‘Farz Et Ki Ömer Koç Yok’: İnsanı öfkelendiren bir sergi

Orhan Veli ve Nâzım Hikmet’in el yazmalarının tek bir insanın tasarrufunda bulunduğunu görmek… O isterse biz de görebiliriz. İstemezse göremeyiz. Şömineye atsa ruhumuz duymaz.

Efe Ardıç

Arter’de sergilenen “Farz Et Ki Sen Yoksun” isimli sergi, Ömer Koç’un kişisel koleksiyonundan tasniflenen sergi çağdaş sanat eserlerinden, tarihi objelerden ve de yer yer çağdaş ama asla sıradan olmayan düz eşyalardan oluşuyor. Sergi, 29 Aralık tarihine kadar ziyaretçilere kapılarını açık tutacak.

Sergilerin, içerdikleri eserleri bir bağlama oturtan temaları olur. Oluşturulan hikâye, bir eserin bir sergide neden bulunduğuna anlam verebilmemizi sağlar. Böyle olduğunda eserlerin mülkiyeti konusu da geri plana itilmiş olur. 

Bu açıdan Ömer’in kişisel koleksiyonunu sergilemeye karar vermek ilginç bir tercih. Mesela bir “Osmanlıca metinler” sergisinde metinlerin bir kısmının Ömer’in kişisel koleksiyonundan çıkarılıp getirilmiş olması abes durmayabilir. Bu sergide de Osmanlıca metinler mevcut. Ama sergi neyin sergisi? Bu metinlerin mi? Eğer öyleyse metinler aynı sergide bulunan Harland Miller’ın ya da Gary Anderson’ın eserleriyle nasıl bir etkileşime giriyor? Onları buluşturan ortak tema ne?

Gary Anderson, "He always a strange boy", 1995

Bu sorunun “Ömer’in beğenisi” dışında bir cevabı yok herhalde. “Farz Et Ki Sen Yoksun” bu açıdan ortaya çok ilginç sorular döken bir sergi. Kişisel bir koleksiyona eklenecek eşyalar pek tabii “bence güzel”in ötesinde bir açıklamaya ihtiyaç duymaz. Peki bunların bir sergi haline getirilmesi? Arter’in ülkenin kültür-sanat alanında kapladığı alanı göz ardı edemeyeceğimize göre Ömer’in “bence güzel”inin ötesinde bir cevaba ihtiyaç duymama ihtimalimiz olabilir mi? 

Türkiye’de kültür-sanat alanının ne ölçüde sermaye belirleniminde olduğunun en çiğ örneğiyle karşı karşıyayız. Neresinden tutsak elimizde kalıyor. Ya bir “iş adamının” kişisel beğenilerinin anlatmaya ve anlamaya değer bir yan, özel bir kültürel değer taşıdığı iddiasının cüreti ve hadsizliği ile karşılaşıyoruz, ya da “parayı veren düdüğü çalar”ın bu kadar alelade bir ilanı ile. Adeta aklımızla alay ediliyor. 

Karşılıksız bırakmak olmaz. Biz de biraz Ömer’in aklıyla alay edelim. Hoş, anahtarı elimizde. Arter kapılarından geçip bilincinin derinliklerinde bir gezintiye çıkabiliyoruz. 

Serginin küratörü Selen Ansen’in mesajıyla başlıyor gezintimiz. Uyarıyor bizi: Ömer’in aklında bir gezintiye çıkmak üzeresiniz.

“Bu dilsiz şeyler konuşkanlar bir bakıma.
Koleksiyon’un, Koleksiyoner’in bulunduğu tek diyar olduğunu ima ediyorlar. 
Ve bu diyarın Koleksiyoner’in farklı yüzlerinin ve maskelerinin toplamından oluştuğunu.
Ve Koleksiyon’un dışında hiçbir yerde / Koleksiyoner’in var olmadığını.”

Ne gelişkin bir sınıf bilinci var bu dilsiz eşyalarda. Şıp diye görmüşler bir sermayedarın sahip olduğu eşyaların ötesinde bir benliğinin olamayacağını, “Koleksiyon’un dışında hiçbir yerde var olamadığını.”

Ansen devam ediyor: “Bu sırada Koleksiyoner, uçsuz bucaksız dünyayı koruyucu bir kutuya sığdırma arzusuyla, tamamlanması imkansız uğraşına devam ediyor.”

Ömer’im de Ömer’im. Bildiği tek şekilde yaşamaya ve içinde bulunduğu dünyayı anlamaya çalışıyor: toplayarak, biriktirerek, el koyarak…

Duygu dolu bir deneyim Ömer’in aklında gezintiye çıkmak. 

Öfke uyandırıyor insanda, Baudelaire ve Oscar Wilde’ın, Orhan Veli ve Nâzım Hikmet’in el yazmalarının tek bir insanın tasarrufunda, hesap verilemez bir şekilde bulunduğunu görmek. O isterse biz de görebiliriz. İstemezse göremeyiz. Şömineye atsa ruhumuz duymaz. Burnunu silse hakkıdır. Serginin kişisel niteliği açığa çıkarıyor bu gerçekleri. 

Merak uyandırıyor insanda. Özellikle bir köşesi serginin. Bu köşede Scott Campbell’in Kumaş Kafatası Küp adlı eseri bulunuyor. Dolar banknotlarından oluşan bir kurukafa. Bir iş adamının ilgi duyması için ne kadar ilginç bir eser!  Hemen üstünde Rosalie Brill’in Otoportresi var. Sanatçının aynadaki yansımanın tasvir edildiği bir resim. Bu iki eserin hemen sağında bir ayna var. Düz ayna, üstünde Samuel Butler’ın “Bize yalnızca dış görünüşümüzü gösterdiği için aynaya minnettar olalım” sözleri yazılı.

İçimizi de gösterse neler çıkacak ortaya! Neler yatıyor acaba aklının bu köşesinde Ömer’in. TÜPRAŞ rafinelerinde hayatını kaybeden işçiler mi? Otokar silah tüccarlığı mı? Yoksa Koç ailesinin iktidar ve cemaatler ile el ele kararttıkları ülke mi?

Neşe ve heyecan duyduruyor bu serüven. Ömer’in zapt ettiği sanatsal ve tarihi eserler… İnsanlığın sanatsal ve düşünsel potansiyeli. Neyi neyden kurtarmaya çalıştığımızı hatırlatıyor insana. 

Vakit ve imkân varsa gezilmeli Ömer’in sergisi. Taksim Meydanı’ndan iki seçeneğiniz var sergiye ulaşmak için. Arter sağ olsun ulaşımı kolaylaştırmak için ücretsiz servis kaldırıyor. İlk seçenek bu. Yorulmazsınız, sergiyi daha rahat gezersiniz. Yok ben yürüyerek giderim diyorsanız da Beyoğlu’nun çocukları donsuz gezen mahallelerinden geçerek de sergiye ulaşabilirsiniz. Biraz yorar haliyle. Ama tanık olacağınız koleksiyonun faturasının kimlere kesildiği konusunda serginin eksik bıraktığı bir boşluğu da doldurmuş olursunuz.