İnsan hakları haftası

Akif Akalın

Blog: Sınıfın Sağlığı

Bugünlerde medyada İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin kabul edilmesinin 70. yıldönümüne ilişkin haberler çıkmaya başladığını fark etmişsinizdir. Hâlâ dünya üzerinde “insan hakları” masalına inanan kalmış mıdır bilmiyorum, fakat insan hakları haftası sayesinde, yılda bir haftalığına da olsa nitelikli filmler izleme şansı bulabildiğimizi itiraf etmeliyim. Ben Komiser Ana’yı izledim. Muhtemelen bu filmi sinemalarda izleme şansım olmayacaktı.

Açıkçası ben daha çok “insan haklarıyla” değil, “emekçi haklarıyla” ilgiliyim. Kapitalistlerin hakları beni pek ilgilendirmiyor. Herkesin hakkı kendisine…

Belki, kapitalistlerin insanlar alemi içinde oldukça küçük, istatistiksel olarak ihmal edilebilir bir oran oluşturmaları nedeniyle (son zamanlarda bu oran yüzde 1 olarak ifade ediliyor), bu kesim görmezden gelinerek, insan haklarından bahsetmek mümkün olabilir. Bunu anlayabilirim. Fakat işçi ile patronu aynı kategoride toplayan hiçbir yaklaşım, ilkesel olarak kabul edilemez.

Diğer yandan insan hakları, kendi yalanınıza inanmak hatasına düşmezseniz, emekçilerin sosyal kurtuluş kavgasında önemli bir yere oturabilir. Bu anlamda elbette İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin varlığı ile yokluğu arasında bir fark yok diyemeyiz. Örneğin Beyanname’nin 25. maddesinde geçen “sağlık hakkı”, biraz dolambaçlı bir şekilde tarif edilmiş olsa da, bugün kapitalist ülkelerde emekçiler için bir mücadele zemini oluşturuyor.

Ancak emekçiler şunu asla aklından çıkartmamalı: Rusya’da emekçiler sağlık hakkını, bu hakkın 1946’da Dünya Sağlık Örgütü anayasasında ve 1948’de İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde yer almasından 30 yıl önce, 1917 Ekim Devrimi ile elde ettiler. Emekçilere sağlık hakkını “batı demokrasileri” değil, “proletarya diktatörlüğü” sağladı.

Yine tarihten biraz nasibini almış herkes, işçilerin ve emekçilerin bugün sahip oldukları haklardan hiçbirini “doğuştan” kazanmadığını, hakların her biri için on yıllarca mücadele etmek, bedeller ödemek zorunda kaldığını çok iyi bilir. Bizzat kendisi mücadele etmemişse de, onun için babası veya dedesi bedelini ödemiştir. Hiçbir hak, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde yazılı olduğu için alınmamıştır.

“Dünya”, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni 70 yıl önce kabul etmiş ve “Herkesin … yiyecek, giyim, konut, tıbbi bakım” hakkı vardır demiş. Demiş de ne olmuş? Bugün, 2018 yılında, dünyada yiyeceğe, giyime, konuta ve tıbbi bakıma erişebilen insan sayısı (elbette dünya nüfusuna oranla), 1948 yılına göre artmış mı?

Daha geçen ay Dünya Sağlık Örgütü, bugün dünya nüfusunun yarısından fazlası sağlık hizmetlerine, on kişiden biri içme suyuna, üç kişiden biri tuvalete erişemiyor demedi mi? Ne oldu? Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik, bir de dönüp baktık ki, 70 yılda bir arpa boyu yol gitmişiz…

Dünya üzerinde bugün, tam da İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde yazdığı gibi, herkesin yiyecek, giyim, konut ve tıbbi bakım hakkına “gerçekten” sahip olduğu tek ülke Küba’dır. Küba’da da emekçiler bu haklarına, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde değil, kendi Anayasalarında yer aldığı için sahipler. Bu haklarından, Küba’da haklarını gasp edecek kapitalist kalmadığı için hala yararlanabiliyorlar.

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde yalnız sağlık hakkı yok, daha başka birçok hak sıralanmış. Fakat diğer hakların durumu da, 17. maddede yer alan kutsal “mülkiyet hakkı” dışında, sağlık hakkından farklı değil. 3. maddede “yaşama hakkı” varmış… Sen onu geçen ay işçi cinayetlerinde yaşamları alınan 154 işçiye ve ailelerine anlat.

Hani bir deyiş vardır: Fala inanma, falsız da kalma. İşte insan hakları da öyle bir şey…