerdeki, duvarlardaki halıları parçaladılar. Tabii biz feryat figan! Bela mı okuyoruz, yoksa yalvarıyor muyuz bilmiyorum. Çığlık çığlığayız. Derken içlerinden biri kızkardeşime çullandı. Yatırıp, üstüne çıkmaya çalışırken annem ‘Yapmayın, o daha on dört yaşında!’ diyerek bayıldı. Kızkardeşim sıkıca eteklerine yapışmış can havliyle kendini korumaya çalışıyor, ablam ise tiril tiril titriyor. Nöbet geçirir gibi ağlıyor. Annem zaten baygın. Aklı başında olan bir tek ben miydim, bilmiyorum. Hemen tek yapabileceğimi yaptım. Kızımı arkama çektim, sanki işe yarayacakmış gibi iki elimle de hamile karnımı korumaya aldım. ‘Artık işimiz bitti’ diye düşündüm. Belli ki evimiz bir asker eviydi. Bunun da savaşta affı olmazdı. Ne yapsam da, bir an önce kendimizi öldürtsem diye çare arıyorum. Ölmek bir şey değil, yeter ki, namusumuza halel gelmesin.

Tam o sırada odada bir nara patladı. Bir baktık ki, kapıda bir Bulgar subayı duruyor. Askerler tabii hemen toparlandılar. Subay hışımla geldi, kardeşime saldıran askeri yakasından tuttuğu gibi, kapıya savurdu. Ardından da anlamadığımız emirler yağdırdı. Seyisimizi de esir aldılar, hep beraber geldikleri hızla çekip gittiler. Onlar gittikten sonra anladık ki, geldiklerinde önce zavallı silahsız emir erimizi öldürmüşler. Fakat ne görelim? Subay kapıya bir nöbetçi dikmiş. Gelen geçen girmesin diye. Nitekim o gün düşman askerleri etrafa dehşet saçarken, bir daha evimize girmeye kalkan olmadı. Olmadı ama, ne yatacak yatağımız kalmıştı, ne örtünecek yorganımız, ne de gidecek başka bir yerimiz vardı.

Tam ne yapalım, nasıl toparlanalım derken, arka evdeki Rum komşumuz geldi. Ben o zamanlar biraz Rumca bilirdim. İyi komşuluk eder, birbirimize gidip gelirdik. ‘Mumiko,’ dedi, ‘hemen toparlanıp, biz gelin. Pencerelerdeki kafeslerden belli ki, bura Müslüman evi. Gecenin bin hali var. Bizde emniyette olursunuz.’ Tam bir hafta, ortalık yatışana dek bizi evlerinde sakladılar. Birlikte yedik içtik. Yaşıyorlarsa Allah selamet versin, öldülerse toprakları bol olsun. Anlayacağın, hayatımı önce o Bulgar subayına, sonra da Rum komşularımıza borçluyum.

İşte, o Rum komşularımızı unutmadım. Bugün de unutmuyorum, her birini şükranla anıyorum. Ama artık onlara borcum yok. Neden mi dersin? Bak onu da anlatayım.

Amasya’ya yerleşmek üzere Edirne’yi terk ettik. Ama savaş bizi terk etmedi. Derken Doğu Cephesi’nde Ermeni ve Gürcülerle savaşlardan da haberler sızıyordu. Zaten biz daha Amasya’ya varmadan, çok kötü olaylar olmuş. Ermeniler isyan etmiş. Kentte büyük bir yangın çıkarmışlar. Daha doğrusu, günahlarını almayayım, yangın nerden çıkmış, kim çıkarmış bilinmez. Ama Ermenilerin üstüne atmışlar işte. Bu arada çok dükkânlar, evler yanmış, kayıplar olmuş. Müslümanlarla Ermeniler arasında derin bir düşmanlık doğmuş. Derken isyan ettiler diye oradaki birçok Ermeniyi öldürmüşler. Tehcir diyorlar, çoğunu da uzaklara sürmüşler. Biz oraya vardığımızda aradan pek az zaman geçmişti. Zaten böyle düşmanlıklar da kolay unutulmuyor. Derken bir gün duyduk ki, bir takım Kürt çeteciler Tehcir’den kalan Ermeni komitacıları temizleyeceğiz diye, geride kalan tek tük Ermenilerin evlerini basıp, günahsız kadınları, çocukları öldürüyormuş. Amasya’ya doğru da yaklaşıyorlarmış. Biz de oturduğumuz evi bir Ermeni’den kiralamıştık. Yakınlarımızda iki ev daha vardı. İkisi de Ermeni evi. Komşularımız anlayacağın. O katliamdan kurtuluşun korkusunu içlerinden atamamış, sessiz, sakin, zararsız insanlardı. Birbirimizden tuz, şeker alıp veriyoruz. Selamlaşıp, sohbet ediyoruz. Hele biri nohutu öylesine ustaca kavurup, kahve yapardı ki, aslından ayırt edemezdin. Sık sık bizi kahveye davet ederdi. Tabii hepsini sarmış bir korku. Tir tir titriyorlarmış.

Şöyle bir düşündüm, onlar biri tek, biri iki çocuklu iki aile. Eder yedi boğaz. Bizde ise giren çıkanın haddi hesabı yok. Zati soğuklara daha çok var. Bizimkiler kurar çadırlarını, onları da yerleştiririm arkadaki iki kerpiç kulübeye. Hemen haber saldım. ‘Buyursun, bize gelsinler. Onları yatıracak yerimiz de var, doyuracak aşımız da... Yarbay Bekir Fuat’la benim evimi basacak olanın alnını karışlarım!’’ Geldiler, kaç zaman birlikte kaldık. Kıllarına dokunulmadı.

Böylece Rumlara olan borcumu Ermenilere ödemiş oldum.

İşte böyle evladım. Gelelim şimdi şu halıya. Aha işte bu halı Edirne’deki evden ayrılırken birlikte alabildiğim tek nesne. Bunda ne var diye sormuştun ya. İyi bak bakalım, o beğenmediğin yırtıklardan sarkan iplikler ne söylüyor bize. Ben söyleyeyim mi sana? ‘Savaş,’ diyor, ‘insanlığı öldürür. Ama insanlık kolay ölmez, bir köşede yaşamaya devam eder.’”

* * *

Bunları anlattıktan sonra halısını armağan ettiği torunun anneannesine bakışı o gün değişti. Aralarında bambaşka bir ilişki doğdu. Torun, o günden sonra malul gazi dikiş makinesinde dikiş dikmeyi, bezik oynamayı, marköz açmayı ve daha birçok başka şeyi ondan öğrendi. Halıya gelince... Büyüdükten sonra onu tamir ettirmedi. Kentten kente, ülkeden ülkeye taşınırken de en nadide eşyaları arasına koymayı ihmal etmedi.