Ece Temelkuran siyaset otobanından kaçmayı öneriyor (Ahmet Şahin)

-

Ece Temelkuran’ın 06 Mart 2012 günü sendika.org’da bir yazısı yayınlandı. (http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=43448) Temelkuran bu yazıda Tunus’ta iktidarı alan İslamcı partiyle AKP’nin benzer bir söyleme ve iktidar stratejisine sahip olduklarına dikkat çekiyor. Buna göre AKP’nin al-Nahda ile benzer olan söylemi, dini referanslar ile demokrasi şampiyonluğunun iç içe geçtiği, mağduriyet edebiyatından vazgeçmeyen ama aynı zamanda saldırgan bir söylem. AKP sürekli geçmişte çok ezilen bir geleneğin temsilcisi olduğunu iddia ediyor. Öyle ki bu ülkede asıl baskıya uğrayan, örgütlenmeleri yasal ve yasadışı her türlü yolla önlenmeye çalışılan, idam sehpalarına gönderilen, önü ancak kanlı darbelerle kesilebilen sosyalistler değil, dinci gericilerdir. AKP tarihi yeniden yazıyor. Bir taraftan dini referansları öne çıkararak toplumun çoğunluğunun benimsediği Sünni İslam’ın meşruiyetini arkasına alırken, bir taraftan da kendisini bir şekilde eleştiren herkesi eskiye dönmek isteyen, anti-demokrat ve ordunun siyaset üzerinde egemen olmasını savunan Kemalistler konumuna düşürüyor. Yazarın, biraz da kendi terminolojim ve vurgularımla anlattığım betimlemesinin özü bu ve bunda genel hatlarıyla itiraz edilebilecek bir şey yok. Ama Temelkuran bu söylemin asla başedilemeyecek, adeta dâhice bir söylem olduğunu düşünüyor. Muhalefetin geçen 10 yılda bu söylem karşısında çaresiz kaldığını, benzer bir durumda kalan Tunus muhalefeti için kullandığı benzetmeyi kullanırsak, “siyaset otobanının tam ortasında, otomobil farına yakalanan geyikler gibi kalakaldığını” söylüyor. Temelkuran’a göre bu söyleme karşı etkili bir söylem üretmek imkânsızdır. “ Halkın çoğunluğunun Sünni Müslüman olduğu bir ülkede, laik ve dindar saflaşması etkesindeki bir tartışma, sadece Sünni Müslümanların hayatta kalabileceği bir çıkmaz sokaktır.” “Muhalefet, yani laik, modern, batılılaşmış üst orta ve orta sınıflar,” diyor yazar, “başbakan ne zaman dine atıf yapan bir beyanda bulunsa dehşete kapılıyorlardı. Başörtüsünden ya da çocukların gittiği kuran kurslarından her söz edilişinde, batılılaşmış ve laik bir devlete duyulan tutkulu Kemalist özlemler biraz daha harlanıyordu.” Ve tartışmaları laiklik konusuna sıkıştıran AKP, bu çok güçlü olduğu alanda tam bir zafer elde etti. Bu durumda otobanın ortasında fara yakalanmış geyik gibi kalmamak için yapılması gereken, bu netameli alandan hızla çıkmaktır. AKP’nin rahatça ilerlediği alanda tutunmaya çalışmak yerine, onun önünden kaçıp, kendini boşu boşuna dövdürmeyip, AKP söyleminin yumuşak karnı aranmalıdır. Bu yumuşak karın ise emek gündemleridir. Toplumsal muhalefet, söylemini sosyal adalet üzerine kurmalı, sosyal haklar için, başka bir deyişle güncel iktisadi talepler uğrunda mücadele edilmelidir. Bu AKP’nin karşılayamayacağı bir saldırıdır. AKP’nin yaptığını biz yapmalı, savaşı kendi istediğimiz alana, güçlü olduğumuz alana, zaten kategorik olarak bize ait olan alana çekmeliyiz. Yazarın AKP döneminde “aslında muhalefeti tüketmeyen” muhalefet hareketlerine verdiği örneklerden biri, solcularla Siyasal İslamcıların ortaklaşa Conrad’ın önünde oruç açmaları. Temelkuran’a göre bu da mücadeleyi sosyal adalet üzerine kurmanın bir yolu. Önemli olan da budur. “Bunu dini çağrışımlarla harmanlayıp harmanlamayacağınız ise doğal olarak size kalmış.” Yani icabında dini bile kullanmalıyız. AKP’nin tüm tartışmayı laiklik konusuna, daha doğrusu laiklik diye özetlenen birkaç konuya sıkıştırdığı, Kemalist muhalefetin de buna izin verdiği ve bunun AKP’yi avantajlı kıldığı elbette doğru. Ama yazarın yaptığı ilk hata AKP’ye karşı olan muhalefeti yalnızca bundan ibaret görmesidir. Kemalist ya da ulusalcı denilen kesimin kendi içinde, kırk yıllık düzen kadroları olan sağcılardan, zaten çok önceden devletten dışlanmış bulunan ama toplumda hala belirli mevzileri tutabilen sol Kemalistlere kadar çok çeşitli kesimler yer alıyordu. “Ve bu muhalefeti laik, modern, batılılaşmış üst orta ve orta sınıflar” diye tanımlayıvermek, AKP’nin egemen kılmaya çalıştığı çerçeveyi kabullenmek anlamına geliyor. Ayrıca bu, AKP’ye karşı mücadele veren -yazarın önerdiği şekilde değil- sosyalistleri de gözardı etmek oluyor. Daha büyük sorun ise yazarın, bu ülkenin aydınlanmacı birikimine duyduğu sıfırın altındaki güven. Laiklik mücadelesi neden mutlaka bir çıkmaz sokak olsun? Yazar buna nüfusun çoğunluğunun Sünni Müslüman olması dışında bir gerekçe göstermiyor. Örneğin Hıristiyan ülkelerde laiklik mücadelesi başarıya ulaşabilir mi? Müslümanlığın ya da Türkiye’nin bu açıdan bir özgünlüğü mü vardır? İktidarın toplumsal yaşamda dini kuralları egemen kılmaya yönelik adımlarıyla dehşete düşenlerin yalnızca üst orta sınıflar olduğunu sanmak, bu ülkeyi tanımamaktır. Türkiye’de hatırı sayılır bir aydınlanmacı birikim vardır. Emekçi kitleler arasında da laikliği savunan geniş bir kesim vardır. En azından alevilerin çoğunun yoksul olduğu herhalde inkâr edilemez. En önemli sorun ise şu: Ece Temelkuran’ın önerisi açıkça “laikliği güverteden atalım” demek oluyor. Bu, açıkça sinikliğin, kaçak dövüşmenin siyaset yapma yöntemi olarak önerilmesidir. Yılgınlığın ifadesidir. AKP’nin projektörü altında paralize olanın yalnızca Kemalistler olmadığı anlaşılıyor. Tartışmayı kendi istediğiniz alana çekmek ve iktidarın zayıf noktalarına yüklenmek elbette anlaşılır bir şey. Kaldı ki düzenin tüm aktörlerinin el birliğiyle siyasal yaşamdan dışlamaya çalıştığı işçi sınıfını görünür kılmak, mutlaka yerine getirilmesi gereken bir görevdir. Ama bu, sizi zorlayan her tartışmadan kafanıza göre kaçabileceğiniz anlamına gelmez. Beğenmediğiniz her tartışmanın üzerinden atlayamazsınız. Din gibi önemli ve merkezi bir konu, keyfi bir tercihle bir kenara bırakılamaz. Laiklik atıp da kurtulunacak bir safra, bir ayakbağı değildir. Bütünselliği bu kadar gözardı ederek siyaset yapılamaz. Yazar kategorik olarak işçi sınıfına ait olan ve olmayan gündemler arasında bir ayrıma gidiyor. Buna göre sosyalistler aydınlanmacılığa merkezi bir yer vererek siyaset yapamaz. O bizim işimiz değil. Oysa Marksizm aydınlanmanın çocuklarından biridir ve marksistler tarih boyunca aydınlanmacılığı taşıyagelmişlerdir. Ece Temelkuran her şeyi söylemden ibaret görüyor. Yanılgılarının temelinde böyle bir yöntemsel sorunun bulunduğunu düşünüyorum. Bu, akademik camiada oldukça yaygın ve kesinlikle anti marksist anlayışa göre, ideolojiler alanı serbestçe uçuşan ve tamamen nötr olan şekillenmelerden oluşur. Bu ideolojik şekilenmeler ancak belirli bir söylem içinde anlamlandırıldığında, bir kurgu içinde yer bulduğunda bazı anlamlarla yüklenir. Siyasette belirleyici ve önemli olan nasıl bir söylemin oluşturulduğudur. Söylem oluşturulurken aşağı yukarı sınırsız bir özgürlükten yararlanılabilir. Örneğin dini inançlar kapitalizmin lehine çalışabileceği gibi içine yerleştirildiği söyleme bağlı olarak anti-kapitalist bir amaca da hizmet edebilir. Tüm kurumsallığından, tarihinden, kaynaklandığı üretim ilişkilerinden ve sınıflar mücadelesinden bağımsız olarak anti-kapitalist bir söylemin içerisine yerleştirilebilir. “Bu ise, muhalefeti sosyal haklar meselesi üzerinden inşa etmektir. Bunu dinsel çağrışımlarla harmanlayıp harmanlamayacağınızsa doğal olarak size kalmıştır.” Tamamen özgürsünüz, ıspanağınıza yoğurt alıp almamaya karar verir gibi, anti-kapitalist söyleminize dini çağrışımlar katıp katmamaya karar veriyorsunuz. AKP merkezi siyasal başlıklarda güçlüdür. Öyleyse o alanı boşaltalım. Aydınlanma zaten zengin işi. Ancak burada şöyle bir çelişki var: İdeolojik şekillenmeler genel olarak nötr kabul ediliyor. Öyle ki dini çağrışımlara söyleminizde yer verip vermemeniz sizi nesnel olarak hiç bir yere düşürmüyor. O konuda özgürsünüz. Ama sosyal adalete ilişkin konularda kendinden menkul bir keramet var. O başlıklar sanki doğalından solcu. Ece Temelkuran’ın önerisi daha en baştan başarısızlığa mahkûmdur. Merkezi siyasal başlıklarda hegemonyasını kurmuş bir AKP’yi o başlıklarda da geriletmeden küçük hak mücadeleleriyle yıpratmak olanaksız. İdeolojik mücadele bir bütünlük arzetmek zorundadır. Ama yazar her şeyi söylemden ibaret gördüğü için yalnızca AKP’yi söylem analizine tabi tutmayı yeterli görüyor. Örneğin Kemalist ya da genel olarak düzen içi muhalefetin AKP’ye karşı neden bu kadar başarısız olduğu sorusunu yanıtlamak için, çünkü söylemleri şöyleydi türünden bir açıklamayı yeterli görüyor. Oysa bu çapta bir siyasal olayı açıklayabilmek için yalnızca söylem analizi yeterli olamaz. Söylem analizi ancak daha bütünlüklü bir çerçevenin içerisine yerleştirildiğinde yararlı olabilir. AKP’nin zaferini sağlayan söyleminin rakipsizliğinden çok, Türkiye burjuvazisinin eski dönemin ihtiyaçlarına göre şekillenmiş devlet yapılanmasını, resmi ideolojisini, kadro profilini vs. değiştirme ihtiyacı içinde olması ve AKP’nin bu döneme bütünlüklü, altı iyi doldurulmuş bir projeyle ve bunu uygulayacak kadro birikimi ve ideolojik araçlarla girmesiydi. Düzenin eski kadroları bu mücadeleyi kaybettiler, çünkü zaten altlarındaki zemin nesnel olarak çekiliyordu. Türkiye kapitalizminin geçirmekte olduğu yapısal dönüşümü analizinin eksenine koymayan hiç bir muhalif girişimin başarı şansı bulunmuyor. Temelkuran otobanda fara yakalanmamak için siyaset otobanından kaçmayı öneriyor. Lenin’den neredeyse 100 yıl sonra sol içinde hala bunların tartışılıyor olması ilginç. Ne Yapmalı’da ortaya konulan şuydu: Merkezi siyasetten kaçarak hiç bir şey yapamazsınız. Dünya tarihinde yalnızca emek gündemleri üzerinden gerçekleşen steril bir devrim yoktur. Merkezi sorunlardan kaçıp emek gündemlerine çekilmek steril ve siyasal bakımdan risksiz bir devrimcilik sağlamaz. Bu sendikalizmden başka bir şey değildir. Sonuç: Ece temelkuran’ın yöntemi anti-marksisttir. Analizleri söylem analiziyle sınırlı, dolayısıyla sığdır. Marksist yöntemi benimseyen biri asla otobandaki geyik olmaz. O sevimli hayvanların gece aniden gelen ışık karşısında felç olmalarının nedeni, far ışığına dair hiç bir şey bilmemeleridir. Ne yapacaklarını bilmezler. Milyonlarca yıllık evrimin onlara öğrettiği mesela aslandan nasıl kaçılacağıdır. Işığa karşı ne yapılacağını bilmezler. Kafalarındaki soyutlama çerçevesi onu içermez. Marksistler ise herhangi bir ışıkla kolay kolay şaşırmazlar. Karşılarındakinin ne olduğunu söylem analizinin ötesine geçerek değerlendirecek düşünsel araçlara sahiptirler. İktidarın gücünden gözleri yıldı diye daha kolay kavgalar aramak gibi çocukça çözümler önermezler. Not: Dinin sosyalist mücadelede olumlu bir işlev üstlenip üstlenemeyeceği tartışmasında olumlu yanıtı benimseyenler genellikle Latin Amerika ülkelerindeki solcu Hıristiyan hareketlerini örnek verirler. Türkiye için bu örneğin bir anlamı yoktur. Dini motifler ancak çok özel tarihsel koşullarda ve belirli bir kırılmaya uğrayarak eşitlik ve özgürlük mücadelesinde olumlu bir yer bulabilirler. Bu bizim tercihlerimize bağlı ve yalnızca söyleme ilişkin bir konu değildir. Türkiye’de sosyalizan bir İslami hareket yok. Bizde dini ideolojinin düzen ile kurduğu bağlar çok daha tarihsel ve güçlüdür. Yarın bir İslami Sosyalizm hareketi bizim coğrafyamızda da gelişirse ve gerçekten düzen dışı bir güç haline gelirse sosyalistler açısından bir ittifak unsuru olabilir. Ama şu an için bu spekülasyondan başka bir şey değildir. Böyle bir hareketin izi bile yokken bari elde olanla ittifak kuralım mantığını ise anlamıyorum. Türkiye solcusu artık kendi dışındaki unsurlara olmayacak olumluluklar atfederek dağda taşta ittifak unsuru görmeyi bırakmak zorunda. Bu hayalin nesnesi kimileri için milliyetçiler oluyor, kimileri için AKP, kimileri için başka bir şey. Ama hepsinin paylaştığı temel sorun aynı: Kendine ve yöntemine güvensizlik, sosyalizmin gerçek bir seçenek olarak görülmemesi. Sercan Kabakcı