Osmanlı'dan AKP'ye: Liberalizmin sürekliliği

Bu yazı Dayanışma Forumu'nun Eylül 2022 sayısında yayınlanmıştır.

Fatih Yaşlı

“Şeytanın en büyük hilesi bizi var olmadığına inandırmasıdır” diye bir laf vardır. Bunu Türkiyeli liberallere uyarlayarak şöyle diyebiliriz: “Liberallerin en büyük hilesi, bizi liberalizmin Türkiye’de köksüz ve zayıf bir ideoloji olduğuna inandırmalarıdır.” 

Kuşkusuz Türkiye’de saf/pür haliyle bir siyasal ideoloji ve akım olarak liberalizmin kitlesel bir tabanı, etkili düşünürleri ya da güçlü siyasi partileri olduğundan söz etmek mümkün değildir. Ancak bu “liberalizmin köksüzlüğü ve zayıflığı” iddiasını kanıtlamak için yeterli değildir; liberalizm bir perspektif, bir tavır, bir metodoloji, bir yaklaşım biçimi” vs. gibi çeşitli kılıklarda Türkiye’deki bütün siyasal ideolojilerin/akımların içerisinde kendisini gösterebilmekte ve var edebilmektedir. 

Osmanlı-Türkiye modernleşme/kapitalistleşme sürecinin her kritik uğrağında liberalizm etkili bir akım olmuş ve bu etkiyle orantılı bir şekilde siyasete yön verebilmiştir. Dolayısıyla Osmanlı’dan günümüze Türkiye’nin siyasal hayatına bakarken, liberalizmin gücü ve etkisinin asla küçümsenmemesi ve yerli yerine oturtulması gerekmektedir.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e 

Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecinin daha henüz başlarında, II. Mahmut döneminde, devleti modernleştirme çabalarına iktisadi liberalizmin eşlik ettiğini, bu dönemde İngiltere ile bir serbest ticaret anlaşması olan Baltalimanı Ticaret Anlaşması’nın (1838) imzalandığını, dönemin en etkili reformcu isimlerinin, örneğin Mustafa Reşit Paşa, Fuat Paşa ve Ali Paşa’ların mülkiyet hakkından ve serbest piyasa ekonomisinden söz ettiklerini görürüz. Tanzimat Fermanı’nın kendisi de diğer hükümleriyle birlikte ama en çok da özel mülkiyeti devlet karşısında güvence altına almaya çalışan bir girişim olması itibariyle liberal bir karakter taşımaktadır. 

Osmanlı İmparatorluğu’ndaki modern ilk muhalif hareket olan Genç Osmanlılar’ın/Jön Türkler’in temel talepleri çok net bir şekilde liberal bir içerik taşır. Jön Türkler, dönemin anayasacılık hareketlerine uygun bir şekilde padişahın yetkilerini kısıtlamayı ve bunun için de bir meşruti monarşi tesis etmeyi hedeflemişlerdir. Bir anayasa hazırlanması ve bir parlamento açılması Jön Türkler’in siyasi fikirlerinin temelinde yer alır ve bunu Mithat Paşa’nın öncülüğünde 1876’da başarmışlardır. Ancak çok kısa süre sonra, 1878’de, II. Abdülhamid Osmanlı-Rus savaşını bahane ederek anayasayı askıya alacak ve parlamentoyu da tatile gönderecektir.

İkinci kuşak Jön Türkler’in, yani İttihat ve Terakki’yi oluşturacak kadroların otuz yıl boyunca verecekleri mücadelenin temelinde Abdülhamid istibdadına karşı anayasanın yeniden ilan edilmesi ve parlamentonun yeniden açılması vardır. Bu mücadele 1908’de başarıya ulaşmış, meşrutiyet bir kez daha ilan edilmiştir. Ancak II. Meşrutiyet kavramı 1908’i anlamak için yeterli değildir. 1908, Türkiye’nin burjuva devriminin ilk aşamasıdır, ikinci aşama ise 1923 olacaktır. Bir süreç olarak burjuva devrimleri, feodal üretim ilişkilerinin ve ondan kaynaklı tahakküm ilişkilerinin yerini kapitalizmin almasını, aristokrasinin egemen sınıf olma karakterini yitirip yerini burjuvaziye bırakmasını, kişiselleşmiş yönetimden hukuk ve modern bürokrasiye geçişi ve anayasalı bir yönetimi anlatır. Sürece damgasını vuran ideoloji de burjuvazinin dünya görüşü olarak elbette ki liberalizmdir. 

Günümüzde yapılan tartışmalarda, İttihat ve Terakki basitçe devletçilik, merkeziyetçilik ve milliyetçilikle özdeşleştirilmekte, İttihatçıların tarihsel ve özsel olarak anti-liberal bir pozisyonda yer aldıkları iddia edilmektedir. Oysa bu doğru değildir; İttihat ve Terakki’nin hiçbir zaman tek bir ideolojik pozisyonu olmadığı gibi, İttihatçılar da farklı siyasal ideolojilerin taşıyıcılığını üstlenmişlerdir.

1902’deki Osmanlı Hürriyetperveran Kongresi, yani Osmanlı Liberalleri Kongresi, İttihatçıların ilk kongresidir ve bu kongreden bir ayrışma çıkacaktır. Bir tarafta Osmanlı liberalizminin ve âdem-i merkeziyetçiliğinin kurucu ismi Prens Sabahattin ve onun taraftarları, diğer tarafta ise Japonya benzeri daha kapalı bir ekonomi modelini savunan Ahmet Rıza taraftarları vardır. Kongrenin sonunda bir bölünme yaşanacak ve Prens Sabahattin kendi örgütünü kurmak için ayrılırken, İttihat ve Terakki Ahmet Rıza çizgisinde yoluna devam edecektir.

Ancak bu, İttihatçıların liberal olmayan, merkezinde devletin bulunduğu, kalkınmacı ve sanayileşmeci kapalı bir ekonomi modelini benimsedikleri anlamına gelmez. Daha uzun yıllar liberalizmin ilkeleri ve serbest ticaret adeta bir amentü gibi kabul edilecektir. Öyle ki İttihat ve Terakki’nin iktisadi fikirlerinin belirleyicisi en ünlü Osmanlı liberallerinden Cavit Bey olacak ve Cavit Bey, çeşitli defalar maliye bakanlığı görevini üstlenerek Osmanlı ekonomisini yönetecektir.

İttihat ve Terakki içerisinde anti-liberal bir tutumun ortaya çıkışı için ise ancak 1. Dünya Savaşı’nı beklemek gerekecektir. Bir yandan savaş koşullarıyla, bir yandan Parvus Efendi’nin Marksist perspektifli yazılarıyla ama özellikle Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura gibi milliyetçi isimlerin Almanya’daki milli iktisat modelini örnek almalarıyla birlikte ulusal burjuvazi/ulusal pazar yaratma fikri ortaya çıkacak ve Osmanlı’nın kapalı bir ekonomi modeliyle kalkınabileceği yönündeki görüş giderek güçlenecektir. Hatta savaş fırsat bilinerek kapitülasyonlar yüzyıllar sonra nihayet kaldırılacaktır. Ama her şey için çok geçtir artık; çünkü Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkmıştır ve hızlı bir şekilde işgal edilecektir.

Cumhuriyet’in ilanından 12 Eylül’e 

Milli Mücadele’nin söylemi kaçınılmaz olarak anti-emperyalizm üzerine kurulmuştu. Sovyetler Birliği’nin desteği ve İngiltere’ye karşı mücadele zaman zaman anti-kapitalist bir retoriği de devreye sokuyordu ama Mustafa Kemal de dâhil olmak üzere Milli Mücadele’yi yöneten kadrolar birer burjuva devrimcisi olarak yüzlerini Batıya dönmüş durumdaydılar. Bağımsız bir ulus-devlet kurmak istemekle birlikte sosyalizme dair bir perspektifleri yoktu ve bunu da açıkça deklare ettiler. Henüz Cumhuriyet ilan edilmemişken toplanan İzmir İktisat Kongresi rotanın kapitalizm olduğunu ve liberal ekonominin temel ilkelerine de herhangi bir itirazın söz konusu olmadığını gösteriyordu.

Zaten 1929 krizine kadar yeni Cumhuriyet büyük ölçüde liberal bir ekonomi anlayışıyla yönetildi. Devletin ekonomiye müdahalesi son derece azdı, korumacı politikalara başvurulmuyordu, serbest ticaret ilkeleri geçerliydi, planlı bir kalkınma modelinden söz etmek mümkün değildi. Bunların hepsi ancak dünya kapitalizmi büyük bir krize girdiğinde ve geride kalan yıllarda sadece özel sektör aracılığıyla sermaye birikimini sağlamanın mümkün olmadığı görülünce söz konusu oldu. Şimdi devlet kolektif bir kapitalist gibi davranacak ve devletçilik aracılığıyla sermaye birikiminin ana aktörü olacak, böylece ulusal bir kapitalizmi ve ulusal sermayeyi yaratacaktı. 

Bu dönem devletçilik olarak adlandırılan ve ilk sanayi planının da yapıldığı bir dönemdir ama bu dönemi de homojen bir bütün olarak ele almamız mümkün değildir. Örneğin İsmet İnönü’nün temsil ettiği daha devletçi kanatla Celal Bayar’ın temsil ettiği liberal kanat arasında dönem boyunca güç mücadeleleri devam etmiş, Bayarcılar hem devletçiliği sınırlandırmaya çalışmış hem de devletçi politikaların asıl kazananının sermaye olması için çok sayıda düzenleme yapmışlardır. 1946’ya gelinip Soğuk Savaş başladığında ve emperyalizmle antikomünizm üzerinden yeni bir entegrasyon gündeme geldiğinde ise devletçilikten vazgeçilecek ve dümen bir kez daha liberalizme kırılacaktır.

Sanayileşmeyi ve kalkınmayı hedefleyen, bunun için de devletin ekonomiye müdahalesini ve planlamayı öngören bir anlayıştan, ABD’nin uluslararası işbölümü içerisinde Türkiye gibi ülkeler için belirlediği hammadde ihracatçısı ülke modeline geçişin miladı 1946’dır. ABD emperyalizminin dümen suyuna girişle birlikte görece bağımsızlıkçı ekonomi anlayışı terk edilecek ve bunun yerini serbest ticarete, borçlanmaya, hammadde ihracı ve mamul ürün ithalatına dayalı liberal bir ekonomi modeli alacaktır. 1946’da başlayan bu süreç Demokrat Parti’nin 1950’de iktidara gelmesiyle derinleşecek, her ne kadar 50’lerin ikinci yarısından itibaren kriz nedeniyle liberalizmi sınırlayacak adımlar atılsa da devletçi/kalkınmacı/sanayileşmeci modele 27 Mayıs’a kadar dönüş söz konusu olmayacaktır. 

Geçerken not edelim, Türkiye’de liberalizmin sadece ekonomik değil siyasal olarak güçlü bir damarı olduğuna dair örneklerden biri dönemin sol aydınlarının önemlice bir bölümünün çok partili hayata geçiş sürecinde Demokrat Parti’ye yanaşması ve “aşamalı” perspektife uygun bir şekilde, demokratikleşme adına DP’yle tek parti iktidarına karşı bir ittifak yapmalarıdır. Tek parti iktidarının sola karşı izlediği politikalar açıktır elbette ama müttefik olarak görülen DP’nin iktidar olur olmaz Türkiye tarihinin en antikomünist politikalarına başvurması da ders çıkarılması gereken bir hadise olarak karşımızda durmaktadır. 

Kalkınmacılığın, ulusal kurtuluş savaşlarının, üçüncü dünyacılığın, sömürgelerin bağımsızlığa kavuşmasının, büyük öğrenci ve işçi hareketlerinin damgasını vurduğu ve “ağaçların bile sola doğru eğildiği” 60’larda Türkiye’de liberalizmin en zayıf dönemini yaşadığı düşünülebilir. Bu bir yanıyla doğrudur ama öte yandan özellikle düşünce dünyamızda bunun böyle olmadığını görebiliriz. Türkiye’yi emek-sermaye değil ceberut devlet-toplum dikotomisi üzerinden okuyan “özgücü” görüşler bu dönemde şekillenmiştir. İdris Küçükömer’in “düzenin yabancılaşması” ve Kemal Tahir’in “kerim devlet” tezlerinde ifadesini bulan “sınıfsızlık” okumaları bu döneme aittir. Asya Tipi Üretim Tarzı ya da merkez-çevre tartışmaları da yine bu dönemde karşımıza çıkar ve hepsinin ortak özelliği Osmanlı-Türkiye modernleşmesinin bir “yokluklar tarihi” olarak okunmasıdır. Buna göre bizde burjuvazi, işçi sınıfı, sivil toplum vs. yoktur ve tarihin itici gücü de sınıflar mücadelesi değil, ceberut devlete karşı verilen mücadeledir. Bunun 70’lerdeki yansıması Ecevit’in ve İsmail Cem’in formüle ettiği yeni “halkçılık” olacaktır. Her ikisi de Osmanlı’dan Türkiye’ye uzanan sınıflar ve tarih üstü bir devlet geleneği saptamasından yola çıkarlar ve esas mücadelenin halkla bu gelenek arasında olduğunu iddia ederler. Bu, sol popülizmin Türkiye’deki serüvenine de etki eden bir bakış açısı ve politik pozisyon olup başka bir yazıda uzun uzadıya ele alınmalıdır.  

12 Eylül’den AKP’ye

Liberalizmin Türkiye’deki serüveni açısından kırılma noktası ise elbette ki 12 Eylül darbesidir. Bu dönemde, bir yandan Türkiye sermaye sınıfı ekonomiyi asker postalıyla neoliberalizme açarken, öte yandan son derece ironik bir şekilde, asker postalına karşı çareyi burjuva demokrasisinde gören yeni bir liberal dalga, taşıyıcılarının çoğu soldan gelen isimler olacak şekilde yükselmeye başladı. Bu dalga, emek-sermaye çelişkisini bir kenara atıp merkez-çevre, ceberut devlet-toplum, elitler-halk gibi ikilikleri ön plana çıkarıyor, sınıflar üstü bir demokrasiyi ve sivil toplumu fetişleştiriyordu. Bu dalganın yükselişine bir de reel sosyalizmin çözülüşü denk gelince, Türkiye’de de “tarihin sonu” ilan edildi, medya, akademi, düşünce dünyası, liberalizmin etkisi altında, kapitalizme kolektif bir şekilde ibadet etmeye başladı. Özal’dan Çiller’e, TÜSİAD’dan Cem Boyner’in Yeni Demokrasi Hareketi’ne yepyeni kahramanlar, yepyeni “demokrasi savaşçıları” sahneye çıktı, bunlardan kahramanlar yaratıldı, beklentilere girildi.   

Kaotik 90’ların ardından düzenin hegemonya krizinden çıkış arayışının bir sonucu olarak Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) ortaya çıkışı ve 3 Kasım 2002 seçimlerini kazanmasının liberalizm açısından 12 Eylül’den sonraki en büyük kırılma olduğu söylenebilir. AKP’nin ortaya çıktığı konjonktürde liberalizm Galip Yalman’ın deyişiyle “muhalif ama hegemonik” bir karakter taşımaktadır. Çünkü düzenin yaşadığı krizin karşısında muhalif bir tutum takınıp çözüm önerileri geliştirmekte ve bu liberal önerileri biricik gerçeklik gibi kabul ettirmeyi başarmaktadır. Örneğin devletin küçültülmesi, özelleştirme, siyasetle ekonominin ayrıştırılması, bağımsız merkez bankası, özerk üst kurullar, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik krizden çıkış reçetesinin temel başlıkları olarak sunulmakta, üstelik bunlar yapıldığında beraberinde demokrasinin de geleceği öne sürülmektedir. 

AKP iktidarı bu “muhalif ama hegemonik” söylemin taşıyıcılığını üstlenmiş ve neoliberal ajandayı hakkını verecek şekilde uygulamıştır. Özelleştirme, taşeron ve güvencesiz çalışma, emek hareketinin dağıtılması gibi başlıklarda Türkiye sermaye sınıfının neoliberal ihtiyaçlarına yanıt verilirken, bir yandan da “demokratikleşme, vesayetle hesaplaşma, Avrupa Birliğİ’ne tam üyelik” vs. gibi başlıklar üzerinden bir demokrasi retoriği devreye sokulmuş, ekonomik ve siyasi liberalizm eş zamanlı olarak yürütülmüştür. 

Buradan yola çıkarak AKP’nin rejim inşasının temel stratejisinin bu olduğu söylenebilir. Liberal program, dışarıda ABD ve AB emperyalizminin içeride ise Türkiye burjuvazisinin desteğini getirmiştir. Ucuz ve bol dövizle birlikte kurun, faizin ve enflasyonun belirli bir seviyede tutulması krizden çıkmış Türkiye toplumunun AKP’ye desteğini beraberinde getirince, AKP kendi rejimini daha kolay inşa edebilmiştir. Liberalizm üzerine kurulu bu stratejiye Türkiye liberalleri büyük bir iştahla destek vermiş, AKP’nin iktidara gelişi “muhafazakâr demokrat inkılap” diye selamlanmış, “ceberut devletin sonu” ve “otantik devrimi” analizleri havalarda uçuşmuştur. 

2007’deki ikinci seçim zaferinin ardından AKP’nin kendi rejimini inşa etmeye başlaması ve buna hem devlet aygıtından hem de toplumun çeşitli kesimlerinden yükselen itirazlar ciddi bir siyasal çatışmayı beraberinde getirmiş, AKP bu çatışmadan Cemaat kadrolarının başrolde olduğu kumpas davaları aracılığıyla galip çıkmıştır. Özellikle ordu içerisindeki geniş tasfiyeler ve kamuoyunda tanınan, bilinen AKP muhalifi isimlerin tutuklanması, hegemonyanın bir yandan zor bir yandan rıza ayağını oluşturmuştur. Bu davalarla bir yandan muhalif toplum kesimlerine sopa gösterilmiş ama bir yandan da davaların üzerine kurulduğu “demokratikleşme” retoriği üzerinden farklı kesimlerin desteği alınmıştır. Liberal entelektüeller de bu davaların savcıları gibi hareket etmiş, Ergenekon, Balyoz, KCK, Oda TV, Devrimci Karargâh gibi davaların rejim inşası için kullanılan aparatlar olduğu görmezden gelinmiştir. Bu ise perspektifle, bakış açısıyla ilgilidir. Türkiye’deki temel çelişki emek-sermaye ikiliği üzerinden değil devlet-toplum ikiliği üzerinden okununca, ne AKP’nin neoliberalizmin ve dinselleşme adına attığı adımlar ne de kendi otoriterliğini inşa edişi görülebilmiş, upuzun bir körlük dönemi yaşanmıştır. 

“Yetmez ama evet” bu tutumun somutlaştığı en önemli hadise olarak görülebilir. Güya 12 Eylül’le hesaplaşma adına yapılan 12 Eylül 2010 referandumu, aslında otoriterliği, dinciliği ve piyasacılığı tahkim etmesi bakımından 12 Eylül’ün mantıksal sonuçlarına doğru götürülmesiyken, liberal entelijansiya “vesayetten kurtuluş” adı altında AKP’nin ve Gülen Cemaati’nin arkasında hizalanmış ve “evet” kampanyasının taşıyıcılığını üstlenmiştir. Liberalizm söz konusu olduğunda elbette ki Gülen Cemaati’ne de bir parantez açmak gerekir. Cemaat gerek liberal söylemi gerekse liberal entelektüelleri kapsama ve örgütleme (Abant Platformu) açısından Türkiye liberalizminin tarihinde ciddi bir rol oynamış, liberal fikirlerin popülerleşmesine Gülencilerin sahip olduğu medya aygıtı ve Cemaat kadroları büyük katkı yapmıştır. AKP-Cemaat ayrışması sonrasında ve 15 Temmuz darbe girişimine rağmen, liberal kalem erbabının bir bölümü Cemaat yörüngesinde dolanmayı sürdürmektedir.

Netice itibariyle, Türkiye liberalizmi altın çağını AKP’nin ilk on yılında yaşamış, AKP’nin rejim inşasının ideolojik hegemonyasının tesisinde büyük rol oynamıştır. İşin ilginç yani liberal entelijansiyadan hiç kimse bu inşa sürecinde oynadığı role dair bir özeleştiride bulunma ihtiyacı hissetmemekte ve AKP muhalifi muteber aydın rolünü oynamaya, AKP-sonrası Türkiye’ye yatırım yapmaya devam etmektedir. 

AKP’den sonra? 

Ekonomik krizin hızla derinleştiği ve halkın hızla yoksullaştığı bir konjonktürde gidilen 2023 seçimlerine doğru, AKP-sonrası Türkiye daha fazla tahayyül edilir ve konuşulur hale gelmiştir. AKP’nin seçimleri kaybedeceği ve iktidarı devredeceği yönünde kamuoyunda güçlü bir kanaat şekillenmektedir. Bunun gerçekten böyle olup olmayacağını henüz bilemeyiz ama ironik olan şey AKP-sonrası Türkiye’nin de tıpkı AKP’nin iktidara gelişinin hemen öncesindeki gibi liberal paradigma üzerinden tahayyül ediliyor oluşudur. Yani nasıl ki AKP iktidara “muhalif ama hegemonik” bir söylemin taşıyıcılığında gelmişse, şimdi de gidişinin ve yerine gelecek olanın söylemi bunun üzerine kurulmaktadır. Buna göre Türkiye’nin içinde bulunduğu durumdan çıkışı için “kurallı” serbest piyasa ekonomisine dönülmeli, ekonomi “bilimsel” bir şekilde yönetilmeli, liyakat esas alınmalı, Merkez Bankası bağımsız ve üst kurullar özerk olmalı, parlamenter sistem ve kuvvetler ayrılığı yeniden tesis edilmelidir. Dolayısıyla AKP’yi iktidara getiren ve onu yıllarca omuzlarında taşıyan liberalizm bu sefer de onun gidişini hazırlamakta ve böylece AKP-sonrası dönemin de hegemonik ideolojisi olma iddiasını devam ettirmektedir. 

Sınıflar mücadelesi aynı zamanda sınıfların fikir, ideoloji ve söylemlerinin de mücadelesidir. Bu nedenle Marksistler burjuvazinin ideolojisi olan liberalizmle de mücadele ederler. Bu mücadelenin çıkış noktalarından biri, yazının başında söylediğimiz “hile”yi, yani liberalizmin köksüz ve zayıf bir ideoloji olmayıp Türkiye siyasetine damga vuran bir ideoloji olduğunu görmekten geçmektedir. Sınıf düşmanımız güçlüdür ve onunla bu gücün hakkını verecek şekilde, ciddiyetle mücadele edilmesi gerekmektedir. Bu aynı zamanda, güncel bir mücadele başlığı olarak, AKP-sonrası Türkiye’ye dair de bir mücadele demektir.