Çok yaşa Krupskaya!

Devrimci, yazar ve eğitimci Krupskaya bugün 155 yaşında; 1899 yılında kaleme aldığı “İşçi Kadın” bugün hâlâ güncel...

Filiz Açar*

Yaşamı, sadece işçilerin devrimci eyleminin değiştirebileceğini kavradım. 1917’yi kapitalizmin ölüm saati olarak düşündüm. Aynı şeyi Sovyetlerin 2. Kongresi’nde toprağın ve üretim araçlarının mülkiyetinin halka verildiği zaman da düşünmüştüm. Nihai amacın başarılmasından önce, daha kaç adım atılması gerekiyordu? Son adımı görecek kadar yaşayabilecek miydim? Önemli olan bunu düşlemek ve bilmek değil, tersine bu düşün gerçekleşmesinin olanaklı ve elimizde olmasıydı. Onun gerçekleşmesini önleyebilecek hiçbir gücün olmadığı herkesçe açıktı. Kapitalizm can çekişiyordu.1

Devrimci, yazar ve eğitimci Krupskaya bugün 155 yaşında; 1899 yılında kaleme aldığı “İşçi Kadın” bugün hâlâ güncel, bugün hâlâ yaşamı değiştirecek yegane yolu, devrim yolunu aydınlatmaya devam ediyor. Çok yaşa Krupskaya!

Nadejda Konstantinovna Krupskaya, 26 Şubat 1869’da Petrograd’da doğar. 14 yaşında babasını kaybettikten sonra, çeşitli şehirlerde annesi ile birlikte çalışmaya başlayan Nadejda, bu dönemde işçi sınıfını gözlemleme fırsatı bulur. İlk gençlik yıllarından itibaren toplum sorunları, adaletsizlik ve özellikle eşitsiz eğitim sistemi üzerine kafa yorar. Tüm toplum için daha iyi bir yaşamın nasıl kurulacağı üzerine düşünmeye başladığı sırada Marksizm ile tanışır. Marksizm için “Marksizm, bir insanın isteyebileceği en büyük mutluluğu verdi bana: Bunlar nereye gidileceği bilgisi ve yaşamını bağladığın davanın nasıl sonuçlanacağını bilmenin verdiği huzurlu güven duygusuydu.” der.2 1890’da Marksist bir öğrenci derneğine üye olup devrimci hareket içinde aktif olarak yer almaya başlayan Krupskaya, 1891 yılında Petrograd’daki işçiler için kurulmuş akşam okulunda, okuma-yazma ve aritmetik dersleri verir.3 Hükümetin işçilerin okuma-yazma öğrenmesi için açtığı akşam okulları aynı zamanda işçi sınıfının örgütlenmesi ve Marksist yayınların dağıtılabilmesi için bir kanal yaratır. 1895 yılında Rusya’ya dönen Lenin, Marksist dernekleri “İşçi Sınıfı’nın Kurtuluş Savaşı Birliği” isimli bir siyasi örgütte toplar.4 Sosyal Demokrat Parti’nin öncüsü olan örgütün 17 kurucu üyesinden 4’ü kadındır, kurucu üyelerden biri de Krupskaya’dır.5 Ülkede 1890’lı yıllarda yoğunlaşmaya başlayan örgütlenme faaliyetlerine Krupskaya 1894 yılında dahil olur;6 bu örgütlenme çalışmalarının büyük bölümü, dönemin en büyük sektörlerinden biri olan, tekstil sektöründe ve kadınları da kapsayacak şekilde yürütülür. 1896 yılında, İşçi Sınıfı’nın Kurtuluş Savaşı Birliği önderliğinde, tekstil sektöründe çalışan çoğu kadın 30 bin işçi çalışma saatlerinin düşürülmesi talebiyle iş bırakır. Grev başarıyla sonuçlanır ve çalışma saati 11,5 saat ile sınırlandırılır, işgününün sınırlandırılması Rusya için bir ilktir.7 Krupskaya, İşçi Kadın isimli broşürde, kadınların somut koşullarını ve siyasi mücadelede görevlerini ortaya koyarken, grevden ve öncesindeki örgütlenme faaliyetlerinden etkilenir.

Örgüt içindeki ajitasyon faaliyetleri nedeniyle 1896 yılında sürgüne gönderilen Krupskaya, sürgün yıllarında eğitim ve kadın sorunları üzerine yoğunlaşır, 1899 yılında yazmış olduğu “İşçi Kadın” broşürü 1900 yılında illegal olarak basılır.8 Bu broşür, Bolşeviklerin kadın sorununa dair ilk siyasi tavrı olup, kadınları daha iyi bir yaşam için sınıf ekseninde, erkek yoldaşlarının yanında mücadeleye çağırır. Krupskaya, kadın sorununun, işçi sınıfının sorunundan ayrılamayacağını ve kadının ancak sosyalist devrim ile özgürleşip eşit bir yurttaş olabileceğini savunur. 

8 Mart 1913 yılında, Çarlık Rusya şartlarında açık gösteri düzenlemek olanaksız olmasına rağmen ilk defa Kadınlar Günü kutlanır. Bu kutlamalar, sadece kadın işçileri değil, tüm işçi sınıfını ayağa kaldıracak şekilde tasarlanır. 

Bolşeviklere ait ilk kadın gazetesi olan “Rabotnitsa” Krupskaya ve yoldaşları, İnes Armand, Elizarova Ulyanova, Konkordiya Samoilova ve Kavdiya Nikoleva tarafından 8 Mart 1914 tarihinde  çıkarılır.9 Rabotnitsa’nın ilk sayısında yazmış olduğu makalede; “Çalışan kadınları çalışan erkeklerle birleştiren şey, onları bölen kuvvetten daha güçlüdür.” der ve yine sınıfa vurgu yapar.10

1917 yılında, artan gıda fiyatları ve yoksulluk sonucunda halk artık yiyecek ekmek bile bulamazken, 8 Mart 1917’de fabrikalardan, ekmek kuyruklarından çıkan kadınlar “Ekmek İstiyoruz” diyerek sokakları doldurur ve devrimin fitilini ateşler. “Ekmek İstiyoruz” hareketi kısa zamanda kitleselleşir ve yalnızca dört gün sonra Şubat Devrimi ile sonuçlanır.

Devrimin ardından, Halkın Eğitim ve Aydınlanma Komiseri olarak atanan Krupskaya, Sovyet eğitim sisteminin kurucuları arasında yer alır. Eğitimle ilgili çalışmalarının yanında, eski düzenden kalan geleneksel mirasın farkında olarak, kadının özgürleşmesine dair çalışmalarda da aktif olarak yer alır. Sovyet kadını için ilk adım eğitim alanında atılır ve okuma-yazma kampanyaları düzenlenir. Eğitimler sırasında, çocuklara bakılması için odalar kurulur, daha rahat bir eğitim için kadın emekçilerin mesai saatleri azaltılır. Sadece okuma yazma eğitimleri değil, kadınlara aynı zamanda mesleki eğitimler de verilir, birçok kadın bu sayede mesleki yüksek öğrenim görme şansı yakalar. Uzmanlaşan kadınlar, her alanda çalışma imkanı bulur. Kız ve erkek çocukları için zorunlu ve parasız eğitimin başlaması ile, kadınlar eğitim alanında hak eşitliğini kavuşur.

Sovyetler Birliği’nde tüm sanat dalları ilerlemeler yaşarken, sanat, halkın sanatı haline gelir ve birçok kadın sanatçı da yetişir. Sovyet kadın sanatçılar, dünyada da birçok ödül alır ve seslerini dünya çapında duyururlar. Tüm ülkeye yayılan amatör sanat gruplarında da çoğunluğu kadınlar oluşturur. 

Krupskaya, 30 Kasım 1933 tarihli “Kadınların eşit haklara sahip olması” adlı makalesinde şöyle der:

“Eski rejimde kadınların hayatı süreklileşmiş ve bitmek bilmeyen işlerle doluydu. Ancak bu işler hor görülüyordu ve kölelik zincirleri gibiydi. Şimdi kadınların iş eğitimi ve işlerindeki azimleri onları sosyalizmi inşa eden ön cephelere, emeğin kahramanları arasına yerleştiriyor. Lenin ancak sosyalizmin kadına erkekler ile eşit haklar verebileceğini söyledi. Sözleri şimdilerde doğrulanıyor.”11

Politik mücadelenin içinde aktif olarak yer alan Krupskaya, yaşamının sonuna kadar, halkın bilinçlendirilmesi için çalışıp, Kültür ve Aydınlatma İşlerinden Sorumlu Eğitim Bakanlığı yardımcılığını sürdürmüştür. 

İşçi Sınıfının Bir Üyesi Olarak Kadın - İşçi Kadın Broşürü Üzerine

Krupskaya, İşçi Kadın isimli broşürde12, kadınların haklarından yoksun olmasının nedenlerini derinlemesine inceler ve kadınları eşit, özgür ve daha iyi bir yaşam için erkek yoldaşlarının yanında mücadeleye çağırır. Kadının çıkarlarının sınıfın çıkarlarına sıkı sıkıya bağlı olduğunu ve sınıfın çıkarlarının dışında düşünülemeyeceğini vurgular. Kadınlar da tıpkı erkekler gibi, kapitalist sömürüden kurtulmalıdır ve bu ancak, işçi sınıfının iktidara gelmesi ile mümkündür. İşçi Kadın’da kurtuluşa dair tarif ettiği yol, sadece dönemin Rusya’sı için geçerli olmayıp, bugün kadının ve bütün olarak işçi sınıfının koşulları dikkate alındığında da güncelliğini korur ki önemi de buradan gelir.

Broşür, köylü ve işçi kadınların yaşam koşullarını anlatarak başlar. Özellikle köylerde, yoksulluk açlık boyutlarına varır, açlığa dayalı hastalıklar ortaya çıkar, ortalama insan boyu kısalır, kilolar düşer ve insanlar erken yaşlanmaya başlar. İşsizlik, kötü çalışma koşulları ve sefalet kadınları da erkekler gibi etkiler, kadınlar aynı zamanda, aşağılama, hakaret, taciz gibi kötü muamelelere de maruz kalır. Bu kötü muamelenin temelini, dinci gericilik ve geleneksel aile yapısının kadına bakışı oluşturur. Kadın önce babasının sonra da kocasının “malı” gibidir; para karşılığı evlendirilen kadının bir evden diğerine giderken değerini belirleyen tek şey çalışabilme kapasitesidir, emeğinin değeri olmayan kadının insan olarak da bir değeri yoktur. Çoğu durumda kadın, evleneceği adamı tanımaz, şiddete uğrar fakat evi terk etmesi, boşanması söz konusu bile değildir. Erkek, evin reisidir; çünkü evin, arazinin vs. mülkiyeti ona aittir; kadın tüm sosyal hayatın dışında ancak evin içinde, kocasına ve çocuklarına bağlı bir yaşam sürer. Her ne kadar erkeklerle aynı kötü koşullarda çalışıp, aynı zamanda evdeki angarya işleri de yapsa, aynı sefaleti de paylaşsa emeğinin bir değeri yoktur. Çalışıp kazandığı parayı babasına ya da kocasına vermek zorundadır. Doğumdan sonra, çalışmaya başlayan kadının bebeğine evdeki yaşlılar ya da daha büyük çocuklar bakar, çocukların yarısı beş yaşına gelmeden ölür. Köylerde okul olmadığı için, çocuklar okuma-yazma dahi öğrenemez. Okula gidebilenler de okuma-yazma harici pek bir şey öğrenemez. Çarın işine gelen insanların cahil kalması, sorgulamaması, tarih bilincine sahip olmaması, neden sonuç ilişkilerini kuramamasıdır, eğitim sistemi de bu doğrultuda kurgulanır. Krupskaya burjuva eğitim sistemi için Kamusal Eğitim ve Demokrasi isimli çalışmasında “Eğitimin örgütlenmesi burjuvazinin elinde kaldıkça, emek okulu işçi sınıfının çıkarlarına doğrultulmuş bir silâh olacaktır. Emek okulunu günümüz toplumunun dönüşümü için gerekli bir araca ancak işçi sınıfı dönüştürebilir.” der.13

Köylerdeki bu sefalet durumu, erkeklerle birlikte kadınların da şehirlere göç etmelerine ve fabrikalarda çalışmalarına neden olur. Kadın emeğinin yoğun olduğu iş kollarında, ücretler erkeklerden düşük olmakla birlikte ücret farkları arasındaki makas daralır. Kadınların kimi zaman çalıştığı iş kollarında ise, ücretleri oldukça düşüktür ve tek başına yaşamak zorundaysa, bu ücretlerle geçinmesi olanaksızdır. Kadınların çalışma saatleri erkekler ile aynı olmakla birlikte, kadınların gece çalışmaları, eğer aynı iş yerinde babası ya da kocasıyla birlikte çalışmıyorsa, yasaktır. Kötü çalışma koşulları, yetersiz beslenme, barınma sorunu köylerden kentlere gelip fabrikalarda çalışmaya başlayan işçinin peşini bırakmaz.

Kadının hayatında değişiklik yaratacak ilk adım, kadının aile ve ev dışında çalışıp, kendini geçindirebilecek hale gelmesidir.  Fabrikadaki çalışma, köylerdeki çalışmaya göre, ekonomik olarak, kadını kocasından özgürleştirme olanağı taşır. Bu durum, kadın ve erkek arasındaki ilişkiyi değiştirir; kadınların köy hayatına kıyasla, eş seçme ya da boşanma olanağı artar. Fabrika ortamındaki evlilikler, kadın ve erkeğin karşılıklı olarak karar vermesi ile oluşmaya başlar. Fakat çoğu durumda, kadının ücretinin erkeklerden daha düşük olması ve dolayısıyla kazanmış olduğu paranın tek başına yaşamaya yetmemesi onu yine ailesine ya da kocasına bağımlı olmaya iter. Kötü koşullarda çalışıp sağlıksız bir yaşam sürerken güçsüzleşen kadın işçinin çocuğu da kendisi gibi güçsüz ve sağlıksız olur. Doğum sonrasında hiçbir desteği olmayan ve işsiz kalma korkusu taşıyan kadın, henüz tam iyileşememişken işe geri dönmek zorunda kalır. Yaşamış olduğu kaygı, yetersiz beslenme gibi nedenlerle işçi kadınlarda düşük ve erken doğum çok yaygındır. Kadın işteyken çocuklara yaşlılar bakar, tüm günün yorgunluğu ile eve dönen kadın, ev işlerine ve çocuk bakımına soyunur. Çocuk biraz büyüdüğünde, kendi başına kalır, eğitecek, destek olacak kimsesi olmayan çocuk, yeterli beslenemez, küçük yaşta alkolle ve suçla tanışır. Ortalama 12 yaşlarındayken de çalışmaya başlar.

Fabrikalarda çalışmanın kadına sağladığı yararlardan biri de, sınıf bilincinin doğmasına yaptığı katkıdır. Kendisi açlıkla mücadele ederken patron lüks içinde yaşar, hep daha az ücret karşılığında daha fazla çalışma ister. Yaşadığı öfkeyi diğer kadın ve erkek işçilerin de yaşadığını farkeder; yalnızken zayıf, yoldaşlarıyla güçlü olduğunu anlar. Fabrika yaşamı erkek işçileri olduğu gibi kadın işçileri de mücadeleye hazırlar. Kadının sınıf bilincinin oluşması, hakları için mücadele etmeye başlaması burjuvaziyi rahatsız eder. Burjuvazi dinci gericilik ve geleneksel referanslar ile kadını iş hayatından uzaklaştırıp yeniden eve göndermek ister. Din adamları, iş hayatının, doğası gereği zayıf olduğunu iddia ettikleri kadına uygun olmadığını, kutsal aile hayatını yok ettiğini söylemeye başlar. Patronlar bir yandan kadın emeğini ve dolayısıyla kadını değersizleştirirken, bir yandan da kadını daha itaatkar ve kanaatkar hale getirir. Bu haliyle kadın, halihazırda erkek işçiden daha düşük ücret alırken, patron için daha kullanışlı hale gelir. Bazı erkek işçiler, kadınların daha düşük ücretlere çalışıp işlerini ellerinden aldıklarını düşünür ve bu nedenle kadınların çalışmaması yönündeki kanunları destekler. Krupskaya bu yaklaşımın kesinlikle yanlış olduğunu, aksine sınıfın ortak çıkarları için, erkek işçilerin kadın işçilerin siyasi olarak bilinçlenmesi yönünde çaba harcaması gerektiğini söyler.

Krupskaya’ya göre işçiden beklenen, insan onurunu hiçe sayan sefalet koşullarında yorulmadan, itaatkar şekilde çalışması, patronun zenginliğine zenginlik katması, vergilerini ödeyip susmasıdır. Fakat biz işçilerin 100 yıl önce olduğu gibi bugün de zenginleşmekten başka derdi olmayan patronlara, özel işletmelere ihtiyacımız yok. İhtiyacımız olan, herkesin daha iyi koşullarda yaşadığı, kimsenin açlıktan ve sokakta kalmaktan korkmadığı, dinlenip hayattan keyif alacak, kendini gerçekleştirecek zamana sahip olduğu bir düzendir. Bu da ancak üretim araçlarının toplumun tümü tarafından yönetilmesiyle yani sosyalizmle mümkündür. İşçi Kadın’da sosyalist çalışma hayatı şöyle tarif edilir; herkes çalışmak zorundadır, aylaklığa yer yoktur fakat artık hiç kimse kötü koşullarda çalışmaz. Toplumu oluşturan tüm bireyler üretime katıldığı için, çalışma saatleri kısalır; çocuk işçilik ortadan kalkar, yaşlılar, hastalar, hamile kadınlar çalışmak zorunda kalmaz. Bu sayede hiç kimse aç kalmaktan, başkalarına bağımlı yaşamaktan, hastalanıp çalışamaz duruma geldiğinde ailesinin düşeceği durumdan korkmaz. Toplum hep birlikte, yaşlıların, hastaların, çocukların bakımını üstlenir. Ancak böyle bir toplumda bireyler geleceğe umutla bakabilir.

Peki kadınlar, daha iyi bir hayat kavgasına nasıl katılmalı?

Krupskaya, siyasi açıdan bilinçlenmiş kimi erkeklerin, kavgaya kadınları dahil etmeye gerek görmemesini tamamen yanlış bulur, kadınların mücadeleye katılmadıkları durumda erkeklerin de kazanmasının mümkün olmadığını söyler. Örnek olsun, erkek işçilerin daha iyi koşullar için iş bıraktığı bir grev düşünelim. Daha düşük ücretlere çalışmaya hazır kadın işçilerin varlığı, patronların hiç düşünmeden erkek işçilerden vazgeçmesine neden olacak; bırakın daha iyi koşulları ortalama ücretler düşecek, koşullar daha da kötüleşecektir.

Kadınları daha iyi bir yaşam kavgasının dışında tutmak, işçi sınıfının yarısını bu kavgadan uzak tutmak, sınıfı bölmek  demektir. Her ne kadar kadınların bir kısmı özgürleşmenin yolunun mücadeleden geçtiğinin bilincine henüz varamamış olsa da, mücadele eden, kurtuluşun sosyalizm ile geleceğini kavrayan kadınlar ülkenin dört bir yanında çoğalmaya başlar.
Broşür, politik mücadelenin, işçilerin yaşam koşullarını iyileştirecek tek araç olduğunu ve daha iyi koşullarda özgür bir gelecek için, kadın işçilerin, erkek işçilerle birlikte, ortak çıkarları için, mücadele etme zorunluluğunu vurgulayarak biter.

İşçi Kadın ve Krupskaya’nın Güncelliği

İşçi Kadın’da anlatılan emek cehenneminin bugün dünyada ve Türkiye’de varlığını koruduğunu söylemekle abartmış olmayız. Sermaye, topyekün işçi sınıfına saldırıyor, bireysel çabalar, daha fazla karamsarlık ve çaresizlikten başka bir şey üretmiyor. Bir yandan dinci gericilik artıyor, diğer yandan yoksulluk ve işsizlik. Toplumun geniş kesimleri için işler hiç de iyiye gitmezken, bu tablonun kadınlar üzerindeki etkisinin daha da ağır olduğu ve bunun rastlantı olmadığı da aşikar. İktidar, dinci gerici politikalarla emeğini sistematik olarak değersizleştirdiği kadını, geleneksel aile yapısı içine, eve hapsetmeye uğraşıyor. Kadın eşit işe eşit ücret alamıyor, henüz iş görüşmesindeyken ayrımcılığa uğruyor, kapitalizm için işler iyi gitmediğinde istihdamdan ilk koparılan kadınlar olurken kadın işsizliği artıyor, esnek çalışma adı altında güvenceden yoksun biçimde çalışmaya zorlanıyor, hamile kaldığı için işten çıkarılıyor, kapitalist devlet kreş açmıyor kadın çocuk bakımı için işten ayrılmak zorunda kalıyor…

Zenginliği yaratan emekçilerin toplam gelirden aldıkları pay yıldan yıla düşüyor, tüm zenginlik bir avuç zenginin elinde toplanıyor; sermaye büyüyor, emekçi küçülüyor. Emekçiler borçlarını çevirmek için borçlanıyor. Çalışma saatleri esnek çalışma adı altında uzadıkça uzuyor, özel hayat ve çalışma hayatı birbirine giriyor. Ağır sömürü şartları altında, güvenliksiz çalışma biçimleri öyle yaygın ki neredeyse her gün bir işçi cinayetine tanık oluyoruz. Daha geçtiğimiz hafta, sermayeye peşkeş çekilen madende 9 işçi, siyanürlü topraklarda göçük altında kaldı.

Kriz derinleşip işsizlik artarken, dönemin devlet bakanı bugünün Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek çıkıp işsizliğin sebebinin istihdama katılan kadınlar olduğunu söylüyor.14 Kriz dönemlerinde kadınların iş arayışının arttığını ve bunun da işsizliğe sebep olduğunu vurguluyor. İstiyorlar ki kadınlar, evlerinde, yoksulluk içinde yaşamak ve yaşatmak için uğraşsın; düşük ücretlere, güvencesiz çalışmaya tamah edip erkeğe bağımlı bir yaşam sürsün. Kadınlarda resmi istihdam oranı %31,3 iken kayıtlı tam zamanlı istihdam oranı %19,5, yani her 100 kadından sadece 19’u tam zamanlı ve kayıtlı çalışıyor.15 Kadın işsizliği ve yoksulluğu artıyor. 

Kapitalist devlet, kamusal alandan çekildikçe, yaşamsal sorumluluklar, ev işleri, çocuk, hasta-yaşlı bakımı gibi işler, tıpkı yıllar öncesi gibi, kadınların üzerine yığılıyor. Bırakın kreş açmayı devlet sermaye lehine kolaylıklar yaratıyor, çocuk bakımı ücretli ve gün geçtikçe pahalı bir hizmet haline geliyor. Yerel seçime yaklaşık 1 ay kala, İBB başkanı İstanbul’da 100’e yakın kreş açmakla övünüyor. Resmi rakamlara göre İstanbul’un nüfusu yaklaşık 15 milyonken; gerçekte 100’ü bile bile bulmayan kreş sayısı bize hiçbir anlam ifade etmiyor. Durum böyle olunca geleneksel kabullerle çocuk bakımı annenin üstüne yıkılıyor, kreş ücretlerinin ödenemediği durumlarda, ailenin yaşlı kadınlarından çocuk bakımını üstlenmesi bekleniyor, bu mümkün değilse kadınlar iş hayatından kopuyor.  Her gün en az üç çocuk isteriz diyen Erdoğan konu çocukların bakımı, eğitimli ve sağlıklı birer birey olarak topluma kazandırılması olduğunda ortalarda görünmüyor. 

İktidar kamusal alanı sadece sermayeye sunmakla da kalmıyor, kamusal alan tarikat ve cemaatler eliyle, dinselleştiriliyor; okullar, yurtlar, hastaneler tarikatların at koşturduğu yerler haline geliyor. Devlet okullarının birçoğu imam hatiplere çevrilip, müfredatlar gericileştiriliyor. Çocuğunu imam hatipte okutmak istemeyenlerin karşısına, kayıt parası çıkıyor, laik ve bilimsel eğitim arayanlara özel okullar sunuluyor. Kayıt paraları, özel okullar derken eğitimde fırsat eşitliği de ortadan kalkıyor. Eğitim sisteminde büyük tahribata yol açan 4+4+4 sistemi ile, kız çocuklarının okullaşma oranı geriliyor, okula gitmeyen çocukların takibi yapılmıyor. 2012-2013 eğitim öğretim yılında yüzde 98,9 olan kız çocuklarının okullaşma oranı, 2019-2020 eğitim öğretim yılında yüzde 93,5, 2020-2021 eğitim öğretim yılında ise 93,1 olarak gerçekleşti.16 Kız çocuklarının okullaşma oranı düşerken, çocuk işçi sayısı ve çocuk yaşta doğum oranları artıyor.

Tüm bu dinselleşme ve gericileşme, genel anlamda emeğin değerini azaltırken, dinselleşme ve gericiliğin kadına saldırısının boyutu dikkate alındığında, kadın emeğinin değerini misliyle azaltıyor. Kadınlar, evlerinde, iş yerlerinde, sokakta her geçen gün daha fazla şiddete, tacize, aşağılanmaya, ayrımcılığa maruz kalıyorlar. Kadına şiddetin boyutları genişliyor, kadın cinayetleri artıyor. İktidar kadınları korumuyor; kadınlar en çok evlerinde, boşandıkları ya da boşanmak istedikleri kocaları tarafından öldürülüyor. Yaşadığımız düzende evler bile kadınlar için güvenli olmaktan çıkıyor.

Düzen bir yandan da kadının hukuksal haklarına saldırıyor. “Türk aile” yapısı gerekçe gösterilerek İstanbul Sözleşmesi'nden çıkılması, kadına şiddetin önünü daha da açıyor, kadına şiddet ve kadın cinayetlerinin sayısı hızla artıyor. Bugün süregiden yoksulluk nafakası tartışmalarının temelinde de kadının boşanmasının önüne geçmek var. Boşanmak isteyen kadına yoksulluk nafakası her ne kadar az bir meblağ olsa da yine de cesaret sağlıyor fakat istiyorlar ki kadın şiddeti, baskıyı sineye çeksin, boşanmasın.

Kadın hareketi bugün sadece, doğrudan söylemek gerekirse, sadece içinde kadın geçen sorunlara odaklanmış durumda. Bu da kadına “sen bu kadarını” düşünsen yeter diye bir çerçeve çizmek gibi. Kadına şiddeti, laiklikten bağımsız düşünebilir miyiz? Kapitalizmin toplumsal iş bölümünde kadını konumlandırdığı yere bakmadan, dinci gericiliği kadın emeğini değersizleştirmek için nasıl kullandığını görmeden kadın yoksulluğundan, kadına yüklenmiş angarya işlerden bahsedebilir miyiz? Hem Krupskaya’nın yıllar önce yazdıkları, hem bugün yaşadığımız nesnellik ve nedensellik gösteriyor ki, kadının yaşadığı sorunlarda düzenle doğrudan bağ kurmadıkça, sosyalizmi hedefleyip siyasal mücadelenin içinde yer almadıkça, bu sorunları yaşamaya devam edeceğiz. Sorunun temelinde, kapitalist düzenin dinci gericiliği kullanarak emeği ve insanı değersizleştirmesi ve sömürüye devam etmesi, zenginliğine zenginlik katması var. İş cinayetlerine takdiri ilahi deniliyor, kadının yaşadığı yoksulluk, eşitsizlik, şiddet kaderi oluyor. Buradan anlaşılacağı üzere, laikliğe emekçilerin en çok da kadınların ihtiyacı var. Öyleyse aydınlanma, ona ihtiyacı olanların örgütlü mücadelesi ile, işçi sınıfının, emekçi kadınların omuzlarında yükselecek.

İnsanca bir yaşam sosyalizmde!

* Kurtuluş Kadın Dayanışma Komitesi Üyesi