Bir Kıyam ve Kıyım Günü Olarak Sivas Katliamı (Demet PARLAK)

On sekiz yıldır görülmeye devam eden Sivas Katliamı davası, 13 Mart 2012 tarihinde Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararıyla zaman aşımına uğradı. 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas'taki Madımak Oteli'nde 35 kişinin yakılarak öldürüldüğü katliamın ardından gözaltına alınanlara "laik anayasal düzeni değiştirip din devleti kurmaya kalkışma" suçundan dava açılmıştı. Söz konusu suç tanımında zaman aşımı on beş yıl olması nedeniyle Toplumsal Bellek Platformunun girişimleriyle suçun, zaman aşımı süresi olmayan “insanlık suçu” kapsamına alınması talep edilmekteydi.

Bu noktada söz konusu katliamı anlayabilmek için biraz geri gidelim.

Bilindiği gibi Birinci Cumhuriyet, devletle dinin birbirini besleyen ilişkiler ağını ortadan kaldırmak için Batı’dan iktibas edilen laiklik doktrinini halka empoze etmeyi tercih etmiş fakat tarikatları, tekkeleri yaşatan sosyal yapıyı ve bu yapının gerçekleştirdiği geleneksel dini kimliği, özellikle Sünni İslam’a müdahale etmeyerek var olan yapıları devşirme yoluna gitmiştir. Bu durum gelecek kuşaklara çelişkili ve reaksiyoner bir toplumsal ortam bırakmıştır. Çok partili hayata geçişle beraber bu tepkisel, sosyal yapıdan beslenen merkez siyasi partiler dini topluluklara siyasi otorite üzerinde denetim işlevi kazandırdığı gibi baskı grubu niteliği de sağlamıştır.

Soğuk Savaş döneminde (1950-90) ılımlı ya da radikal her türlü İslami harekete anti-komünist olmak koşuluyla sınırsız destek sağlayan Amerika menşeli Yeşil Kuşak projesinin bir parçası olan Türkiye’nin esas olarak 1980 darbesiyle laiklik ve demokrasi anlayışında ciddi sapmalar ortaya çıkmıştır. Birinci Cumhuriyet, 1983 yılında Beşinci Beş Yıllık Kalkınma Planı dâhilinde Devlet Planlama Teşkilatı tarafından hazırlanan Milli Kültür raporuyla sistematikleştirilen Türk-İslam sentezi doğrultusunda varlığı tehlikeye düşen Türk’e cesur bir hamle ve imanlı bir hareket alanı tanımlanarak bireylere meşru tepki alanı olarak yalnızca milliyetçi ve dini alanı bırakmıştır. Böylelikle kamusal ve siyasal alanı daraltan devlet karşısındakinin milliyetçiliğini, Müslümanlığını, ahlâkını beğenmediği için saldıran, kınayan ve hatta öldüren kişilere haklı bir zemin yaratmıştır.

Yukarıda da değinildiği gibi NATO’ya üyeliğiyle birlikte Türkiye “komünizm tehlikesine” karşı İslamcı, muhafazakâr, milliyetçi ve faşist güçleri destekleyerek Soğuk Savaş dönemine entegre olmuştur. Birinci Cumhuriyetin kurucu güçlerinin benimsediği Soğuk Savaş döneminin anti-komünist siyaseti, siyasal İslam’ı geliştirmiş ve yaygınlaştırmıştır. Bu bağlamda, siyasal İslam 1950’den itibaren emperyalizm destekçisi ve anti-komünist bir nitelik taşır. Aynı zamanda, bu dönem sokak gücü olarak kullanılan gerici, İslamcı, muhafazakâr güçler Soğuk Savaş sonrası yıllarda da toplumsal ve siyasal alandaki etkilerini kuvvetlendirmişlerdir. Bu bağlamda İslamcı-milliyetçi güçlerin etkisi 1990’lı yıllarda Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı’nın katledilişinde ve Sivas Katliamı’nda gözler önüne serilmiştir.

2 Temmuz’a Doğru Sivas ve Pir Sultanı Anma Etkinlikleri
Sivas’ın Banaz köyünde doğan, yaşayan ve yine Sivas’ta asılan ozan Pir Sultan Abdal’ı anmak için Pir Sultan Abdal Derneği üç yıldır Banaz’da düzenlenen festivallerin dördüncüsünü Temmuz 1993’te Valiliğin desteğiyle iki gününü il merkezinde, iki gününü de Banaz köyünde kutlamayı kararlaştırmıştır. Köylerinde ciddi oranda Alevi nüfusu barındırmasına karşın merkez nüfusu ağırlıklı olarak muhafazakâr Sünni kesimlerden oluşan Sivas’ta ve yükselen İslamcı-milliyeçi güçlere rağmen programı düzenleyen laik, sosyal demokrat ve Alevi kesimler cesareti daha çok iktidar ortağı olan Sosyal Demokrat Halkçı Parti’den almıştır. Bilindiği gibi 12 Eylül’ün ardından kamusal alandan çekilen ve siyasi temsil sorunu yaşayan sol kitleler özelde sosyal demokratlar DYP-SHP koalisyonu sayesinde politik alana katılabilmiş hatta siyasi otorite içerisinde söz sahibi olmuştur. Bu ortaklık hükümette dolayısıyla devlette yeni kadroları, örgütlenmeleri ve atamaları mümkün kılarken Sivas’ta da yeni atamalara neden olmuştur. Sivas valiliğe 21.02.1993’te demokrat kişiliğiyle tanınan Ahmet Karabilgin ve İl Kültür Müdürlüğü’ne ise dönemin kültür bakanı SHP’li Fikri Sağlar’ın girişimiyle Mehmet Talay atanmıştır. Öte yandan, 1992 yılındaki yerel seçimlerde, Sivas’ta halkın büyük çoğunluğu Refah Partisi’ne verdikleri oylarla politik tavrını ortaya koymuş ve belediye başkanlığı’na Temel Karamollaoğlu’nu seçmiştir. Hükümet ortağı SHP’yi destekleyen kesimler Vali Karabilgin’in, muhafazakâr çoğunluk ise Belediye Başkanı Karamollaoğlu’nun varlığında sembolleşmiştir. Bahsi geçen bu politik zemin ilerici-gerici, sağ-sol, laik-antilaik, Alevi-Sünni şeklindeki düalist yapının tüm boyutlarıyla sergilendiği bir coğrafya olarak demokrasi tarihinde bir dönüm noktası olan Sivas katliamına gebe olmuştur.

Paneller, söyleşiler, gösteriler, konserler biçiminde çok yönlü olarak hazırlanan festival programı dâhilinde ve Vali Karabilgin’in davetlisi olarak ‘Şeytan Ayetleri’ tartışması doğrultusunda sözleri, düşünceleri ve davranışlarıyla dinci gerici çevrelerce hedef haline gelen Aziz Nesin ve çok sayıda ünlü yazar, sanatçı, entelektüel 30 Haziran günü Sivas’a gelmek üzere Ankara’dan yola çıkmıştır.

İslam’a ve Allah’a hakaret ettiğine inandıkları Aziz Nesin‘in Sivas’a geleceği haberini alan ve kendilerini şeriatın savunucuları ilan eden kesimler, Nesin’in gelişinden önce “Müslüman Kamuoyu’na” başlıklı ve Müslümanlar imzalı bir bildiriyle halkı birlik olmaya çağırmıştır.

1 Temmuz günü şenlikler, Sivas Kültür Merkezi’nin konferans salonunda Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Başkanı Murtaza Demir’in açılış konuşmasıyla başlamıştır. Demir’den sonra kürsüye çıkan Vali Karabilgin yaptığı kısa konuşmadan sonra sözü Aziz Nesin’e bırakmıştır. Nesin, Türkiye’deki ağır siyasi baskılardan dolayı dört yüz yıllık Pir Sultan’ın ancak dördüncü kutlama töreni olabileceğini belirterek, Pir Sultan’ın bugüne dahi hitap edebilen büyük bir şair olmasını güçlü propaganda yeteneğine ve kavgacı karakterine bağlamış aynı konuşmada kendisinin dinsel inançlara karşı ve dinsiz olduğunu, Alevilik taraftarı olmadığını, ancak bütün inanmışlara ve Alevilerin Türkiye’de hep muhalefette olmasından dolayı her zaman hoşgörü ve uzlaşmadan yana oldukları için Alevilere biraz daha fazla saygılı olduğunu ileri sürmüştür. Nesin, “Pir Sultan bir kişi değildir, Türk halkının büyük çoğunluğudur. Pir Sultan’ı aynen yenilemenin yeri tarih dersidir bizim yapmamız gereken onun felsefesi doğrultusunda yenilikler ve atılımlar yapmak, Pir Sultan’ı çağcıllaştırmaktır. Yoksa biz gene biz oluruz, yüzde altmış mı, yüzde doksan mı aptal oluruz, belli olmaz.”sözleriyle konuşmasını tamamlamıştır.

2 Temmuz Cuma günü Paşa Camii’nden, Cuma namazını kıldıktan sonra çıkan yaklaşık bin kişi, Hükümet Konağı’na doğru ilerlemiş ‘Vali İstifa’, ‘Zafer İslam’ın’, ‘Şeytan Aziz’ gibi sloganlarla konağı taşlamaya başlamışlardır. Kısa bir süre içinde sayıları üç bine yaklaşan topluluk, etkinliklerin devam ettiği ve bin beş yüz kadar seyircinin bulunduğu kültür merkezinin önüne gelmiş, bir gün önce dikilen Pir Sultan anıtını tahrip ettikten sonra kültür merkezindeki grupla çatışmaya girmiştir. İlerleyen saatlerle birlikte yaklaşık on beş bin kişiye ulaşan topluluk, ‘Sivas laiklere mezar olacak, Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu, Sivas’ta yıkılacak’ sloganları eşliğinde şenliklere katılmak için gelenlerin konakladığı Madımak Otel’inin önünde toplanarak otelin önündeki araçları ateşe vermiştir. Sekiz saat süren taşlı, sopalı saldırılar ve öfkeli sloganlarla başlayıp alevlere dönüşen olaylar otuz yedi kişinin yaşamını yitirmesi elli bir kişinin de yaralanmasıyla sonuçlanmıştır.

Birçok yazar, aydın, sanatçının yaşamını yitirdiği Sivas Katliamı’nın ardından Demirel’in “devlet güçleriyle ‘halkı’ karşı karşıya getirmeyin” çağrısındaki ‘halk’ sözcüğü, dini ve milli duygularla toplumsal bir reflekste bulunma hakkına sahip olan halkla eş anlamlı olduğu açıktır. Dönemin başbakanı Tansu Çiller ise “Sivas’ta üzücü olaylar olmuştur. Devlet oradadır. (…) Otelin etrafını saran vatandaşlarımıza hiçbir biçimde zarar gelmemiştir. Dolayısıyla olay, bir otelin yanması ve içindeki vatandaşlarımızın ölmesiyle ortaya çıkmıştır. Aziz Nesin’in oradaki konuşmasından sonra, gazetelere yansıyan haberlerden, halkın tahrik içerisinde olduğu anlaşılmaktadır.”şeklinde demeç vermiştir. Yaşananların ardından Vali Ahmet Karabilgin ile İl Kültür Müdürü Mehmet Talay görevden alınmış ve Başbakan Yardımcısı SHP Genel Başkanı Erdal İnönü ise istifa etmiştir.

Sivas Katliamı’na kadar geçen sürede yükselişte olan sosyal demokrat SHP, iktidar ortağı olmasına rağmen, olaylar sırasında ve sonrasında iradesini sergileyemeyerek, çok ağır bir darbe almıştır. Bugünde sosyal demokrat geleneğin mirasçısı olduğunu ifade eden CHP, Sivas Katliam’ının hesabını sorabilecek toplumsal ve siyasal iradeyi sergilemekten acizdir.

Bilinçsiz kalabalığın içinde olmanın vermiş olduğu rahatlıkla, ayaklanan ve cinayete iştirak eden kitlelerin eylemliliğini toplumsal refleks, Aziz Nesin’i ise provokatör olarak değerlendiren Birinci Cumhuriyet, olaylardan sonra ‘Şanlı Sivas Kıyamı’ başlıklı yazısında radikal Taraf dergisinin ‘Arayan Mevla’sını da bulur, belasını da’ atasözüne ve etki-tepki kanununa dayanarak haklılaştırdığı düşüncesiyle paralel bir tavır sergilemiştir. Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi’ndeki davayı ‘Bir Sivas Oyunu Oynanıyor’ şeklinde isimlendiren ve olaylardan yaralı olarak kurtulan Aziz Nesin, kendisini şikâyetçi olarak çağıran İstanbul Başsavcısı’nın kimden şikâyetçisiniz sorusuna “Atatürk’ün ölümünden sonraki bütün hükümetler, şimdiki hükümete dek, derece derece, suçları artarak suçludurlar. En sonuncusu, en suçludur. Hepsinden şikâyetçiyim.”cevabını vermiştir.

‘Milli refleks’ teziyle açıklanan ve meşru müdafaa zemininde haklılaştırılan saldırıları devletle, laik düzenle ve mezhep ayrılıklarıyla ilgisiz bulan yargı suçu Aziz Nesin’de bularak kendisinden beklenen sorumluluğunu yerine getirmemiştir. Sivas Katliamı’nda sosyo-ekonomik gelişmelerin gerisinde kalmış olmanın verdiği bir öfkeyi Aziz Nesin’in figüranlığında yanlış yöne kanalize eden kitle, yaşananların ardından tahrikçilerin, serserilerin, sarhoşların varlığını kanıtlamaya çalışarak sorumluluktan kurtulmaya, tüm olanları unutturmaya çalışmıştır. Toplumsal hafızanın zayıflaması neticesinde hızlı kapitalistleşme ve modernleşme cemaat yapılarını derinleştirmiş, özellikle de mobilizasyonu kolay olan genç nüfus üzerinde bireysel ve sosyal kimlik bunalımı yaratmıştır. Medyanın propagandalarıyla beslenen bu bunalımın toplumsal ve politik kökleri ortadan kaldırılmadığı sürece tarihin tekerrür edeceği bilinen bir gerçekliktir.

Bu kitleselleşmiş/kollektifleşmiş eylemin sebebini kapitalistleşme/modernleşme sürecinin tahribatı, ekonomik, sınıfsal ve toplumsal eşitsiz gelişmenin kültürel ve coğrafi düzeyde yarattığı boşluklar gibi bir dizi neden sıralayarak anlamlandırmaya çalışan entelektüel çevreler olayları yobazlık, çağ dışılık, bağnazlık biçimde bir arkaizm olarak değerlendirmiştir. Örgütlü güçlerin, politik hareketlerin, provokasyonların etkisi göz ardı edilememekle birlikte “anonim ve sivil” kalabalığı seferber eden Sivas Katliamı’nın 20. yüzyılın ortasında, modern çağda meydana gelmesi aynı zamanda modernizmin kendi karşıt biçimlerini ürettiği anlamına da gelmektedir.

Milli ve dini temelde harekete geçen kişi veya kişilerin, İslami kültürden beslenen Türk siyasi geleneğinde devletin meşruiyet kaynağı olan adalet nosyonunun, siyasi otorite tarafından sağlanmadığına inandığı takdirde bu şahıslar, adaleti sağlama hakkını kendilerinde bulur. Allah’a, Peygambere, İslam’a saldırıldığı, küfredildiği ve aşağılandığı rivayetleri doğrultusunda Sivas’ta cinayete ortak olan bilinçsiz kalabalık, kendince devletin yapamadığını yapmış adaleti sağladığına inanarak, linç hukukunu işletmiştir.

Aradan geçen 19 yıl boyunca sağ gelenek katliamı örtbas etmiş, sanıkları koruyup kollamıştır. Bu geleneğe sahip çıkan AKP, davanın zaman aşımı gerekçe gösterilerek düşürülmek istenmesine izin vererek bu insanlık suçuna ortak olmaktadır.

Önemli bir toplumsal olay olarak katliamlar kümesinde yerini alan Sivas Katliamı’nda taraf ve mağdur olan Aleviler ise, hayali bir soy vasıtasıyla kökenini aramaya, ortak bir hafızayla geçmişini üretmeye ve modern bir tahayyülle sözel kültür düzeyinden yazılı kültür düzeye geçerek kendilerini yeniden tanımlamaya gereksinim duymuştur. Kırdan kente göç eden, deyim yerindeyse ötekiyle burun buruna yaşayan Aleviler, Sünni İslam politikasıyla ve dönüm noktası olarak kabul ettikleri Sivas Katliamının ardından, içe kapanarak manevi köken, kimlik ve öz arayışına yönelmiştir.
1990’larda siyasal alana dini kimlikleriyle girmeye çalışan Aleviler uygulanan asimilasyon politikaları karşısında dini kimliğini yeniden inşa ederek Alevi kültür ve inancını korumak amacıyla Kerbela şehitleri, Hz. Ali, Atatürk gibi kutsal ritüeller etrafında gelişmiş bir “biz” duygusu yaratmaya çalışmıştır.

Öncesi ve sonrası ifadesi kullanılarak anılan ve bir dönüm noktası olan Sivas Katliamı, Sivas halkının yaptığı gibi tüm Türkiye’nin de yüzleşmediği ve göstermelik sebeplere bağlayarak geçiştirmeye çalıştığı bir olay olarak tarihin tozlu sayfalarında kalması istenmektedir. Toplumsal hafızanın yeniden kurgulandığı şu günlerde emperyalist, piyasacı ve dinci gerici İkinci Cumhuriyet’in üzerini kapamaya çalıştığı bu katliamın hesabını sormak, bu davanın takipçisi olmak bugün yalnızca Alevilerin değil, bütün sosyalistlerin, ilericilerin, emekçilerin sorumluluğundadır.

Demet PARLAK -Nâzım Hikmet Akademisi Sosyal Bilimler Öğrencisi