Küba ve Netflix 

Yine de bizim adamız, Küba, o kadar direngen, o kadar tek vücut ki, kapanışı Fidel’in cenaze aracının arkasından, il il, sokak sokak gezdirerek yaptırtıyor ABD’li Netflix’e...

Özgür Taban

“Popüler bilinç düzleminde kültür hiçbir zaman basitçe ‘halk’a, bir bölgeye, aileye ya da tabi bir katmana ait değildir. Kültür tarafsız bir kavram değildir; tarihseldir, özgüldür ve ideolojiktir… Kültür bir toplumsal oluşum içindeki özgül belirlenimden ayrı olarak varolamaz. Kültür toplumsal ilişkiler ve pratikler bütünü oluşturan toplumun ekonomik, siyasal ve eğitsel gibi çok sayıdaki düzlem ya da yapıları içinde ve bunlar aracılığıyla gelişir… Kültürel gelişmenin nitelik ve niceliğini belirleyen, sanat, edebiyat, felsefe ya da din değil, sanayi ve özgül üretim tarzıdır. Kültürün temelinde üretimini ve yeniden üretimini sağlayan maddi araçlar -yani teknoloji- yatmaktadır.”1

Bugün popüler kültürü insanlığa ulaştıran platformları sayarken Netflix’i ilk üç içinde saymayacak kaç kişi kaldı bilinmez ancak Nisan 2020 kaynakları dünya üzerinde 192 milyon Netflix izleyicisi olduğunu söylüyor (Şifresini sevdikleriyle paylaşanlar ve Netflix yapımlarını farklı kaynaklar üzerinden izleyenler bu sayıya tabii ki dahil değil).

Bu sayı, karşı karşıya olduğumuz ideolojik saldırı silahının menzilini belirlerken anlam kazanıyor bizim için. Ve o platformda öne çıkarılan, hal böyle olunca fazla dikkat çekip çok izlenilen, çok beğenilen yapımların içeriğini, doğrultusunu, gerçekliğini, içlerine yerleştirilen ideolojik ögeleri sorgularken, sorguladığımız oranda.

'Dünyada tekel olmuş bir medya patronunun anlattıklarına güvenebilir miyiz?'

Bu sorunun cevabı biz komünistler için oldukça açık bir “tabii ki güvenemeyiz” ama, etki alanımızın dışındaki araştıran, sorgulayan, tarihle ve politikayla ilgili pek çoklar için de bu böyle.

Tam da bu nedenle; 2012’den bu yana hiçbir ekonomik krizde ciddi yara almayan kültür endüstrisinin açık ara dünya lideri Netflix de bu soruya verilen yanıtları bilerek, oyununu çok sinsi bir sekilde oynuyor.

Göze sokarcasına açıktan kartını göstermiyor ama olduğunu bildiği olayları gizliyor ya da göstermemek için etrafından dolanıyor. Sol duyarlılıkları olanların ağzına da bir parmak bal çalıp, aleni gerçeklerin arasına yalanlarını / antikomünist propagandasını sıkıştırıp olayları çarpıtıyor. Bu sıkıştırmayı öyle ustalıkla ve doğallıkla yapıyor ki (bir zahmet o kadarını da yapsın zaten elindeki nitelikli işgücü kaynağıyla) olay örüntüsünde hiçbir pürüz yaratmıyor, konulduğu yerde alakasız durup sırıtmıyor ve yerleştirme sayesinde izleyenlerin aklına vermek istediği mesajı kazımayı başarıp, daha fazlasını sorgulatmıyor, unutturuyor.

Beni bu düşünceleri artık yazma zorunluluğuna iten ise 2017 yapımı, Cuba and the Cameraman (Küba ve Kameraman) belgeseli oldu.

Küba, bugün tüm insanlıkça solla özdeşleştirilmiş değerleri; eşitliği, özgürlüğü, barış içinde sömürülmeden yaşamayı hayatında isteyen herkesin “bizim ada”sı. ABD’nin arka bahçesi sayılacak bir coğrafyada, ABD’ye kafa tutan örgütlü bir ada halkının sosyalist ülkesi.

İşte o ülkeyi, Jon Alpert’in, belgesel adında bahsi geçen kameraman ve aynı zamanda belgeselin yönetmeni, kayıtlarından izliyoruz.

-Yazının bu kısmından sonrası spoiler içereceği için üzgün olduğumu belirtip, ilerliyorum.-

ABD’li, bağımsız kameraman ve haberci Jon Albert ilk defa 1970’lerde gidiyor Küba’ya, ekipmanlarını içinde taşıdığı bebek arabası sayesinde Fidel’in dikkatini çekiyor ve sonrasında bir süre boyunca Fidel’in sempatikliğine, samimiyetine doyamıyoruz. Konakladığı otel odasını geziyoruz, buzdolabındaki birayı, yatak başucundaki kitabı görüyoruz, şakaları özgüveni gülümseme oturtuyor yüzümüze. Yine Fidel’in, ABD’ye iniş yapacağı uçakta, gömleğini açıp da altında kurşun geçirmez yelek olmadığını kanıtladığı kült sahneyi de aynı kameramanın kaydettiğini öğrendiğimizde ise, belgesel güvenimizi tamamıyla kazanıyor.

Bu noktaya kadar hislerimizde yalnız olmadığımızdan olsa gerek, belgesel tamamlanıp da Havana Film Festivali’nde gösterime girdiğinde, eser tanıtımına “Kimse Jon Albert kadar penetre olmamıştı Küba içine”2 seklinde not düşüldüğünü de okuyoruz.

Aralıklarla Küba-ABD arası mekik dokuyor kameramanımız, Fidel’in dışında 3 farklı aileyi de filme alıyor, çocukların büyümelerine, yetişkinlerin yaşlanmalarına tanıklık ediyoruz. Gündelik yaşamdan izlenim sunmak için her gezisinde bir okulu, bir hastaneyi, bir marketi kaydetmeyi de ihmal etmiyor yine kameramanımız. Okulda moleküler biyoloji dersine ve çocukların Şekspir piyesine konuk oluyoruz sayesinde. Kübalıların “Özel Dönem” adlandırması yaptıkları dönemde yaşadıkları elektrik, yakacak, yedek parça, ilaç sıkıntılarına, vatandaşların markette et bulamayışına tanık olup, haftalık pirinç ve balık kotalarını öğreniyoruz. Bunları görmek bizi şaşırtmıyor, hâlâ her şey olması gerektiği gibi ilerliyor diye düşünüyoruz çünkü olayların tarihsel doğruluğunu zaten biliyoruz.3

İşte ama ne oluyorsa, o dönemden çıkıldıktan sonra oluyor. Marketlerdeki tezgahlar, barlarda boşalmış olan raflar yeniden doldu mu, yarım kalan inşaatlar bitirildi mi, arabası olanlar benzin doldurabildi mi, belgeselin gerisinde bir daha göremiyoruz.

Çünkü rotayı özel hayatlar üzerinden Küba anlatımına kırmayı uygun buluyor Netflix.

Bahsi geçen hayatlar belgeselin ilk kısmında da olduklarından yabancılık çekmiyoruz ve anlatının gerisinde Küba’daki gündelik yaşantının belgeselden çıkarıldığını fark etmiyoruz bile. Son market fotoğrafı ise özel dönem’den kalıyor belleklerimizde ister istemez.

Ekonomiyi doğrultmak için atılan adım olarak turizmi görüyoruz, bu kısım da tarihsel doğrulardan yine, inandırıcılık için ihtiyaçları var böyle tutamaçlara ama faydalı oldu mu, amacına ulaşabildi mi, halkın refah seviyesinde iyileşme oldu mu belgeselden öğrenemiyoruz. Yerine, turizmin neden olduğu kirliliğe büyüteç tutulup, sonra adeta büyüteçle birlikte gözümüze sokuluyor.

Ambargo kelimesi kullanılmıyor, biyoteknoloji kelimesi kullanılmıyor. Belgeselin finale yaklaşan kısımları bu haliyle Nâzım’ın anıldığı ama, bir kere bile “komünist” denmeden bitirilen yayınları anımsatıyor.

Yine de bizim adamız, Küba, o kadar direngen, o kadar tek vücut ki, kapanışı Fidel’in cenaze aracının arkasından, il il, sokak sokak gezdirerek yaptırtıyor ABD’li Netflix’e.

Saygıyla, bir ağızdan, Yo Soy Fidel! diye haykırarak…