NHKM Fotoğraf Topluluğu: Ankara'nın rantlaşan yüzü

Elazığ'da yaşanan deprem kentlerdeki dayanıksız konutları ve rant için atılan adımları bir kez daha gündeme getirdi. Rant ve deprem tartışmaları sürerken, NHKM Ankara Fotoğraf Topluluğu'nun 'Ankara'nın Rantlaşan Yüzü' adlı çalışmasını okuyucularımızla paylaşıyoruz.

soL - Haber Merkezi

Nâzım Hikmet Kültür Merkezi Ankara Fotoğraf Topluluğu tarafından yapılan ''Ankara'nın Rantlaşan Yüzü'' adlı çalışmayı soL okurlarının ilgisine sunuyoruz.

İşte Ankara'nın rant temelli uğradığı saldırının fotoğraf karelerine yansıyan çarpıcı yönü...

ANKARA'NIN RANTLAŞAN YÜZÜ...

Toplumun en önemli ayak izlerindendir kentler. İnsanların yaşama biçimini, ekonomik, kültürel ve politik tüm tarihçelerini okuyabileceğimiz kitaplara benzerler. Bu nedenle de yaşamımız ve anılarımız üzerinde muazzam bir etkiye sahiptirler.

Bu çalışamada son dönemde giderek artan bir rantlaşmanın eline teslim edilmiş Ankara’nın, hepimizin memnuniyetsiz gözlerle izlediği değişimini ve betonlaşmasını ele alacağız.

Ankara, aslında 16. yüzyıldan 19. yüzyılın ortalarına dek Anadolu’nun önemli üretim merkezlerinden biri olma özelliğini taşıyordu.

Kent halkının emeği olan sofu (sof) denilen yünlü kumaş dünyanın dört bir yanında yoğun talep görmekteydi.

Üretime yönelik bu yaşam biçimi, kentin çağın dönüşümüne ayak uydurmaya gerek olmadan bir imalathane olarak görev görmesine neden olmuş, başkent olana dek de herhangi bir anıtsal - modern mimari örneğine ya da konutlaşmaya ihtiyaç duymamıştır.

Başkent ilan edilmesi ve Cumhuriyet Devrimi sonrası, tüm gözler Anadolu’nun kendi halinde bu kentine yönelmiş, adeta kentselleşme ve modernleşme konusunda genç Cumhuriyet’in rüştünü ispat etme mecrası olmuştur.

1930’ların sonuna kadar devam eden , “Birinci Ulusal Mimarlık Dönemi” ve sonrasında yaşanan “Modernizm” akımları, kent üzerinde yoğun bir etki göstermiştir.

Batı mimarisinin ulus bilincini içerir biçimde uygulanması olarak değerlendirilebilecek bu dönemlerde, kamu yapılarının ve anıtların kütleselliği dahi, yeni kurulan ulus devletin gücünü ortaya koymaya çalışır vaziyetteydi.

Bu dönemde, Başkent’in günümüzdeki şeklinin temellerini oluşturan Lörcher ve Jansen planları kentin kamusal ve sivil altyapısını oluştururken, pek çoğu Hitler Nazizm’inden kaçan Avrupalı mimar da Türkiye’ye gelip eserlerini gerçekleştirmeye imkân bulmuştu.

Jansen planı, o dönem Ankara’nın kent merkezi ve Ankaralıların buluşma noktası olan Ulus’un gelişmesini kapsadığı kadar, kentin ikincil bir merkezi olarak düşünülen ve yönetim işlevlerinin yerine getirileceği Yenişehir diye anılan Kızılay bölgesinin de şekillendirilmesini içeriyordu.

Kentin orta-üst gelir grubunu oluşturan memur ve bürokratlar, kooperatifler kurarak konut ihtiyacını karşılamaya çalışırken, merkezden uzakta kalan yoksul kesim gecekondulaşma ile kentin yayılma alanını genişletiyordu. Gecekondulaşmanın en yoğun olduğu ve başlangıç noktası kabul edilen Mamak, Jansen planında yer almıyor ve dönemin İçişleri Bakanı tarafından “manzarası çirkin, yolları fena bir yer” olarak anılıyordu.

1930’ların sonuna doğru başlayan ve 1950’lere dek süren “II. Ulusal Mimarlık Dönemi” nde ise , artık Cumhuriyet’in kendi gelenekselci mimari tarzı oluşmaya başlıyordu.

Bu döneme kadar mimaride hissedilen “kamusal” etki ve otorite, İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan yoksunluk dönemi ile, 1950’lerden sonra Türkiye’nin politik ve ekonomik yönelimi doğrultusunda giderek azalan bir seyir izlemiş, yapılaşmada kamu yerini özel sektöre bırakmaya başlamıştır.

Böylece apartmanlaşma modeli, günümüzde de devam eden “küçük arazi büyük kar” mantığının temellerini atmış, konut kavramı artık bir sektör haline gelmeye başlamış, “ihtiyaç karşılama” dan ziyade büyük sermaye gruplarının spekülasyon aracı haline gelmiştir.

Kırda nüfus artışı ve tarıma yeni teknolojik araçların girmesi, dengesiz toprak dağılımı, vergilendirme, üretime kota getirilmesi, miras yoluyla parçalanan tarım arazileri nedeniyle artan işsizlik; başta eğitim ve sağlık olmak üzere sosyal ve kültürel ihtiyaçların karşılanamaması veya yetersiz kalması gibi nedenler ve siyasi iktidarlar ile yöneticilerin bu duruma bir çözüm üretmemeleri/ üretememeleri göçün itici güçleri olarak belirginleşmektedir. Ayrıca sanayileşmenin beraberinde getirdiği artan (ucuz) iş gücü ihtiyacını karşılamak amacıyla da, özellikle sanayi kuruluşlarının olduğu şehirlere göçler yoğunlaşmış ve şehir nüfusları hızla artmıştır.

Elbette artan nüfus ve göç, beraberinde barınma ihtiyacını da ortaya çıkarmıştır. Ancak artan nüfusun nerede ve nasıl barınacağı konusunda doğru bir merkezi planlama olmayınca, bu bir sorun haline gelmiş ve bu sorun da beraberinde insanların kendilerini çözüm üretir hale getirmiştir.

Ülkemizde özellikle 1950’ li yıllardan sonra görülmeye başlayan ‘gecekondu’ yapılaşması, bu barınma ihtiyacını kısmen karşılasa da karşımıza hem sağlıksız yaşam alanları hem de çarpık bir kentleşme çıkarmış ve bu her ne kadar bir sorun olarak görülse de, mevcut iktidarlar dönem dönem çıkardıkları ‘imar affı‘ gibi kanunlarla bu sorunu çözmekten uzak kalmış hatta meşrulaşmasını bile sağlamışlardır. Zaman zaman da gerek programlarında gerekse kalkınma planlarında çıkardıkları kanunlarla gecekondu bölgelerini “sağlıklı” hale getirmek için kimi yaklaşımlarda bulunmuşlardır. Bu yaklaşımlar genellikle ‘geliştirme ve ıslah etme’, ‘önleme’ ve ‘boşaltma’ olarak çıkıyor karşımıza. Genellikle “kentsel dönüşüm”, “toplu konut…” gibi tanımlamalarla karşımıza çıkan bu çalışmalar, gecekonduları yıkıp yerine yüksek yapılardan oluşan yeni yerleşim yerleri oluşturmaktan ibaret kalmaktadır. Yani ortada bir ‘iyileştirme, geliştirme, ıslah vs.’ olmayıp, belirli inşaat şirketlerine imara, ranta açılmış hazır arsalar, tabir uygunsa modern gecekondulaşma vardır. Hal bu ki olması gereken mevcut gecekonduların rehabilite edilip, eğer ihtiyaç varsa yeni yapıların uygun araştırma ve çalışmalardan sonra şehrin uygun yerlerine yapılmasıdır.

1960’ların ortalarında çıkacak Kat Mülkiyeti ve Gecekondu kanunları, kamunun bu alandan tamamen çekilmesine ve konutlaşmanın “yap-sat” modeli ile artık özel sektörün ellerine teslim edilmesine yol açmıştır.

Genel nüfus planlaması bu yazının konusu değil ancak şehir nüfuslarının artışının önlenmesi; şehirlere göçün kaynağındaki nedenlerin tespiti ve ortadan kaldırılması ile mümkündür. Şehir hayatı caziptir, köyler ve kasabalar terk mi edilmelidir?

Bugün geldiğimiz noktada ise, gecekondular toplumun zihnine “suç” ve “yoksulluk” bölgeleri olarak işlenmeye çalışılırken, diğer taraftan bu bölgelerden olabildiğince izole yaşamamız için dışına dahi çıkmamıza gerek kalmadan her ihtiyacımızı giderebileceğimiz “güvenlikli” siteler pazarlanmaktadır.

Kendi şehrimizde hapsolabilmemiz ve daha kolay yönetilebilmemiz için.

İnşaat ve gayrimenkul sektörünün sosyal bilimler alanında ayrıntılı bir biçimde ele alındığını söylemek mümkün değildir. Engels’in “Konut sorunu “ adlı öncü çalışması Lefevbre ’in kapitalizmin yeniden üretiminde mekanın rolüne dair katkılarını saymazsak konu araştırma gündemleri arasına girememiştir.

Türkiye’de ise inşaat patlaması son yıllarda çıplak gözle görülebilecek düzeylere ulaşmıştır. Orta ve üstü büyüklükteki herhangi bir şehrin ufuk çizgisini kaplayan vinç sayısı ve “sürekli şantiye” hali söz konusu olguyu gözler önüne sermektedir. İnşaat sektörünün büyüme hızı ve sektörde istihdam edilen işgücü verileri ise durumu açıkça belgelemektedir.

Mevcut iktidar döneminde belirginleşen inşaat yönelimi, neoliberal dönemde tüm dünyada gözlemlenen finansallaşma, bu finansallaşma yoluyla canlandırılan tüketim, kentsel mekânın metalaşması ve kentleşme yoluyla birikim gibi süreçlerin izinden gitmektedir.

İnşaat sektöründe palazlanmanın yolu, büyük oranda arazi tahsisi ve ihale alma aşamalarında edinilen ayrıcalıklı pozisyonlardan geçmektedir. Her iki aşamanın da yasal boşlukları olması ve şeffaflıktan uzak bir yapı sergilemesi sektörü patronaja açık ilişkilenme biçimleri için bulunmaz bir alan haline getirmektedir.

Gayrimenkul yatırım ortaklıkları listesine bakıldığında, bazıları on yıl öncesinde kadar sektörde dahi olmayan şirketler bugün kamu özel ortaklığına dayanan büyük ölçekli projelerde ve TOKİ ihalelerinde de başrol oynamaktadır.

Büyükşehir belediyelerine herhangi bir alanı “kentsel dönüşüm” alanı ilan etme ve böylelikle kentsel alana dair mevcut yasal kısıtları bir tür “olağanüstü hal rejimi” yle baypas etme hakkı veren 2010 tarihli yasal değişiklik de inşaat ve gayrimenkul sektörlerine büyük ölçekli bir teşvik işlevi görmüştür.

Siyasi ve ekonomik rant sağlamak için gözlerini karartmış kapitalist hükümetler, halkın sağlığını ve yaşam koşullarını, kalitesini umursamaksızın kamu arazilerini yağmalama, mevsimsel etkenlerle açıklanamayacak büyüklükte orman yangınları çıkarma gibi birçok yola başvurmaktadır. Bu yollarla boşaltılan arazilerin üzerine rant sağlamak amaçlı cam kaplı gökdelenler, oteller, rezidanslar, avmler, toplu konut projeleri yükseltilmektedir. Çünkü varolan arazilerin herhangi bir iktisadi getirisi olmamakla birlikte yerlerine yapılan muazzam büyüklükteki yapılar kar hırsı ile doğrudan ilintilidir.

Halk konut sahibi olabilmek için yüksek kredi faizleri boğuşurken, ihtiyacın yaklaşık 3 katı alanı rant hırsıyla imara açan/açtıran ve ederinin kat be kat üstüne pazarlayan sistemin kurucuları sermaye babaları, müteahhitler siyasiler karlarına kar katmaktadır. (1)(2)

Kapitalizm öyle bir düzeye ulaşmış o kadar ilerleme kaydetmiş ki büyük gökdelenleri inşaa ederken en yüksek teknolojileri kullanmakta, fakat o gökdelenlerin cam temizliği için kullanılacak herhangi bir teknoloji üretmekte zorlanmaktadır. Çünkü üretilecek olan teknolojinin maliyeti bir işçinin cam temizlemesinden daha ucuz değildir, ya da inşasında çalışan her hangi bir işçinin can güvenliği için üretilen teknoloji o kadar kısıtlıdır ki hemen hemen her inşaatta işçi ölümleri yaşanmaktadır.

Uzmanlar tarafından açıklanan kaynaklara göre şehir merkezindeki gökdelenlerin olduğu bölgelerin sıcaklığı ve ormanlık alanların hissedilen sıcaklığı kıyaslandığında 10 derece farkla gökdelenlerin olduğu bölgelerin daha sıcak olduğu belgelenmiştir. Buna etki eden faktörler arasında beton ve asfalt sıcaklığı olduğu gibi, camın da sıcaklığı yansıtmasının önemi bulunmakta, kış aylarında daha yüksek alanlarda konut sıcaklığı sağlamak için harcanan enerjinin de oluşan ısı adacıkları ile lokal iklimi etkileyerek yağmur ve kar yağışını engellediği bilinmektedir.

Ayrıca cam giydirme gökdelenler yüzeyde ve yüzeye yakın alanlarda türbülans ve plansız yerleşimlerinden dolayı rüzgar tünelleri oluşturmaktadır. Gökdelenler mahallesinin tüm kentin rüzgar rejimini bile etkileyebileceği kabul edilmiştir. Isıtan ve serinleten, hava kirliliğini engelleyen, bize oksijen taşıyan doğal esintilerin yüksek yapılar engeline çarptığı ve kent içi hava akımlarının yönünü etkilediği bilinmektedir. Oysa ki halk sağlığını gözeten modern konutların tasarlanması ve inşa edilmesi hiçte sanıldığı gibi zor  değildir.

Milli mimarlık seminerlerini başlatan Ernst Egli, sıhhatli insanların yetişeceği modern konutu şu şekilde anlatmaktadır;

“İnsan, evinde oturmaktan zevk ve neşe duymalıdır. Evinden, komşularından, sokağından, mahallesinden hoşlanmalıdır. Ancak muayyen bir yerde doğduğundan, yaşadığından, ikamet ettiğinden, muayyen bir şehrin çocuğu ve sakini olduğundan dolayı memnuniyet ve gurur duyan bir insan sıhhatli olabilir. Bunun için muhitinin odasının doğru nispetlerde şekillendirilmiş olması, iyi bir penceresi, bir kapısı, az adette fakat temiz mobilyası olması, hoş bir avlusu, evinin iç açıcı bir şekilde olması, renkler, güneş ve gölge bulunması, yeşilliklerde oturma yerleri, ağaçlar ve nebatlar bulunması lazımdır”.

Ancak bugüne baktığımızda gecekondu mahalleleri, gökdelenler, restore edilmeye çalışılan Ankara kalesi ve çevresi mimari açıdan Ankara’nın nasıl bir bermuda üçgeni içinde olduğunu gösteriyor bize. Türkiye kapitalizminin eseri olan bu üçgenin uçlarına plansızlık, altyapısızlık ve rantlaşma oturuyor. Bir tarafta onca yoksulluk varken yaşamaya çalışanların şehrin çok uzağına bir gecede kondurduğu kırmızı kiremitli küçük evler diğer tarafta gözlerini gökleri delmeye dikmiş parababalarının bir gecede aldığı ihalelerle yapılan aynalı dev gökdelenler duruyor. Bir diğer tarafta da milyon dolarlık pazarlıkların döndüğü restorasyon şirketlerinin pazarı haline gelmiş binyıllık Ankara kalesi.

İnşaat sektöründeki rantlaşma çok geniş bir zamana ve kesime dokunuyor. Göç, kentli nüfusun artışı, siyasi ve ekonomik faktörler, gün geçtikçe Türkiye’nin koskoca bir tüketim toplumu haline gelmesi yani tarım ve hayvancılık gibi üretim ilişkilerinin zayıflatılması bu sektörü fazlasıyla şişmiş büyük bir balon haline getiriyor. Nasıl olduğuna baktığımızda öncelikle küçük evlerde yaşayanların yine bir gecede çıkarılan yasalarla oturdukları yeri yok pahasına şirketlere satmak zorunda kaldıklarını görürüz. Buralara yüksek gökdelenler lüks rezidanslar yapılır. Bunları yapanlar da o küçük evlerde oturanlardan başkası değildir. Yerlerinden yurtlarından sürüldükleri yetmezmiş gibi bir de hiçbir zaman oturmayacakları büyük evlerin büyük inşaatlarında can verenler de onlardır.

İstatistikler inşaat sektörünün en fazla iş kazası yaşanan ve can kaybı olan sektör olduğunu söylüyor. Özellikle AKP iktidarı ile çok büyük bir hıza ulaşan inşaat sektörü iş cinayetlerinin de artmasına yol açtı. Bunda kentsel dönüşüm, tarım alanlarının özelleştirilmesi, bütçede inşaata ayrılan payın kendini kat be kat aşması gibi faktörlerin çok etkili olduğu aşikar. 2003-2017 yılları arasında toplam 1 milyon 678 bin işçi iş kazası geçirdi. Sadece inşaat sektöründe 207 bin 967 işçi hayatını kaybetti.

2019 yılında da durum farklı değil. Kazaların yaşandığı iş yerlerinde çalışan iş güvenliği uzmanlarından ve sendikalardan edinilen bilgilerle oluşturulan rapora göre Türkiye’de, yılın ilk 6 ayında 840 inşaat işçisi geçirdikleri kazalarda hayatlarını kaybetti. Ankara en çok işçi ölümünün yaşandığı 6’ncı il oldu. Başkent’te yılın başından haziran ayı sonuna kadar yaşanan iş kazalarında yaşamını yitirenlerin sayısı 28’i buldu. En çok işçi ölümünün yaşandığı Ocak’ta 9, Şubat’ta 3, Mart’ta 8, Nisan’da 4, Mayıs’ta 2 ve Haziran’da 2 işçi hayatını kaybetti. Daha az sermayeyle daha hızlı ve daha çok rant kazanmak uğruna yapılan yüksek lüks parlak binaların maliyeti bundan çok daha fazladır aslında ama bizim yazımızın sınırlarını aşıyor.

Ankara kalesinin restorasyonu ise rantın bir diğer yüzü. Mimarlar Odası'nın açıklaması, çalışmaların bilimsellikten, tarihten ve restorasyonun amacından ne kadar uzak olduğunu gösteriyor: “Son dönemde Ankara Kalesi ve çevresindeki tadilatlarla kalenin özgün dokusu bozuluyor. Restorasyon işlerinin bilimsellikten uzak, çalakalem yapılmış acemi işi olduğu, özgünlüğü ortadan kaldıran bir noktaya dönüştüğü ortada. Bunun baş sorumlusu Ankara Büyükşehir Belediyesi. Bu konuda Kültür Bakanlığı’ndan ve KUDEM’ den izinler alındığı söylense de, kültürsüzlüğe ve bilim tanımazlığa ortak olanlar yargı önünde hesap verecekler. Ankara Kalesi’ne giriş Erimtan Müzesi’nin yanından 50 santimlik bir yerden sağlanıyor. İşte bu kadar tarihlerine ve değerlerine önem veren yöneticilerle karşı karşıyayız. Kale surlarının özgün dokusunun taşları yerlerde dolaşıyor. Özgün dokusu ve sonradan yapılan duvar arasında çok ciddi farklar var. Bu restorasyon değil, çalakalem koyulmuş bir restorasyon katliamıdır”.

Bir diğer konu da çalışmalar sırasında bulunan tarihi yapıların, ortak kültürel mirasın şirketlere satışa çıkarılması. Bununla ilgili bir haber de şöyle: Ankara Kalesi’nin tarihi surları içinden tarih çıktı. Yüzyıllar önce kilise olduğu ve bazı gezginlerin bu yönde yazılar yazdığı kaydedilerek internetten satışa çıkarılan taş bina için hazırlanan ilanda, “Ankara Kalesi’nin dış duvar aksı üzerine taş bina kilise olarak inşa edilmiş olmasından dolayı Ankara manzaralıdır. Uzun yıllar bu amaçla kilise olarak kullanmıştır. Geniş bir avluya sahiptir. Avlusunda eski Ankara evleri mevcuttur. Restorasyon sırasında bu eski Ankara evleri amaca uygun olarak düzenlenebilir” ifadelerine yer verildi. Tarihsel değeri olan bu büyük eserlerin bu şekilde satışa çıkarılması, ranta dönüştürülmesi, kapitalizmin aymazlığından ve küstahlığından başka bir şey değil.

Uzunca bir süredir yağmaya açılan Ankara’nın en önemli oksijen kaynaklarından AOÇ ve ODTÜ ormanlarının da akıbeti benzer olmuştur. Son olarak AOÇ arazisi TOKİ konutlarının yapılmasıyla gündeme gelmiştir. TCDD’nin Ankara yerleşkesindeki tarihi binalarının Medipol Üniversitesi’ne tahsisi de aynı yağma ve talan düzeninin son marifetlerindendir.

Bütün bunlar kapitalist tüketim anlayışıyla yakından ilişkilidir. Kapitalizmin kent anlayışının özünde ucuz emek ve pahalı pazarlar oluşturmak var. Bunun sonucunda köyden kente göç, ihtiyaç fazlası konutlar, devasa alışveriş merkezleri, bireysel ulaşım araçları kent merkezlerinin ana karakterini oluşturur. İnsanların kendilerini var ettiği geniş meydanlar, parklar, sosyal alanlar daraltılmıştır. İnsan sosyal ve doğal alanlarından uzaklaştırılıp tüketim odaklı AVM'lere hapsedilmiştir.

Gelire veya zenginleşmeye bağlı olarak şekillenmeyen Sosyalist kent planlamasında kentin mekansal niteliğini belirleyen devlet otoritesi, mekansallaşmayı konut ve iş alanlarını beraber işleyerek kent merkezini siyasal, kültürel ve sosyal bir alan olarak tanımlamıştır (Marcuse and Van Kempen 2000).

Sosyalist kent planlamasının özünde tüketim değil üretim ilişkileri vardır. Kent merkezleri sosyal ve ulaşılabilir yaya bölgelerinden oluşur. Toplu taşıma araçlarıyla kent merkezi çevresinde konumlanmış olan diğer yaşam alanlarıyla bağlantılıdır. Örnek olarak Moskova metrosu hem işlevselliği hem dekorasyonu ve iç mimarisi ile başyapıt denebilecek bir yapıdır. Hala tüm topluma hizmet verebilen görkemli bir eserdir. Konutlar her ne kadar soğuk ve büyük kütleler şeklinde tanımlansa da yine bütün halkın yararlandığı santim santim planlanmış sağlıklı ve sağlam binalardır. Yeşil alanları, meydanları, tiyatroları, sosyal alanları kolay ulaşılabilir şekilde tasarlanmıştır. Sovyet ülkeleri mimarisi sadece örnektir. Elbette her kentin kendi ihtiyacını saptaması yaşam alanlarını gelişen teknolojik olanaklara göre insan ve üretim merkezli olarak kurması gerekir.

Son olarak 2013'te 104 yaşında kaybettiğimiz komünist mimar Oskar Niemeyer'le bitirelim. Mimarinin toplumsal alandaki etkisinin sınırlarına işaret eden Niemeyer, “Mimari daima içinde bulunduğu ülkenin teknik ve toplumsal ilerleme düzeyini ifade eder” diyor, sözlerini “Eğer ona ihtiyaç duyduğu insani içeriği kazandırmak istiyorsak, siyasi mücadeleye katılmalıyız” diye sürdürüyordu.


KAYNAKÇA :

Sivil Mimari Bellek Ankara: 1930-1980, Koç Üniversitesi VEKAM, 2017

Ankara 1910-2003, Boyut Yayınları Mimarlık ve Kent Dizisi, Boyut Yayın Grubu, 2003

(1) http://www.hurriyet.com.tr/yerel-haberler/ankara/konut-fazlasi-100-binin...

(2)  https://tr.sputniknews.com/turkiye/201909011040060579-yavas-ankarada-18-...