22 Mart Dünya Su Günü: Suyu barış için kullanmak

Suyun, havanın, toprağın ve insan eli ve aklıyla yaratılan tüm zenginliklerin eşit paylaşıldığı bir dünya kurduğumuzda su da, toprak da, hava da bir savaş nedeni olmaktan çıkar.

M. FARUK İŞGENÇ

22 Mart, 1993 yılında Birleşmiş Milletler tarafından Dünya Su Günü olarak ilan edilmiştir. Her yıl 22 Mart tarihinde Birleşmiş Milletler başta olmak üzere, tüm dünyada resmi kurumlar, üniversiteler, vakıflar, dernekler ve benzeri oluşum ve inisiyatifler, Birleşmiş Milletler’in belirleyeceği bir tema çerçevesinde tatlı su kaynaklarına ilişkin olarak sempozyum, kongre, panel vb. etkinliklerle, tatlı su kaynaklarına yönelik riskleri ve korumak için gerçekleştirilmesi gereken politikaları tartışmakta, merkezi ve yerel yönetimlerle birlikte, bireylerin ve toplumun bu konudaki bilgi ve duyarlılığının gelişmesine katkı sağlamaya çalışmaktadırlar.

1994 yılındaki ilk 22 Mart Dünya Su Günü etkinliklerinin teması, "Su Kaynaklarını Korumak Herkesin İşidir" olarak belirlenirken, 1995’de "Kadınlar ve Su", 2000’de "21.Yüzyıl İçin Su", 2010’da "Su Kalitesi", 2020’de "Su ve İklim Değişikliği" temaları ile etkinlikler düzenlenmiştir.

2024 yılı 22 Mart Dünya Su Günü teması, Birleşmiş Milletler tarafından "Suyu Barış İçin Kullanmak" olarak belirlenmiştir.

Toplam olarak 1,39 milyar kilometreküp olarak hesaplanan dünya su rezervinin ancak yüzde 2,5’lik bir kısmının tatlı su (içilebilir) olduğu, içilebilir suyun ise yaklaşık yüzde 75’inin buzullar, atmosfer, bataklıklar ve canlıların bünyeleri gibi, kolay ulaşılamayacak yerlerde veya kolay kullanılamayacak formda olduğu birçok kaynakta belirtilmektedir. Geriye kalan kullanılabilir ve ulaşılabilir tatlı su rezervinin de dağılımının kıtalar ve ülkeler arasında eşitsiz olması su kaynaklarına yönelik büyük bir rekabete yol açmakta, iklim değişikliğinin su kaynakları üzerinde bugünden izlenmeye başlanan ve gelecekte de artacağı öngörülen etkileri de bu rekabeti ve çatışma riskini arttırmaktadır.

Türkiye nüfusunun yüzde 27’si 'su kıtlığı' yaşanan alanlarda yaşamını sürdürüyor

Ülke veya havzalar, kişi başına düşen yıllık kullanılabilir su miktarına bağlı olarak farklı kategorilerde sınıflanmaktadır. Bu kategorileştirmede, birbirine yakın olmakla birlikte farklı sınır değerler kullanılabilmektedir. Yaygın olarak kullanılan bir sınıflamada, yıllık kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı 500 m3’ten az olan ülke veya havzalar "Mutlak Su Kıtlığı Yaşayan", 500 m3 ile 1.000 m3 arasındakiler "Su Kıtlığı Yaşayan", 1.000 m3 ile 1.500 m3 arasındakiler "Su Stresi Yaşayan" ve 10.000m3’den fazla olanlar ise "Su Zengini" olarak adlandırılmaktadır.

Afrika’nın yıllık kişi başına düşen ortalama  tatlı su miktarı 2.871 m3 olmasına rağmen,  Kuzey Afrika ülkeleri olan Libya’da kişi başına düşen yıllık su miktarı 105 m3, Tunus’ta 345 m3 ve Cezayir’de 259 m3, Kongo Cumhuriyeti’nde 38.933 m3 ve Orta Afrika Cumhuriyeti'nde ise 26.390 m3’dür.

Dünyanın en büyük ve en kalabalık kıtası Asya’da kişi başına düşen yıllık ortalama tatlı su miktarı 2.842 m3 düzeyindeyken, bu değer Türkmenistan’da 225 m3, Pakistan’da 242 m3 ve Azerbaycan’da 804 m3, Malezya’da 17.470 m3, Moğolistan’da 10.564 m3’dür.

Türkiye’de kişi başına düşen yıllık tatlı su miktarı 2.722 m3 olarak hesaplanırken, sınırdaş ülkelerden Irak’ta bu değer 827 m3, Suriye’de ise 343 m3 kadardır. 2019 yılında, Türkiye nüfusunun yüzde 27’sine karşılık gelen 22,6 milyon yurttaşımız "Su Kıtlığı" yaşanan alanlarda yaşamını sürdürürken, 2030 yılında bu oranın yüzde 30’a yükseleceği ön görülmektedir. 

Türkiye son 33 yılın en kurak ağustosunu yaşadı.

Su kaynaklarının eşit olmayan dağılımı: Devletler arası çatışmaları yaygınlaştırabilir

Yukarıdaki rakamlardan, dünyadaki tatlı su varlığının yalnızca kıtalar arası değil, ülkeler arası da eşitsiz olarak dağılmış bulunduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu eşitsiz dağılım yalnızca kıtalar veya ülkeler arası olmayıp, aynı ülkede havzalar arasında da su potansiyeli açısından önemli farklılıklar görülebilmektedir. Örneğin, ülkemizde kapalı bir havza olan (suları denize ulaşmayan) Konya Kapalı Havzası’nda 1 m2 alana düşen yıllık toplam yağış miktarı 399 mm/m2 iken, Doğu Karadeniz Havzası’nda 1 m2 alana düşen yağış miktarı, Konya Kapalı Havzası’nın tam 3,5 katı, 1332 mm/m2 olarak gerçekleşmektedir.

Su kaynaklarının eşit olmayan dağılımı, tarihsel olarak su kaynaklarına sahip olma, yönetme ve kullanma açısından anlaşmazlıklara ve çatışmalara yol açtığı gibi, gelecekte de küresel iklim değişikliğinin ve nüfus artışının yol açacağı su kısıtı, su kaynaklarının kullanımı ve paylaşımından kaynaklanacak ülke içi veya devletler arası çatışmaları yaygınlaştıracak, şiddetlendirecek bir potansiyel taşımaktadır.

10 su uzlaşmazlığının 6’sı Orta Doğu'da

Tarihte bilinen ilk sürekli köy yerleşimleri MÖ 6 binlerde görülmeye başlamakla birlikte, ilk şehirler ve şehir devletleri MÖ 4 bin yıllarında Mezopotamya’da ortaya çıkmıştır. Artı değer üretecek ölçekte tarım yapmayı sağlayacak, dolayısı ile avcı toplayıcı topluluklarda olduğu gibi sürekli olarak yer değiştirme ihtiyacı duyulmayacak, düzenli yağışlara veya akarsulara sahip bölgelerde görülen bu gelişim, beraberinde toplumun sınıflara ayrılmasına, özel mülkiyeti ve toplumsal bir organizasyon olarak devletin ortaya çıkışına yol açmıştır. Üretimin artmasının bir sonucu olarak da üretilen-stoklanan malların kayıtlarının tutulması ihtiyacı doğmuş ve bu süreç MÖ 3.200’lü yıllarda yazının bulunması ile sonuçlanmıştır.

Mezopotamya’daki bu şehirler, içerisinde tapınaklar, yönetici sınıfların konutları, ürün depoları ve surlarla çevrili bir iç şehir ve sur dışındaki yerleşim alanları ile limandan oluşmaktadır. Bunların çevresinde de meyve sebze bahçeleri, tarlalar ve su kanallarından oluşan tarımsal üretim alanları yer almaktadır. Bu dönemde Güney Mezopotamya’daki Nippur şehri surlarla çevrili 50 ha (hektar) bir alana kurulmuşken, MÖ 3 binlerde Uruk şehrinin 500 ha alanda ve yaklaşık olarak 40 bin nüfusa sahip bir yerleşim yeri olduğu anlaşılmaktadır. MÖ 2.500’lerde Güney Mezopotamya’da nüfusun yüzde 80’inin büyüklüğü 40 ha’yı aşan şehirlerde yaşadığı düşünülmektedir. Güney Mezopotamya’daki bu nüfus yoğunluğu artışı ve özel mülkiyetin ortaya çıkışı gerek toprak mülkiyeti, gerekse su kaynakları üzerinde uzlaşmazlıklara, çatışmalara ve savaşlara yol açmıştır. Mezopotamya’da artan nüfus ve tarımsal üretim su kaynaklarına olan ihtiyacı arttırmış, bu durum şehir devletleri arasında birçok anlaşmazlık ve savaşın da nedeni olmuştur. MÖ 2500’lerde Lagash’ın Ur, Uruki Larsa, Akhas ve Umma ile savaşları, Umma şehrinin MÖ 2294-2230’larda Lagash’la savaşları, MÖ 1800-1750’lerde Larsa şehrinin Babil, Der, Uruk ve İsin’le savaşları, MÖ 1750-1500’lerde Hitit ve Asur’luların Babil ve Uruk başta olmak üzere, Güney Mezopotamya şehir devletleriyle savaşları, su kaynaklarının ele geçirilmesi amacıyla yapılan savaşlara örnek olarak gösterilmektedir. Babil kralı Hammurabi döneminde hazırlanan ve "Hammurabi Kanunları" olarak bilinen kanunlarda da sulama sistemlerinin bakımlarının ihmal edilmemesi ve su hırsızlığının yasaklanmasına ilişkin hükümler bulunmaktadır.

MÖ 2500’lerde bugünkü Hindistan, Pakistan ve Afganistan arasındaki İndus Vadisi’nde gelişen ve Harrapa Uygarlığı olarak da adlandırılan bu uygarlık, sayıları bini aşan şehir, tarım, küçükbaş ve büyükbaş hayvan yetiştiriciliğinin yanı sıra, kanalizasyon şebekesi bulunan şehirler, Mezopotomya ve Çin ile ticaret yapan bir bronz çağı uygarlığı olarak değerlendirilmekte ve bu uygarlıkta da şehir devletleri arasında su kaynakları nedeniyle çatışmalar yaşandığı ifade edilmektedir.

Günümüz dünyasında da su kaynaklarının paylaşımı, kullanımı üzerinden uluslararası uzlaşmazlıklar yaşanmakta olup, en büyük 10 su uzlaşmazlığının 6’sının Orta Doğu'da, 2’sinin Uzak Doğu'da, 1’inin Afrika'da ve 1’inin de Güney Amerika'da yaşandığı ifade edilmektedir. Orta Doğu'da tanımlanmış 6 su uzlaşmazlığının 2’sinin tarafı Türkiye olup, bu uzlaşmazlıklardan birincisi Fırat ve Dicle’nin sularına ilişkin Suriye ve Irak’la yaşanan uzlaşmazlık, diğeri ise Aras Nehri ve Arpaçay’a ilişkin Ermenistan’la olan uzlaşmazlıklardır.

Orta Doğu ülkeleri kuraklık sebebiyle tarım, sanayi ve günlük kullanımda artan tatlı su ihtiyacına çareyi deniz suyunu arıtarak bulmaya çalışıyor. Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Kuveyt, Bahreyn gibi ülkeler bu yöntemi uzun süredir kullanıyor.

1 milyar insan yeterli ve sağlıklı suya ulaşamıyor

Günümüzde 2 milyarı aşkın insan su stresi yaşanan bölgelerde yaşarken, 1 milyar insan da yeterli ve sağlıklı suya ulaşamıyor. Her yıl 10 milyona yakın insan yetersiz su veya sağlıksız su nedeniyle yaşamını yitirirken, dünyada sulanabilir toprakların yaklaşık yüzde 20’si aşırı sulama nedeniyle verim kaybına yol açacak kadar tuzlanmış durumda.

Fosil yakıt kullanımının başlıca nedeni olduğu küresel ısınmanın yol açmakta olduğu iklim değişikliği ise ülkemizin de içinde bulunduğu birçok bölgede su kaynaklarının azalmasına yol açıyor. Nüfus artışı ile birlikte düşünüldüğünde yakın gelecekte kişi başına düşen kullanılabilir su miktarında azalmalar yaşanırken, yaşamımızın sürdürülebilmesi için gerekli su miktarında ise artışlar olacak.

Yukarıda da bahsedildiği gibi dünyada su kaynaklı çatışma ve savaşların tarihi, özel mülkiyetin ve sınıfların ortaya çıkışına kadar gitmekte. Bugün, sağlık hizmetleri gibi, eğitim, barınma ve güvenlik gibi temel insan hakları olarak kabul edilmiş ilkelerin bile ancak mülk sahiplerine özgü bir ayrıcalık haline gelmiş olduğu dikkate alındığında, yaşam için temel unsur olan suyun da bölgesel ya da küresel barışın bir unsuru olabilmesi için özel mülkiyete tabi olmasının önlenmesi, kamusal bir varlık olarak değerlendirilmesi, ve eşitlikçi bir şekilde yönetilmesi gerekir. 

Suyun, havanın, toprağın ve insan eli ve aklıyla yaratılan tüm zenginliklerin, güzelliklerin eşit paylaşıldığı, herkesin yeteneği kadar üretip, herkesin ihtiyacı kadar tükettiği bir dünya kurduğumuzda, su da, toprak da, hava da, dil de, kültür de, bir çatışma, bir savaş nedeni olmaktan çıkar. Sonrası iyilik, güzellik...

BM, dünyanın dört bir yanında, güvenli içme suyuna erişimi olmayan insan sayısının 2050 yılına kadar iki katına çıkacağını belirtiyor.