Minimalizm, çağımızın moda akımı: Minimal varoluşlar, minimal karşılaşmalar..

'...Tarif ediyor, nedenlerine girilmiyor. Nedenlere en yakın olduğumuz, en çok açıklama yapılan, tarihsel gelişimin özetlendiği yerlerde bile sisteme dair meselelerden, tabu kelime, 'kapitalizm'den bahsedilmiyor. İşin üretim yanı, sermaye yanı, rekabet, kâr etme zorunluluğu, aşırı üretim, kitle üretimi, krizler, tüketim toplumu gibi konular tabu çoğu zaman. Psikolojist yaklaşımlar…

E.Zeynep Suda

İnternette ve gündelik hayatta minimalizm kelimesine sık sık rastlıyoruz. Arama motoruna yazdığımızda karşımıza çıkan ilk başlık “Minimalizmi Hayat Felsefesi Olarak Belirlemeniz İçin Atmanız Gereken 21 Adım” bize öneriler sunuyor. Youtube’da bu başlıkla “Minimalizm ve düğünler: Abiyeler ve Düğün Planlama” gibi videolar var! İyi niyetli kaynaklar da mevcut: örneğin Türk İşi Minimalizm. Bir web sitesi ve paylaşılmış birçok kampanya ve videolar var. Bunlardan bir tanesi İstanbul’da akbille çalışan su doldurma otomatı projesi. Videolarda ise uluslararası alanda bu konuda yapılanlar, öne çıkan örnekler, kitaplar özetlenip kavramlar Türkçeye çevrilerek biz ne yapabiliriz diye bir esnek öneri paketi sunuluyor. Blogdaki başlıklardan biri sıfır atık. “Lao Tzu'nun da dediği gibi "Bin millik bir yolculuk küçük bir adımla başlar". Benim bugün almadığım bir tek naylon poşetten ne olur ki demeden aynı o deniz yıldızı hikâyesindeki gibi küçük büyük demeden deniz yıldızlarını kurtarmalıyız. Evet büyük şirketlerin yarattığı zararların yanında bizim tek başımıza çıkardığımız çöp çok basit kalabilir ama bu kavramı kendimiz hayata geçirmeden, önemini anlamadan sadece şirketlerden, belediyelerden hatta devletten adım atmasını isteyemeyiz. Bu hep beraber yürümemiz gereken bir yol.”1

İyi niyetli olduğu kesin.. İsteyen dener, ben de kişisel olarak daha az tüketme ve çöp ayırma, plastik kullanımı konusunda dikkatliyim. Ama mesele bundan ibaret değil. Bu yaklaşımın ufkunun yine parayla satılan su ve termos konseptli olduğunu söylemek istiyorum. Yani suyun parayla satılması dışında bir alternatif sunulmuyor. Bunlar yaşam koçluğu, kişisel gelişim kitaplarının önerilerini hatırlatıyor: gardıroplarda birikmişleri, evi kaplayan süs püs eşyalarını azaltın, fazlalıkları atın, verin, moraliniz düzelsin, çok almak yerine iyi alın, bir tane alın, sakinleşin, fazla insanları aramayın, listelerinizi sadeleştirin, sosyal medyayı azaltın vb. Daha az eşya, daha çok anı biriktirin deniyor.. Anı biriktirmek de ne demekse.. Ama bu moda literatür kesinlikle neden böyle olduğumuzu açıklamıyor. Tarif ediyor, nedenlerine girilmiyor. Nedenlere en yakın olduğumuz, en çok açıklama yapılan, tarihsel gelişimin özetlendiği yerlerde bile sisteme dair meselelerden, tabu kelime, 'kapitalizm'den bahsedilmiyor. İşin üretim yanı, sermaye yanı, rekabet, kâr etme zorunluluğu, aşırı üretim, kitle üretimi, krizler, tüketim toplumu gibi konular tabu çoğu zaman. Psikolojist yaklaşımlar en yaygın açıklama tarzı. Yaşam biçimi deniyor, kazanma güdüsü deniyor, çağımızın bir hastalığı deniyor. Ama kapitalizm yok.

Bu yazıyı yazmaya iki nedenle karar verdim. İlki bu konu çok sık karşıma çıkmaya başladı, her düzeyde, hem popüler yazında, YouTube videolarında, Instagram'da... Belki seçici algıdır, taşınmak vb. şeyler eldeki fazlalıkları görmemize neden oluyor ya da küçülme zorunluluğu. Bir yandan da bu konuda yapılmış belgeseller, daha ciddi diyebileceğimiz çalışmalar görmeye başladım. Ama en önemlisi Mehmet Kuzulugil’in bir yazısı esinlendirici oldu: “Bilin Bakalım Çalışan Fabrikada Tek İşe Gelmeyen Kim?”2 Bu yazıda salgın koşullarında daha da görünür olan bir şeyden söz ediliyor, işçiler çalışır üretirken patron evde kalabiliyor. Öyleyse ona neden ihtiyaç duyuyoruz diye soruyor Mehmet.. Ben de bu konuda bir öneride bulunmak istiyorum: Bu kadar fazlalık, fazla üretim, borçlanma, deli gibi ve amaçsız çalışma, sonuçta işsiz kalma bizi bu kadar üzüyor, yoruyorsa, bunun nedenini sorgulamamız ve eğer bu neden kapitalizmden başka bir şey değilse, onu ortadan kaldırmamız lazım.. Ayrıntıyla değil, esaslarla uğraşmamız lazım.

Konumuza dönersek, günümüzün moda Minimalizm akımı bize şunu söylüyor: Evlerinizi kullanmadığınız eşyalarla doldurdunuz. Hayatınız, mideniz bir çöplükten farksız. Reklamlar her şeyi satın almanız gerektiğini söylüyor, ama siz bunlarsız daha nitelikli bir hayat yaşayabilirsiniz. Daha sakin, daha huzurlu, daha mutlu.. Böylece arkadaşlarınıza yeterli vakti ayırır, sohbet eder, okur, düşünür, bahçecilik gibi, çiçek, sebze yetiştirmek gibi faydalı şeyler yapar, kısacası daha doygun, daha huzurlu bir hayat yaşarsınız, etrafınız arkadaşlarla, dostlarla dolu olur, onlarla güzel sohbetler yapar, eve döndüğünüzde rahat bir uyku çekersiniz. Dahası bu moda akım haklı olarak diyor ki, bu fazlalıklarla, atıklarımızla, çöplerimizle, doğada yok olması yüzlerce yıl sürecek plastik atıklarla, kullanmadığımız araç gereçlerle, teknolojik saplantılarımızla doğayı mahvettik, katlettik, ozon tabakası yarıldı, çöpler denizleri, okyanus diplerini doldurdu, okyanuslarda 7. kıta diye de adlandırılan yüzer çöp adaları oluştu. Ülkemiz de bir çöp ithalatçısı oldu. Yani doğru yanları yok değil bu söylenenlerin.. Ama doğrusu var, eksiği çok...

Eksik nedir mesela? Bir National Geographic belgeselinde3, ABD’de yaşayan ve minimalizm hakkında kitap yazan iki genç adamın hikâyesini izliyoruz. İlki anlatıyor: Her şeyim vardı (yani minimalizm hiçbir şeyi olmayanlar hakkında bir konu değil). Başarı, şeyler... Ama zavallıydım, boşluk vardı... Onu ıvır zıvırla, tüketim nesneleriyle doldurmaya çalıştım. Bu ıvır zıvırlar giderek daha çok hayatımı doldurmaya, kararlarıma yön vermeye başladı. Kazandığından çoğunu harcıyorsun, açlığını gidermeye çalışıyorsun, ama bu şeyler daha hızlı acıktırıyor, şeker ve insülin direnci gibi, yedikçe yiyesin geliyor... Ama yaşamıyordum. Böyle düşünen çok insan var dünyamızda... Yazar anlatmaya devam ediyor: Bunu biyolojide ilk insanların hayatta kalma güdüsüne benzeterek açıklayan nöropsikologlar var. Ama bin yıllar öncesiyle bugünkü toplum yapısı arasında farklılıklar var. Çok şükür bir Amerikan belgeseli bile bu konuya doğru yaklaşabiliyor.

Belgesel devam ediyor, biz de düşünmüştük diyebileceğimiz popüler temalarla: Piyango çıkanlar da mutsuz, eminim üç garajı olanlar da... Hayatın anlamı yok gibi. İlk araba kullanım değerine sahip, mutluluk veriyor, ikinci ondan sıkıldığında alınıyor. İşe yarayan ya da mutluluk veren şeyler giriyor hayatımıza. Yani aslında kullanım değeri deniyor ama belgeselde bir başka analiz düzeyi yok, olup bitenler insan doğasıyla açıklanıyor. Bir tutku, bir saplantı, bağımlılık, bize musallat olmuş bir şey gibi. Sisteme dair pek bir şey söylenmiyor. Diyebilirsiniz ki söylense National Georgraphic belgeseli olmazdı, o da doğru..

Kuzey Amerikan toplumu üretim fazlasından kurtulmak, satışları artırmak için Türkiye’de bildiğimiz ya da bilmediğimiz, işletmecilerin, reklamcıların, şimdinin moda bölümlerinde girişimcilerin üzerinde çalıştığı birçok yol, yöntem deniyor: Kara Cuma, Green Monday ya da diğer adıyla Cyber Monday, Giving Tuesday, Sevgililer Günü gibi satış artırma taktikleri uygulanıyor. Noel, Anneler Günü, Kadınlar Günü, Öğretmenler Günü tüketim günleri olup çıkmış durumda... Sanki haftanın, mevsimin, yılın alışveriş günlerini sayıyoruz. Yine Amerikalı uzmanlar bunlara teknoloji ve iletişim araçlarının etkisini ekliyor. Hep psikoloji alanındayız ve tüketimden bahsediyoruz. Reklamlar, instagram hayatımızın nasıl olması gerektiğine dair içerikle dolup taşıyor. Popüler ezgiler gibi en izlemeyenimiz bile bunlardan haberdar. Bu sesi arka planda duyuyoruz, leitmotifimiz bu. Dergilerde seksi ve pırıltılı hayatlar akıyor. Buna nasıl yaklaşabilirim diye düşünüyor insanlar. Büyük bir tatminsizlik... Ama başka bir alternatif görünmüyor. Reklam filmlerinde, kitaplarda, TV şovlarında, hasta muayenehanelerinde, dizilerde, taksilerde, barlarda, okul bahçelerine yerleştirilen panolarda... Her yerde reklam var. Birçok popüler mecrada, hatta oyunlarda bile reklamsız istiyorsanız daha çok para ödemeniz gerekiyor.

Belgesel devam ediyor: bu bize yüz yıldır çok para kazanmak isteyen insanlarca yavaş yavaş satılan bir şey. Bunlara gerçekten ihtiyacımız olduğuna inanmamızı istiyorlar. “Enough” (Yeter) diye bir kitabın yazarı, daha çok uyarıcı, daha çok baskı, seçenek, gürültü, daha çok medya velvele var diyor hayatlarımızda. Sessizlik, sükûn, huzur daha çok seçenek olduğunu gösterir. Öyle bir an gelir ki artık neyin önemli olduğunu bilmediğimizi hissederiz.

Belgeselde bu kişi içinde mutluluğu bulduğu minimalizm anlayışını anlatıyor: onlardan kurtulunca daha özgür, daha hafif hale geldim. Bir minimalist olarak her eşyanın ya bir amacı/işlevi olmalı, ya da bana mutluluk vermeli. Gerisi gereksiz diyor. Faydası olan her şeyim var diyor küçük bir kulübe içinde, inzivada. Amerika kıtasının derinliklerinde, “in the middle of nowhere” (hiçbir yerin ortasında). Amerikan Rüyası denilen şeyden bıkıyor insanlar. Ondaki anlamsızlığı görüyorlar. Eski hayatında dört yaşında bir çocuğa cep telefonu satıyor ve bu çocukların büyük bir çoğunluğunun elektronik cihazları var. Çoğunun bu tür aletlerle bir yaşından beri haşır neşir olduğunu görüyor. Çocuklara yönelik reklamlar anlatılıyor, bunların yasaklanması gereğinden söz ediliyor. Eskiden çocuklara yönelik ürün satmak için anneler hedeflenirdi, oysa şimdi doğrudan çocuklara reklam sunuluyor. Amerikan evlerinde artık “seni seviyorum” yerine “bunu istiyorum” konuşuluyor. Tüm reklamlar kendinize odaklanın, bunu isteyin, şunu alın diyor. Oysa ki çocuklara reklamı yapılan ürünler çöpten ibaret çoğunlukla. Çocuklara yönelik şeyler, çoğunluğu eğitici değil ve görmediğimiz dünyada çocuk işçiler tarafından üretiliyor. Reklam ve içeriğe de bakmak lazım. Oyuncaklar, yiyecekler, süs, püs, hepsi çöp evet ama bir de savaş oyuncakları var ve cinsiyetçi şiddet içeriyorlar. Bunların engellenmesi, yasaklanması gerekiyor ancak üretici şirketlerin politik gücüyle yasaklar da aşılıyor.

Buradan bir çıkarım yapılıyor: Sadece kendimize ait bir örnek (template) yaratabiliriz diyorlar. Bu anlamda çağımızın münzevi hayat ütopyasının Amerikan versiyonu bu belgeselde hayatını anlatanlar tarafından özetleniyor. Minimalizm için bekâr işi diyenler var. Evliysen ve altı çocuğun varsa, nasıl örnek olursun diye soruluyor. Ama zaten evli ve altı çocuğu olmak fazla yemiş olmak gibi ironik bulunuyor minimalist gençler tarafından. Yine de farklı örnekler olarak aile olarak, bir grup olarak da neler yapabileceğimizi öğreniyoruz, deneyimler biriktiriyoruz diyorlar. Bir denge arıyorlar, ne çok, ne az: bir denge. ABD başkanlarından biri de bu tüketim çılgınlığını eleştirmiş bir zamanlar, ona referans veriliyor. Kısacası Kuzey Amerikalı minimalistlerin Başkanlık sistemiyle ya da siyasal sistemle bir sorunları yok. Aslında Amerikan Rüyası denilen şeye de itirazları yok. Bir Amerikan Rüyası olacaksa daha çok topluluklara bağlı, tüketime bağlı değil, değerlere bağlı, herkesin fırsatı olan, daha az eşitsizlik, daha çok adalet olan bir sistem istiyorlar. Muhafazakârlara benziyor; onlar kendileri için çoğu, yoksul kitleler için azı ve tutumluluğu istiyorlar. Azlar ve çoklar var, meseleye bir sistem sorunu olarak bakılmıyor. Bu haliyle Amerikan tarzı sol liberal bir tutum alıyorlar çoğunlukla. Ama elbette siyaset hakkında konuşan da az içlerinde. Bu rüya gezegene ve ekosisteme karşı sorumlu olmalı, bu deliliği durduralım diyorlar. Buna ihtiyacımız yok, yanıt bu değil. Ama bunu daha az şey alarak yapmak istiyorlar. İşin tüketim tarafındalar. İnsanları sevin, eşyaları kullanın. Tersi işe yaramaz gibi sloganları var.

Toplumsal olanın etkisini, toplumsal yasaları, siyaseti hiçe sayan bir yaklaşım bu. Bireysel kurtuluş ideolojisi, Amerikan liberalizmine uygun. Ama bunun sol ve liberal sol versiyonları da var, daha sıkıcı ve daha naif. Aslında bu yoldan para kazananlar da yok değil. İnternet dünyasında, kişisel gelişim alanında birçok örnek var.

Ekonomist bir açıklama tarzı bizi biraz daha gerçeklere ve nedenlere yaklaştırıyor: Ucuz tüketim malları ABD’de özellikle Çin’den gelen mucize ucuz ve maharetli mallar sayesinde 1990’larda yaygınlaşıyor. Küreselleşme diye adlandırılan dönemden söz ediyorlar. Üstelik bunu ucuz mamul üretimi sonucu her şeyin hızla çöpe dönüşmesi ve dünyayı kirleten bir “sürdürülemezlik” (unsustainability) üstünden tarif edenler çoğunlukta. Hızlı moda sektörü tüketimi katlayarak artırıyor. Yalnızca giyim değil, evdeki her şey moda nesnesi/ürünü. Giyim ve diğer kullanım malzemeleri eskiyince değil artık sosyal değeri kalmayınca yeni modalar çıkınca atılacak bir şey haline geliyor. Benzer eğilimlerin ülkemizde de 1980’lerin sonlarından, Özal döneminden başlayarak hayatımıza, alışkanlıklarımıza, tüketim eğilimlerine yön verdiğini söyleyebiliriz. Özal döneminde “atın atın, eskimiş çoraplarınızı paspas yapın” reklamını hatırlayanlar olacaktır. Bu dönemden itibaren tüketim mallarının yalnızca üst ve üst orta sınıflara değil, özellikle piramidin altındaki çoğunluğa, tüm sınıfsal kesimlere, gerekirse borçlanarak pazarlamak kapitalizmin üstün başarısı, krizle baş etme stratejisi olageldi.

Kuzey Amerika’da obezite, ikinci savaş sonrası ve özellikle 1960'larla birlikte görülmeye başlanıyor ama asıl sıçrama 1980'lerde oluyor. Ekonomik kriz koşullarına verilen yanıt kendi halkını ucuz tüketime boğarak oyalarken, sosyalizme dönük siyasal-ideolojik saldırıyı şekillendirmek. Kendi toplumunu fizyolojik olarak da çürüten bir sermaye egemenliği var karşımızda. Bir yandan da özellikle Doğu Avrupa ve dünyanın diğer yerlerinden eğitimli işgücünü ucuza çalıştırmak için topladığı bir dönem, boşluğu göçmen emeğiyle dolduran bir çalışma ortamı. Çok tüketim buna karşı az tüketimcilik elele gidiyor.

Bir başka eleştirel yaklaşım Neoklasik iktisadın eleştirisini üstlenen Mim Savaşları kitabında dile getiriliyor.4 Kitabın yazarlarından ve “hiçbir şey almama” ya da “televizyonu kapa günü” gibi kampanyalarının öncülerinden Kalle Lasn “para kazanmanın kendisinin kötü olduğunu düşünmüyorum” diyor, “o kadar naif değiliz”. Ama fazlasını ve daha fazlasını istemek, israf, aşırı üretim ve tüketim bizi sürdürülemez bir düzeye getiriyor. Bu dünyayı, tüm kaynakları tüketen, insanlar için yaşanmaz kılan hedefler eleştiriliyor. Sürdürülebilir bir düzey isteniyor. Son derece haklı ve kabul edilebilir eleştirilerle ilerleyen bu düşüncenin şöyle bir ütopyası var sonuna kadar okursanız: uçsuz bucaksız bir doğa ortasında, mümkünse bir tür kıldan çadırda oturacak ve vadiye bakarak gün batımında temiz havayı koklayacağız. Ama kucağımızda bir bilgisayar ve internet bağlantısı olacak... Bu nasıl olacak, onu da siz düşünün... Hani kapitalizm olacak ama emperyalizm olmayacak gibi... Eleştirileri ve kampanyaları etkili olan bu grubun eleştiri aldığı konuların başında kapitalizmin nedenlerine dokunmadan semptomlarını eleştirmek yer alıyor. Mülkiyetin kendisinin sorgulanmadığı bir ideolojik pozisyon yaratılıyor.

Geriye dönersek, sosyal psikolojik analizlere göre içimizdeki boşluğu doldurmak için satın alıyoruz, yiyoruz, kelimenin tüm anlamlarıyla doymak nedir bilmiyoruz. Üstelik bu açlık asla doyurulamıyor, bütün olmak, tatmin olmak istiyoruz. Ama sonra yine bir bakmışız ki açız, yeni şeylere muhtacız. Böylece doğayı da katletmeye devam ediyoruz. Ancak bu popüler literatürde doğa konusunda da diğer konularda olduğu gibi kapitalizmin tüketici etkisinden söz eden pek yok. Biz insanlar olarak tüketim alışkanlıklarımızla, karbon gazları salınımıyla çevre kirliliği yaratıyor, geri dönüşsüz biçimde doğayı ve çevreyi, kentleri ve kırı mahvediyoruz. Doğanın da insanlardan bağımsız bir dinamiğinin kalmadığını, doğayı da insanlarla birlikte, tarihsel ve toplumsal ilişkileri içinde düşünmek gerektiğini ileri sürmek birçok açıdan hiç de yanlış olmaz. Aslında doğayı kirleten, karbon salınımı yüksek ürünleri biz talep etmiyoruz. Onlar üretilip bize satılıyor, biz de tüketiyoruz, alışkanlıklar geliştiriyoruz. Hijyen takıntısını düşünün. Sabunla temizlenebilecek her yerde ağır çamaşır suyu içeren hoş kokulu kimyasallar kullanılıyor. Dökün lekenin üstüne diyor reklamlar, biz de döküyoruz. Günlük hayatta, evlerde mekanik yolla da temizlenebilecek alanlar için ağır kimyasallar kullanıyoruz.

Belgeselde görüşüne başvurulan kişiler arasında sahip olduğu her şeyi sırtında taşıyanlar var. Bir tür evsizler gibi ama arkasında bir maddi birikime sahip, bir zamanlar, erken yaşlarında para kazanmış olan insanlar. Bu tipler örnek olarak gösteriliyor. Yapabilirlerdi ama yapmıyorlar... Milyonerler kulübünü reddetmiş kahramanlarımız... Arkalarını dönüp, kapıyı kapatıp çıkmışlar yollara. Para kazanmada başarılı ama mutlu olmayan insanlardan kaçıyorlar. Bu örnek hem başarılı hem mutlu olmak istiyor. Sunuş yaptıkları yerlerde onları kendileri gibi insanlardan çok toplumun daha alt kesiminde yer alan, kayıplarda olanlar izliyor. Büyük, ulusal kanallarda çıktıkları magazin programlarında sunucu kadınlar onlara böcek gibi bakıyor: Parfümsüz bir hayat mı, aman allahım.. Gardrobumda 273 çift ayakkabı var, siz ne diyorsunuz... Ama asıl soru minimalist arkadaşların niye o kanalların kapısını çalmakta oldukları. Yanıt, kitaplarını satmak istiyorlar. Çünkü yayıncıları onlara bu turu ayarlıyor... NBC televizyonunda “what a concept” (ne konsept ama) diye dalga geçiliyor. Hikâyeniz tam zamanında ortaya çıktı diyor izleyenler. Bu işte, bingo... Tam zamanımızın hikâyesi minimalizm. Mesaj yayılıyor. Bu gençler bir de bu işten para kazanıyorlar, kimse darılmasın. Kitaplarını imzalıyorlar, kitaplar satılıyor, satış rakamlarına göre yayınevleri yeni baskılara ya da bu tür kitapların basımına karar verecek.

Aslında söyledikleri tam olarak şöyle bir formül: para konusunda bir limit var akıllarında, onun üstüne çıktığınızda iyisiniz. Ama daha fazlasının mutluluk getirdiği doğru değil. Tüketim alışkanlıklarımızın tarihsel ve toplumsal olarak belirlenmesi, böyle genel ve açıklayıcı bir çerçeve yok akıllarında, bilgi dağarcıklarında. Ne de olsa Amerikan üniversitelerinde Marksizm pek popüler bir konu değil.

Bu akımı hisseden, yaşayan ve deneyimleyen, aktaran nesil bir anda kendini 2008 krizi ile karşı karşıya bulmuştu. Bu kriz döneminde evlerini, işlerini, yüksek gelirlerini kaybettiler. Ya da bu riski canlı bir şekilde hissettiler. Bu krizin ortaya çıkardığı gerilim işini, evini koruyabilenler arasında da yaygın bir etki yarattı. Minimalizm akımının öncüleri bu krizden etkilenmiş, 30’lu yaşlarını sürenler arasından çıkıyor. Tesadüf olmasa gerek, Sean Penn’in bir çöküş ve yok oluşu anlatan “Into the Wild” filmi 2007 yapımı. Hikâyeyi anlatmak istemiyorum ama anlatılanın kendisi ve hazin sonu konumuzla çok yakından ilgili. Ve bu bir tesadüf mü? Bence hayır. Kriz etkilerini her zaman başlangıcından önce de göstermektedir, özellikle de genç ve düzene bağlanamayan insanlar bir kaçış, bir bireysel çıkış arayışına girerler. Gösterilen budur.

Demek ki bir tez daha ileri sürmemiz lazım: Evlerimizi tüketim mallarıyla doldurmak kadar minimalizmi bir moda olarak savunmak da tarihsel ve toplumsal koşullarla yakından alakalı. Modaların değişimi konusunda eğer toplumsal değişim kuramlarından daha tedrici, daha yavaş ve koşulların oluşmasını gözeten muhafazakar kuramları hatırlayacak olursak, hakikaten herkesin şurasına gelmiş durumda, gardroplar dolmuş, yerlere yayılmış, odalardan taşmış.. O zaman değişim çanları çalıyor demektir.. Tablo dolunca başka bir üsluba geçilir, minimalizm gözde üslup haline gelebilir.. Ama kapitalizm koşullarında onu da sağlamak için yine çok para harcamak, eskileri atıp yeni ve daha pahalı olanları almak gerekir. Minimalizm bu anlamda sanıldığının aksine daha ucuz bir yaşam tarzı değildir.

Bir zamanlar, bizim anne babalarımızın zamanında, oralarda 1950’lerde, bizim buralarda 1960’lı yıllarda etrafımız böyle ıvır zıvırlarla, tüketim mallarıyla dolu değildi ve giderek oturma odası, salon, yemek takımları, kanepeler, televizyonlar, birçok gereksiz şey, şeyler hayatımızı istila etti. Bu konuyla ilgili güzel bir kitaptan söz edelim geçerken, George Perec’in Şeyler kitabı bize bunu anlatıyor.5 Bu kitapta 1960’lı yılların hikâyesinde öğrencilik yıllarında kitaplar dışında hemen hiçbir şeyleri olmayan gençler, devamında hayatlarını “şeyler”le doldururken bir yandan da anlam ve amaç yitimine uğruyorlar. Yani tema aynı: hedefsizlik, bir amaca bağlanmamak, çıkışsızlık ve boşluk doldurma çabası sonuç vermiyor, yaşlanıp gidiyorsunuz ve mutsuzsunuz.

Perec’in anlattığı Avrupa’da ve yine Kuzey Amerika’da o yıllarda, 1968’e doğru yaklaşırken çiçek çocukları anne babalarının, içinde doğup büyüdükleri, genç oldukları tüketimci, aynı zamanda katı, baskıcı, soğuk savaşın düşmanca atmosferinde yaşayan ve dünyaya düşmanca saldırmakta olan toplum yapısının dışına çıkmaya, bu toplumu reddetmeye niyetlendi. Hippiy’ler saçlarını uzatıp renkli, desenli giysiler giymek, serbest olmak, serbest aşk yaşamak, kafaları dağıtmak istediler. Hair filmini hatırlayacak olursak ana babalarının tek tip kravat ceket kültürünü, gayet mantıklı bir biçimde savaşa gitmeyi, saçlarını kesmeyi, sıkıcı burjuva hayatına karışmayı ve onlar gibi olmayı reddettiler. Onlarla dalga geçtiler. Ancak bir şey daha vardı: Savaş sonrası dönemde bunu yapmalarını mümkün kılacak bir ekonomik birikim gerçekleşmiş, ana babalar kuşağı onlara daha rahat koşullar sunmuştu. Hemen hepsinin tuzu kuruydu velhasıl. Boşvermişlik lüksüne ulaşabilecek pozisyondalar. Kendileri el etek çekebiliyor ve el etek çekmeyenlere de "zavallılar" diyerek tepeden bakabiliyorlardı. Meselenin böyle aslında gayet bencil bir yaşam tutumu takınma boyutu da vardı.

Belgesele dönecek olursak, deniyor ki, insanların temel ihtiyaçları karşılanmalı, yani yeterince para olmalı. Herkesin güvende olması, masasında yemeğinin olması ve bunun farkında olması lazım. Bu farkındalık da önemli bir tema... Ancak sorun şu ki içinde yaşadığımız dünyada bu temel ihtiyaçlarını karşılayamayan milyonlar var, aç, susuz, en kötü işlere mecbur, yorgun, yine de yeterli gıda, yeterli temiz su, barınacak yer bulamayan. İstanbul’da bile dikkat ederseniz merdiven altlarında yaşayan, en kötü işlere talip olan binlerce göçmen emekçi var; gözümüze görünmeden en kötü işleri yapmakta, açlığa talim etmekte olan. Apartman temizliğine Afgan işçinin geldiğine, fırınlarda Orta Asya Cumhuriyetlerinden gelmiş işçilerin çalıştığına, Yeldeğirmeni’nin sahile inen sokaklarında 13-14 yaşında şimdilerde Suriyeli kızların satıldığına şahit değil misiniz? Şahitsiniz, ama yine de farkındalık ve kişisel mutluluk peşindesiniz.

Belgeselin önerisi şu: daha çok kazanmanın kontrolü bizde değil, ama daha az harcamanın kontrolü bizde. Arkadaşlar, hiçbir şeyin kontrolü bizde değil. Farkında değil misiniz? Bir anlam arıyorlar ve bu işler banka hesabıyla ilgili değil. Arkadaşlar banka hesabı demişken milyonlarca insanın değil artıda banka hesabı, bankayla yalnızca borç ilişkisi olduğunu, borç içinde yaşadığını görmüyor musunuz? Borçlu olma durumu aile babalarını, anneleri hiç istemedikleri işlerde çalışmaya ve kriz anında arkadaşlarını satmaya zorluyor.

Yani bu düşünceler birer orta sınıf, beyaz yakalı fantezisi. Çok çalışmayacağız, her gün işe gitmeyeceğiz, ama yeterli paramız olacak ve etrafımızda bir tür temizlik yapacağız. Yoksa evlerinde hiçbir şeyi olmayan, tuvaletinden her gün akrep çıkan o kadar çok insan, o kadar çok ev var ki, fazla uzağa gitmeye hiç gerek yok, İstanbul sokaklarında. Kapıcısı Covid-19’a yakalanınca şoke olan lüks apartman ahalisini düşünelim. Bir tek onlarla yakın ilişkideyken, onlar da hastalanmış, aman allahım... Evde kendimizi 40 gün karantinada tuttuk, ama her gün kargo geldi, her gün alışveriş paketleri evimize teslim edildi, her gün yemek sipariş verdik... Arkadaşlar bu servisi yapan, biz evde otururken her gün çalışan işçi çocuklar hastalandı, haberiniz yok mu..

Belgesele dönelim, eleştirilen yaşam tarzında paralı ve saygın olmak istiyorlar, üniversitelerde bölüm seçerken hep para düşünülüyor. Ama elde edince hayatın anlamı ve amacı kalmıyor. Sonrası felaket, belki de buna hiç bulaşmamalıydım diye düşünüyor minimalist arkadaşımız. Sonra yaptıkları tanıtım turunun bir etabında Las Vegas’ta onları dinleyen siyah bir adam soruyor: “Minimalizm bir tür keşişlik gibidir, dünya işlerinden çekilmiştir. O halde dünyayı nasıl değiştireceksiniz” Ve işte asıl soru burada düğümleniyor. Yanıt şöyle geliyor: “Tüketimle sorunum yok ama bir şeyi almak zorunda olmayı istemiyorum”.. hoppaaa. Reklamların amacı bu. Ama bunlar size sunulduğu gibi mutlu etmiyor sizi. Kısacası arayışımız mutluluk, bunu parada ve reklam edilen şeylerde bulamıyoruz ve hayatımızı sadeleştiriyoruz. Siyah adam ise şöyle söylüyor: “O Wall Street kurtlarını tümden ortadan kaldırmak istiyoruz.”

Minimalizm bir yaşam tarzı değil diyorlar. Gardıroptan başlayarak farklı projeler var. Örneğin 333 projesi. Üç ay yalnızca 33 parça kıyafet giyiliyor. İlginç olan kimse bunu fark etmiyor. Giysi paylaşmak, sosyalleşmeyi artırıyor, yakınlaştırıyor. Yaşamlarındaki stresten kurtulmak için fazlalıkları atıp hafifliyor, rahatlıyor ve daha iyi hissediyorlar. Bu fazlalıklar çoğunlukla kapitalizmin ve onun yarattığı, ihtiyaç duyduğu tüketim kültürü. Maddi şeylerden kurtulduğumuzda sağlığımız da düzeliyor. Bunu anlatan bir Nokia araştırmasını aktarıyor: Buna göre bir hatta günde ortalama 150 kez telefon ediliyor. Bir detoks lazım. Çözüm kapat gitsin deniyor. Ama kapatın kolaysa, çalışmak zorundaysanız. Patronlar evde çalışmada bile mesai saatleri içine kameranın açık olmasını istiyor!

Şimdiki zamandan kopartan meditasyon işine giren yoğun çalışanlar var. Ya da çeşitli yatıştırıcı, uyuşturucu, ilaç, madde kullanan dolu. Kalabalık, koşuşturma, basınç, stres fazla geliyor, dayanılmaz hal alıyorsa, başka çözümler aranıyor. Sakinlik, sadeleşme, meditasyon, bu uyarılma bombardımanının panzehiri olarak görülüyor. Anlam içeren endişeler var ama anlamsız endişeler çoğalıyor. Daha sakin, daha huzurlu, daha odaklanmış olmak istiyorlar. Bunun için Şamanizm gibi işlere girip Londra’da, Stonehenge’de 21 Haziran’da tüm gece bir şeyler çekip davul çalabilirsiniz, kişisel kulaklıklar, kişisel müzik tercihleri, kişisel donanım... Yolda yalnızca önüne bakan, partilerde birlikte değil, kendi müziğiyle dans eden yalnız insanlar, içine doğru çöken yalnız aileler...

Bu yazı biraz uzun oldu, bir arkadaşımın söylediği gibi “minimalist” olmadı. Üstelik daha söylenecek çok şey var. Yalnızca ekonomistlerin değil, sosyologların, siyaset bilimcilerin ve hepimizin söyleyeceği çok şey var. Çok sözümüz birikti, teferruata boğulduk. Ama durumu anlatmak, içimizi dökmek, betimlemek, tasvir etmek, kişisel çözüm önerileri başka, sistematik düşünce başka. Ya da pratik olarak işe gelmesi gerekmeyenden başlasak küçülmeye?

Siyah adamın, başkalarının söylediği gibi dünyayı çeşitli biçimlerde yorumlamak mümkündür. Ama değiştirmek esastır.

1 https://www.turkisiminimalizm.com/sifir-atik-nedir

Sıfır atık konusunda Türkiye’de devlet düzeyinde yaptık mı yaptık diyen, makyaj niteliğinde bir site: https://sifiratik.gov.tr/ Emine Erdoğan, Türkiye Cumhuriyeti, Cumhurbaşkanı Eşi: “Ben merkezli anlayıştan, insan merkezli anlayışa geçmezsek, her şey için çok geç olacak.” Elbette çöp ithal ediyor olduklarıyla, çevreye verilen diğer zararlarla, inşaatlarla, zararlı madencilikle, kıyıların yok edilmesiyle ilgili bir not yok! Çevreyle ilgili söylenecek çok şey var, yazının kapsamı bunları ele almaya yeterli değil.

3 Yönetmen: Matt D’Avella, “Minimalizm: Önemli Şeylere Dair Bir Belgesel”, https://www.imdb.com/title/tt3810760/?ref_=nv_sr_srsg_0, 2015.

4 Kalle Lasn, Mim Savaşları: Neoklasik İktisadın Yaratıcı İmhası, Metis, 2014.

5 George Perec, Şeyler, Metis, 2016