Hürriyet’in tek yönlü köprüsü

"Hani soruşturma yapmış ya Hürriyet, kocaman kocaman sanat edebiyat insanları tezahüratta bulunmuş ya bu girişime, çok beğenmişler, alkışlamışlar ya. Ha işte, bu şiiri hatırlayın siz. Ve alıntıladığını anlamaktan aciz duayenin suratındaki şamar izini örtün! Ya da boşverin, rendeleyin bakalım parmesanları kitaplara, sermaye ekin sanata, eninde sonunda politikanın “incelmemiş” gerçeğiyle…

Asaf Güven Aksel

Sedat Ergin, Hürriyet gazetesinin genel yayın yönetmeni, o gün bayiden her zamankinden “ağır” bir gazete alıp içinden “düşen” ekle karşılaşanlara, bunun ne olduğunu köşesinden heyecanla müjdeliyordu: Köprü.

Hürriyet’i bilenler, bu zihniyet köprü kurarsa, o sadece tek yönlü çalışır demişlerdir. Topluma doğru gidiş. Güzel, topluma gidişin ne zararı var denildiğinde de, bu gazetenin “taşıyıcılık” misyonu akla gelmiştir.

Peki, kurduğu bu yeni köprüyle bu kez ne taşımayı planlıyor topluma? Kültür. Sanat. Edebiyat.

Hürriyet mi? Bu taşıyacağını söylediği şeylerin sadece magazinden ibaret halleriyle bu yayın grubunda yer bulabildiğini bilenler, meraklanmıştır sanırız.

Ballandırıyor, abartıyor yayın yönetmeni, başka gazetelerin verdiği kitap ekine benzemezmiş bu, hem içinde sanatın diğer dalları olacakmış, hem Türkiye çapında yayılacakmış, hem boru mu bu, her alanda basındaki yeniliklerin öncüsü gazetesinden geliyormuş.

Nereden esmiş dersiniz? Türkiye terör saldırısı altındaymış, ekonomi türbülanstaymış, referandum süreci toplumu kutuplaştırıyormuş. İşte bu kara bulutları kültürle aşabilirmişiz. Yılgınlığa teslim olmayacakmışız da, kötü şeylerden uzaklaşacakmışız!

Sağ olsunlarmış, yıllardır sanat alanına değerli katkılarda bulunan iş dünyası ve kültür kurumları da, bu heyecanını paylaşıyormuş Ergin’in.

Şahane değil mi? Köprüden ne taşınacağı biraz belli oldu gibi. Bir yanda siyaset, toplumsal çalkantı, ekonomi gibi şeyler var, bunların bunaltıcılığından, iş dünyasının destekleriyle sanata, edebiyata kaçacağız da kendimizi kurtaracağız.

Demek bunlar birbirine katışmaz alanlar. İş dünyasının da, sanat ve edebiyatın da böyle kaka şeylerle işi olmaz, onlar, insanlara rahatlama, ferahlama ve ışıklı geceler sunulması için var. Daraldıkça tüyülecek limandır sanat. Azıcık eğlence!

Ergin, ülkenin bu gündemi yüzünden habire kriz haberleri yapıyoruz, halbuki, iyi, güzel şeyler de olduğunu görmüyoruz diyor. Oysa bize politika pisliği bulaşmamış edebiyat gerek, sanat gerek!

İyilikler, güzellikler, politikanın, sınıf kavramının, aydın sorumluluğunun olmadığı yerlerdedir, gerisine lanet olsun, iç sıkıcı!

Köprüden önce son çıkışa dikkat etmeyenler, öncelikle topluma zerk edilecek bu yaklaşımın nasıl işleneceğini görmeye hazır mı? Bakalım.

Ekin başyazarı, çok sürpriz bir isim: Doğan Hızlan. Nereden de akıllarına gelmiş, hayret!

Genel kültür girdisi: Doğan Hızlan deyince, nedense akla gelen ikinci isim Zati Sungur’dur.

İkincisi, ülkemizde en tanınmış illüzyonistti bir zamanlar. Yaptığı sihirbazlık numaraları, zamanla ev eğlencesi derekesinde kalmıştı ama, kendisinden sonra gelenlerin yetişmesindeki payıyla bir “duayen”di.

Doğan Hızlan ise, Zati Sungur kadar bile göz boyama materyali kullanmaya ihtiyaç duymayan ve kültür alanında sergilediği tek bir hüner olmaksızın, bir papyon ve “amiral gemisi”nde çarkçılık avantajıyla elde ettiği “duayen”lik illüzyonu aşılamamış bir doğa harikasıdır. Köprünün başı dedin mi, başka isim düşünülemezdi. Bizzat Hürriyet, kendisinden “kudret simsarı” diye bahsederken hele…

Yazmış başyazıyı Hızlan: “Edebiyat matinelerinin yıldızı kimdi?” Eveeet, taşımacılık firması yola bu başlıktan çıkacak, kontak anahtarı çevrildi. Topluma kültür geliyor, aman dikkat!

50’lerde (Hürriyet okuru sanata dalıp matematiği ihmal etmiştir diye, “nereden baksanız 60 küsur yıl öncesi” diye de eklemiş edebiyat bilirkişisi)  sevdiğiniz yazarları, şairleri öyle her yerde göremezmişsiniz, ancak, matinelere gidermişsiniz.

Güzel konu. Kim bilir, bugün eksikliğini hissettiğimiz ne tartışma konuları, ne entelektüel sohbetler vardı orada değil mi? Yokmuş yahu. Hızlan’ın aklında kalanlar, yakışıklılık, giyim tarzı, ses ve telaffuz.

Attilâ İlhan’mış yıldızı matinelerin, boyunda kaşkol, çerçevesiz gözlükle aşk şiirlerini bir okurmuş, genç kızlar, delikanlılar mest. Özdemir Asaf da “r”leri vurgularmış.

Hey gidi, matine dedik de, eskiden Maksim Gazinosu vardı, Muazzez Abacı bi çıkardı dekolte kostümle, masalar çınlardı filan diye devam edecekken kesilmiş gibi duruyor yazı. Ama anlaşılan, pek de fark yokmuş Hızlan’ın gözünde ve bilincinde… Ve ancak bu gözle bu bilinç yaratır bir hünersiz duayeni…

Tamam, Doğan Hızlan direksiyonu sanatçılara “kaç masan var” diye sorulan “matine”lere kilitledi, şimdi biraz ara gaz…

Ekin ilk yazısı, Mahir Ünsal Eriş’ten. Hakan Bıçakcı’nın “Otel Paranoya”sı. Değişen oda numaralarıyla, çorbasına saç doğrayan kadınlarıyla, kitaplara rendelenen parmesanlarla bir tuhaf otel anlatısı için diyor ki bir yerde: “Kahramanımız, karşılaştıkları acayiplikleri öyle bir bütünsellik içinde algılıyor ki hızla kanıksamaya başlıyor bile denebilir.” Acayiplikleri kanıksatan bütünsellik. Tutar bu dergi eki!

Ama asıl anahtar, kitaplara parmesan rendelemek olsa gerek. Bu “değer katma”, elimizdeki ekle uyumlu… Buraya bir im koyalım lütfen.

Uzatmayalım, kapak konusuna geçelim söz buradan açılmışken.

“Edebiyatımızın yeni yıldızları…” Yani, bunları taşıyoruz topluma, gelecekte de okusunlar diye. Pazarlamacılar kimmiş? Birkaçını sayalım: Doğan Hızlan, Selim İleri, Latife Tekin, Ayfer Tunç, Metin Celâl, Semih Gümüş... Bu kadarına bakınca, pazarlanacak, yani köprüden topluma taşınacak yük de belli oldu mu? Oldu.

İsimleri bilmiyoruz, yazdıklarını okumadık gibi bir gerekçe duraksatabilir mi acaba, adilane davranmak açısından? Belki. Ama kendilerini tanımlamaları? Hadi oraya bakalım.

Ebru Ojen. “Cinsellik, karşı olmak, isyan etmek, saklanmak, küfür, kusmak, bağırmak, kafa tutmak, kan, hiçlik, boğuşma, boşalma, dışlanma, öç, cinsel organlar, dışkı…” gibi konularda yazmayı çok seviyormuş. İlk okuduğu “Justin”in yazarı Marquis de Sade’a tutkun. Yazdıkça kendini çekici hissediyormuş. “Sanki memelerimi açmışım ve bütün bağnazlar üzerime tükürüyor gibi olur…” (Neyse ki bağnaz değiliz!)

Ömür İklim Demir. Haldun Taner Öykü Ödülü’nü vermişler kendisine. “Anlara, anılara, eşyalara, ölüme ve zamana takılıyor”muş konu itibariyle. Gündelik hayatın, küçük meselelerin, insan ruh hallerinin ve absürdün edebiyat konusu olabileceğini Camus ile keşfetmiş… (Cesur biçim hamleleri varmış, ödülü ondandır Haldun Usta!)

Gülfem Pamuk. “Arınma getiren bir meditasyon”muş onun için yazmak. Hukukçu olduğundan bunun edebiyatına yansıması “Hak’ça olanın vicdan yansımaları”na ağırlık vermesiymiş. (Vicdan ve hak’tan hukuken arınma da var mı?)

Orçun Ünal. “Boşluğun, hiçliğin, sessizliğin öyküleri”nde, yalnızlığı, ölümü, pişmanlığı daha çok kişisel bir perspektifle ele alırken giderek toplumsallaşan (“-elbette bireyselliğinden ödün vermeden!-” uyarısı var burada) bir yaklaşıma geçmiş. Şimdi, “insanın, doğanın, tarihin, talihin ve tanrının insana zulmü”nü anlatacakmış. (Kaçın pis zalimler, bizi hep sistem diye kandırdınız!)

Banu Özyürek. Füruzan’la olan uzak akrabalığından, yazarlığına, “acıyı nasıl dik, sulandırmadan, bulandırmadan, cam gibi anlatır” beğenisi aktarılmış. (Eh, Füruzan başka ne yazdı ki!)

Deniz Gezgin. Erillikten uzak, doğurgan, yaratan bir dille yazıyormuş. “İnsan olmakla, yani kapladığımız hacimle, en başından beri duyduğum ağrıyla, meselemin aslıyla ilişkili, yabanıl bir yordamla” diye tanımladığı yazarlığını, “toplumla kuşatılmışlığa, dille mühürlenmiş söylencelere, günah keçilerine ve sus birliğine dair” eserle dışavurmuş. (Toplum kuşatmasını yaracakken tam, bak sen Hürriyet’in yaptığına, topluma ulaştırıyor!)

Eyüp Aygün Taysir. Yazmaya başlayınca zihni ve bedeni normal zamanlarda algıladığı çevreyle ilişkisini kesip, kendi yarattığı dünyaya yolculuk ediyormuş. (Ne hoş, zaten o normal gerçek dünya çok kötü!)

Güney Ulutaş. Sıranın zihniyet devrimini anlatmaya geldiğini, bunun nehir romanını yazacağını söylüyor. “Dünyanın en önemli meselesi, küresel ısınma” diyebilecek kadar derin. Dünyayı siyasetçiler değil bilimadamları yönetmeliymiş, yoksa üzerinde “sanat yapacakları” bir dünya kalmayacakmış. (Hmm, fena distopya değil. Yani öyle bir dünya kalmaması!)

Oylum Yılmaz. Geleceğin yazarları içinde, dünyayı değiştirmek için yazan, “yoksa niye yazayım ki” diyen bir devrimci olarak göze çarpıyor. Yazdıklarıyla dünyanın ne yönde değişmesini istediği önce belirsizse de, “edebiyat, dilin ve dünyanın gerçekliğini de bozan güçlü bir araç. Kendiliğinden muhalif, politik ve büyülü” deyince, sanki biraz belirginleşiyor. (Değişmese mi?)

Sıkıldınız mı? Bizim kadar olamaz. Hızla bitirelim, geri kalan sayfalarda dikkat çekecek tek yönün, bankasından bilmem ne holdingine sanat aşkıyla çark çevirenlerin verdikleri reklamlar olduğunu söyleyip geçerek.

Şimdi tersten bir soru. Siz köprüyü kurdunuz, bunları topluma taşıyacaksınız, anlaşıldı da, birincisi, bakalım onların oraya gidesi var mı? “Dış dünyanın, toplumun, siyasetin” filan boğuculuğundan kaçıp bireyselliğin dilini kurmaya çalışanlara bu ne zulüm?

Düzden bir soru. Yahu, hani daraltan, bunaltan, dış dünyaydı, siyasetti, ekonomiydi de, neşeli çayırlara çıkacaktık edebiyatla, aha bunlar da kasvet boca ediyor üstümüze, yalancılar! Distopyalar, melankoliler, acılar, dışkılar, ölüm, cinai fanteziler, insandan kaçışlar… Nedir iyi yönleri, bunlarla barışıklığı öğretmeleri mi?

Bir ters bir düz soru. Sizin edebiyattan anladığınız, yaşananlardan kaçış ya da yaşananları estetize ederek saklanış mı? O zaman, bu içimizi sıkan öbür şeylerden kurtulmak yerine, kabullenmeyi damara zerk edip bağışıklık kazandırmak mı derdiniz?

Hürriyet köprü kurmuş, toplumla sanatı edebiyatı buluşturacakmış. Tek yönlü köprüler ve taşımacılık ustası Hürriyet, sen bu eki ve pazarlamacılığını al da… Doğan Hızlan’a okut.

Bak ne aktarmış Behçet Necatigil’in “Edebiyat Matinesi” adlı şiirinden: “Okudunuz / Bittiğine memnun / Anlamamış / Bozuk paralar gibi düşer önümüze / Alkış.”

Hani soruşturma yapmış ya Hürriyet, kocaman kocaman sanat edebiyat insanları tezahüratta bulunmuş ya bu girişime, çok beğenmişler, alkışlamışlar  ya. Ha işte, bu şiiri hatırlayın siz. Ve alıntıladığını anlamaktan aciz duayenin suratındaki şamar izini örtün!

Ya da boşverin, rendeleyin bakalım parmesanları kitaplara, sermaye ekin sanata, eninde sonunda politikanın “incelmemiş” gerçeğiyle yüzleşmekten kaçışınız var mı, göreceğiz…