Demirel, bir olgudur. Cismen aramızda değildir artık, bütün melanet mirasını devredip gitmiştir, yaşamayı mirasçılarında sürdürmektedir. Bugün ona 'rahmet okutan' siyasetçiler, siyasetçilik tarzıyla, sermaye adanmışlığıyla, gericiliğiyle, ırkçılığıyla, emperyalizm yaltakçılığıyla, emekçilere ve sosyalizme düşmanlıklarıyla bir geleneğin devamıdır. Çok daha öncesi olan, ama Demirel’le…

Ölümünün 5'inci yılında Süleyman Demirel: Kanlı bir Zübükzâde öyküsü…

Hiç düşündünüz mü, Süleyman Demirel'in “vecize”lerinden en ünlüsü “dün dündür, bugün bugündür”, neden “yaşamın diyalektik akışında doğan yeni olgulara”, “değişen somut koşulların analizi sonucu yeni bir siyasal konum ve söyleme” yorulmaz hiç? Bir totoloji örneğidir, yanlışlanamaz, dün gerçekten dündür, bugün de bugün, ama neden, sağcılığın politik manevralarının omurgasızlığına ve aldatmayı maharet bellemiş demagogluğa örnek olarak sunulur? Kimsenin aklına ilk seçenek gelmediğinden değildir herhalde, bu ikisini ayıran bir şey olmalı, değil mi? Nedir o şey?

Yani, Demirel'e, “dün şöyle diyordun, bugün böyle diyorsun” denildiğinde, bu “vecize”yle değil de, “dünün koşulları, aktörleri ve saflaşmaları ile bugünün koşulları, aktörleri ve saflaşmaları arasındaki fark” üzerinden açıklamayla yanıt verseydi, pekâlâ değişebilirdi durum. Peki, bunu yapabilir miydi? Yapamayışının bir sebebi olmalı, değil mi? Nedir o sebep?

Öyle ya, iki seçenekten biri olan “sözüm değişti” yerine “koşullar değişti”yi de seçmiş olabilirdi aynı “veciz” ifadeyle. Bu hiç gündeme gelmediyse bunu önleyen bir yargı olmalı, değil mi? Nedir o yargı?

Dahası, “farklı koşullar” gerekçelendirmesini, bu sözü sarfettiğinden yaklaşık 40 yıl sonra, bir başka bağlamda gündeme geldiğinde kullandı da, ama hiçbir etkisi olmadı. Niye?

Talihsizliği, çok somut bir soruyla, değişen koşullar, hatta kendisindeki değişmeler, bakış açısını farklılaştıracak etkenler gerekçesine sığamayacak bir soruyla karşılaştığında bunu söylemesi miydi? “Genelkurmay Başkanı Semih Sancar'la görüştünüz mü?” basit sorusuna “hayır”la “evet” gibi iki basit yanıtı bir gün arayla verince, “dün böyle demiştiniz” anımsatmasına maruz kalmış ve o unutulmaz kelamı sarfetmişti. Burada da, bütün “değişen somut gerçeğe, kişisel ve toplumsal diyalektiğe, tarihsel materyalizme” uygun çıkış yolları kapanmıştı. Öyle mi?

Peki, sağcılığın tipik temsilcisi, “hayır” yanıtının ertesi günü, Sancar'ın görüştüklerini ikrar eden boşboğazlığı yüzünden “evet” demek zorunda kalırken, “dün yanılmışım” ya da “görüştüğümün Sancar olduğunu bilmiyordum”, ya da “dün şu yüzden öyle demek zorunda kaldım, çünkü…” deseydi, Türkiye bir “vecize” kaybederdi, ama Demirel kazanır mıydı? Olumlu yanıt vermek zor. Öyle ya, dün ve bugün varsa, yarın da vardır. Dünü bugün yanlışlıyorsa, yarın da bugünü yanlışlamayacağına güvenilemezdi.

İddialı adamdı, her dönemdeki her sözü, her görüşü, her siyaseti, koşullar aynı kalsa bile gözettiği dengeler açısından birbirinin zıddına dönüşse de, her seferinde “en esaslı” sözdü, görüştü, siyasetti ona göre. Dün dünken de, bugün bugünken de, buna inanma ve çevresini inandırma becerisi vardı. Ama tarihe şu “vecize”siyle geçtiyse, bu pek işe yaramamış olsa gerek. Çünkü, yarın da vardı hayatta...

Türkiye sağının genetik kodu 

İşte Demirel olgusuna, belki o yarınlara karşı konumuyla yaklaşabiliriz. Olgusuna, evet, karakterine, kişiliğine değil. Çünkü, belki bir tarzın cisimleşmesinin başlangıcıdır, ama bitişi değildir ve Demirel’lik Türkiye sağının genetik kodudur.

“Vecize” dedik tırnak içinde, yaygın bir kullanım olduğu için. Basılı ve dijital platformlarda, çok yer verilen konulardan olan Demirel’e ait sözler derlemesinde, bu ifade genelgeçer başlık olmuş. Önceleri, bu tanımlamanın bir ironi, bir ti’ye alma olduğu düşünülüyor tabii, ama göreceğiz ki, bu bir “tarz-ı siyaset”in kendisini kabul ettirmesinden, bir kılavuz halini almasındandır. Daha baştan “seçme saçmalar” diye girebilirdik, ama genetik meselesini irdelemenin önünde set olurdu bu, gerçeği de tam yansıtmazdı, hafife aldırırdı.

Vecize, bir düşünceyi kısa, özlü aktaran, “bilgece” özdeyiş anlamındaysa eğer ve Demirel’in sözlerinde bu nitelikleri bulamıyorsanız, gene de bu kullanım yaygınsa, bakın orada Demirel’in, sağcılığın topluma hitabının özünü bulursunuz. Mugalata, mükemmel eskivlerle hamle savuşturma, hiçbir şey söylemeden üste çıkacak kadar boş kelime yığma gibi bir tarzın dışavurumu olarak, belki nitelikçe değil, ama politik işlevi açısından vecize denilebilir bunlara. Tıpkı, ardıllarınca da verimli şekilde kullanılmasında göreceğimiz gibi.

Epey bir külliyat var bu konuda, kimilerine çok kızsanız bile gülmekten kendinizi alamayacağınız. Burada, üzerinden zaman geçmişliği faktörüne de bağlı olarak, bir “sevimlileşme”, nemrut yüzlü politikanın hiç değilse sırıtışı gibi artılar, o sözlerin bağlamındaki konu itibariyle ucuzluğun üzerini örtebilir. Hatta sıkça telaffuz edildiği gibi, “zekâ” göstergesi bile sayılabilir. Kurnazlığın ve sinsiliğin, kaçamağın böyle hoşgörülür olması, topluma nüfuz etmiş bir yaklaşımın tehlikesinden uzaklaştırır dikkatleri.

Konumuz sözleri değil elbet, ama siyasal yelpazedeki konumuna ve kendisine bu konuma karşın atfedilen niteliklere giriş için bir anahtar olabilir.

Bahse konu Demirel – Sancar görüşmesinden başlayalım. 12 Mart 1971’de ordu muhtıra vermiş, Demirel hükümeti görevden el çektirilmiş, 1973’te cumhurbaşkanlığı seçimi için, görevi bırakan bir önceki Genelkurmay Başkanı Faruk Gürler’in adı geçiyor. Meclis halen faal ve Gürler’e muhalefet, başta Demirel olmak üzere yüksek. Yeni Genelkurmay Başkanı Semih Sancar, Cevdet Sunay’ın görev süresini iki yıl daha uzatarak krizi ertelemek formülü de cebinde, Demirel’le görüşüyor. Aslında Sancar diğer parti liderleriyle de görüşüyor, ama Demirel bir gün sürse bile bunu neden gizlemeye çalışıyor? Hem de, rivayete göre, kendisine yakın bir gazetecinin evinde, Sancar’ın talebiyle yine gizlice buluşmalarından sonraki ikinci görüşmede yakalanınca. “Muhtıracı orduya” ve onlar karşısında kendisini yalnız bırakanlara karşı “net mesafe koyduğunu” göze sokma hesabındadır Demirel. Gene de her olasılığın pazarlığına hazır vaziyette alttan teması sürdürmektedir, bir yandan da askerî cenahtaki çatlağı kanırtmaktadır. Görüşmelerden geriye, Sancar’ın sıkkınlığı ve “vecize” kalıyor sadece…

Fahri Korutürk’ün cumhurbaşkanlığı üzerinde uzlaşılan bu sürecin biraz öncesine gidelim, hatta başa dönelim en iyisi.

Siyasete Tan baskınıyla giriş ve yükseliş

1 Kasım 1924, Isparta, İslamköy doğumlu. O yılların Türkiyesi’ndeki genel manzaranın birçok örneği gibi yoksulluktan gelme öyküsüne, “Çoban Sülü” namını alışına döneceğiz.

Bilinen siyasal öyküsü, 21 yaşında başlıyor. 4 Aralık 1945’te, “İslamcı ve Turancı”ların galeyanında. “Allah Allah” ve “Komünistlere Ölüm” sloganlarının muhtemelen her ikisini de atarak, Sertel’lerin Tan gazetesi ve matbaasına saldıranların arasındaydı. “Kalkın Ey Ehli Vatan” çağrısına uymuş, yerini belirlemişti. Bunu uzun yıllar sonra açıklarken, “ama önlerde değildim” diye vurgulaması ise, o güruhtan sivrilecek Demirel’cedir.

Her yerde bulunabilecek biyografisinin “1949'da İTÜ İnşaat Fakültesi’nden mezun olan” diye başlayan bölümünü takip edersek: 1950'de Elektrik İşleri Etüt İdaresi Genel Müdürlüğü’nde çalışmaya başladığını, sulama ve elektrik konularında araştırma yapmak için ABD’ye gönderildiğini, 1953’te Seyhan Barajı inşaatı başladığında proje mühendisiyken Menderes'in dikkatini çektiğini, 1954’te Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü’nde Barajlar Dairesi Başkanlığı’na atandığını, 1955’te DSİ Genel Müdürlüğü görevine getirildiğini görüyoruz. Aynı yıl Eisenhower Vakfı’nın ilk yabancı bursiyeri olarak yeniden ABD'ye gidiyor. Hemen ardından, ABD'nin uluslararası mühendislik ve müteahhitlik firması Morrison Knudsen’in Türkiye temsilcisidir. “Çoban Sülü”ye “Morrison Süleyman”ın eklenmesine de sonra geleceğiz.

Ne hızlı basamak çıkıyor, değil mi? Durun daha, bunlar ne ki… Biyografiler, “nasıl”ını sormaz. Hem, “kurucu kuşak”tan yeni temsilcilere geçişte, benzer hızı başka siyasetçilerde de görebiliriz. Demirel’in farkı bunun ötesindedir.

Türkiye, 27 Mayıs 1960’tan çıkmak üzeredir şimdi ve ABD’nin dizginleri yeniden sıkıca kavrama projeleri yürürlüktedir. Demokrat Parti sahneden çekilmiş, yerini Adalet Partisi almıştır ve Demirel, 1962’de parti üyesidir. Bu parlak delikanlı tabii hemen Genel İdare Kurulu’na da seçilmiştir. Hakkındaki idam hükmü yaş haddiyle uygulanmayan Celal Bayar’ın 22 Mart 1963’te şartlı serbest bırakılması büyük tepkilere yol açmış, kararı protesto gösterileri sırasında AP genel merkezi de basılmıştır. Bir anti-kahraman öyküsü de orada başlar Demirel’in. Bu olay yaşanırken, “şapkasını alıp sıvışmış”tır. Biyografiler, darbeler gibi dönemlerde, zoru gördükçe bunu tekrarlayacağı kanaatinin buradan kaynaklandığını yazar.

Çok sıkıcı oldu. Hazır söz “alıp sıvışma”ya gelmişken, bir fasıl açalım.

Fötr deyip geçmeyin, iktidar imajıdır 

Bir fötr şapkadır sembolü. Sadece, ense ve şakak dışındaki saçsız bölgesini korumak amaçlı değildir sürekli taşıması. Makrosefali, hidrosefali gibi tanılara gerek yok, irice kafasında sürekli duran bu fötr, Anadolu’yla şapka devriminin buluşmasına gönderme gibidir ve bu haliyle, sanılanın aksine, biraz da arkaya kaykılmış haliyle “halktan” imajının parçasıdır. Aynı zamanda, farklı stillerdeki işçi ve köylü kasketlerine karşı, modern sermaye birikimi, işveren çağrışımıdır. Yeri gelmiş, asker şapkasına karşı, her daim alınıp gidilse de, yeniden dönüşün, “demokrasi”nin simgesine de çevrilmiştir. Örneğin, Cem Karaca “Raptiye Rap Rap” parçasında, “N’aaber netekim, gene geldi şapka” derken, cuntaya ve sivil liberal uzantısı Özal’a nanik yaptığını düşünür.

Sadece bir şapka tercihi bile Demirel’in her nabzı tutabilme kıvraklığının (“Çoban” ve “Morrison”) ötesinde, hünerinin de ifadesidir. Cumhurbaşkanı olduğunda, resmî makam frakının tamamlayıcısı silindir şapkayı, hiç değilse ilk gün fotoğrafı için taktığı hiç belleklerde kalmamıştır örneğin. Biz, silindir şapkaya, illüzyonistlerin içinden bir şeyler çıkarmaya elverişliliği nedeniyle kullanmasından da aşinayızdır. Buna ihtiyaç duymamıştır, aynı işlev için fötrü de yeterli bulmuştur. Daha hünerlidir.

Demirel yasaklıyken, Hüsamettin Cindoruk’un seçim meydanlarında sallayışını anımsayın fötrü. Bir de, yasağı kalktıktan sonra katıldığı mitingde vatandaşa kaptırmamak için bütün gücünü kullanışını Demirel’in. “Şapgayı gaptırmam” demişti. Attila İlhan, “şapkayı benim gibi giymez, şapkayı kafasına oturtur” der ve Anadolulu ve halktan tanımlaması yaparken, fötrün sihirli taç etkisini göstermiş olmaz mı?

“Neede gaamıştık?” 1964. Kısmî senato seçimlerinin yapılmasına bir gün kala, AP’nin genel başkanı Ragıp Gümüşpala ölüyor, yerini geçici olarak Sadettin Bilgiç alıyor. Yaklaşan 1965 genel seçimleri öncesinde, parti kongresinde seçilecek güçlü bir isim arayışındakilerin aklına “devleti yakinen bilen, Menderes’in övgüsüne mazhar” Demirel geliyor. “Bu çocuğa dikkat edin, geleceğin başvekilidir” dememiş miydi hani?

Johnson'la çekilmiş fotoğraf en büyük kozuydu 

Kongrede delegeler arasında dolaştırılan, 1963’te öldürülen Kennedy’nin yerini alacak olan o zamanki ABD Başkan Yardımcısı Lyndon Johnson ile 1962’de çekilmiş bir fotoğrafıdır Demirel’in kozu ve kimliği (fotoğrafta yer alan üçüncü kişi Ahmet Kurt, kırpılmıştır tabii). Dönemin başbakanı İnönü’ye, Kıbrıs konusunda sert bir ültimatom niteliğindeki mektubuyla hatırlanan Johnson’la çekilmiş samimi pozun (ki, Demirel ellerini önünde kavuşturmuştur) karşısında, rakipler, bakarlar ki delegeler nezdinde “ABD’nin adamlığı” bir eksi değil artıdır,  kongreye Demirel’in masonluğu iddiasını getirirler. Bu iddianın Demirel’in siyaset merdivenini tırmanmasındaki rolü dahil bir önemi yoksa da, yanıtlama tarzı, bir karakterin ipucunu erkenden verir.

Demirel, kongreden 15 gün önce imzalanmış bir belge gösterir delegelere. Hiçbir teamülde yoktur ama, Ankara Bilgi Locası Başkanı Necdet Egeren, Demirel’in mason olmadığını açıklamaktadır. Belge sahtedir, ama delegeler memnundur. Yetinmez, pekiştirir. Hiçbir teamülde yoktur ama, Demirel’in “yoksul evi”nde her sabah kahvaltısına Kuran okunarak oturulmaktadır. ABD referansı, sahte belge ve uyduruk din istismarı. Ha, bir de fötr! Genel başkanlığı kazanmayı garantilemiştir.

1960’ların ilk yılları, Demirel’in sahne alışı kadar, işçi sınıfı hareketliliğiyle de tanımlanır. Bu olmadan, Demirel olgusu anlaşılamaz. Anayasa’nın verdiği güvencenin de etkisiyle, sosyal adaletsizliğe ve katmerli sömürüye karşı gelişen sınıf mücadelesi, grevlerle, boykotlarla, toprak işgalleriyle güçlenirken, sistemin bir çıkış arayışına girmesinin sonucudur biraz da AP’nin rolünün büyümesi. İktidarın polisi ve askeri direnişlerin üzerine sürmeye başladığı, Zonguldak’ta madencilerin üzerine kurşun yağdırıldığı dönemin başbakan yardımcısıdır Demirel.

1965 genel seçimlerinden iktidarla çıkan “Türkiye’nin en genç başbakanı”nın icraatı, barajlar, köprüler, sanayi işletmelerinin yatırım planlamalarıyla propaganda edilse de, 1961 Anayasası üzerinden, ülkeyi sarsan sınıf mücadelesi ve sosyalist yükselişle hesaplaşmayı da içerir. “Fazla gelen özgürlükler”in budanması, Demirel’in elinin rahatlaması için zorunludur ve bir rövanş söz konusudur. Karşılığını yaygın grevler ve gençlik hareketiyle alır. 1965, Türkiye İşçi Partisi’nin, millî bakiye sistemiyle yüzde 3 gibi azımsanmayacak bir oranla Meclis’e girmesinin de tarihidir. Demirel’in görevi, ABD’nin ve sermaye sınıfının stratejisini, ülkenin sinir uçlarını, sanki kendisi hiç orada değilmişçesine kurcalayarak yürürlüğe sokmak, önündeki engelleri kaldırmaktır. Sosyalistlerin, devrimcilerin öncülüğünde boykot ve işgaller yaygınlaşırken, AP iktidarının yanında faşistler silahlarıyla belirmeye başlar.

‘Vurucu güç' olarak MHP'yi ve İslamcıları yedeklemek 

Bir Demirel portresi çizilecekse, buradan başlanmalıdır aslında. AP hükümetinin istihbarat örgütlerine hazırlattığı MHP raporu 1970 tarihini taşıyorsa da, bunu gerektiğinde, ihtiyacı kalmadığında kullanmak üzere belgeye dönüştüren Demirel, MHP adını alacak olan Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin ülkenin pek çok bölgesinde açtığı komando kamplarını, burada verilen silahlı eğitimi öncesinden biliyor ve karakteristik özelliği gereği elinin altında tutuyordu. Tıpkı, tarikatlarla kurduğu ilişkilerle, İslamcı gençliği, imam hatip okullarını, komünizmle mücadele derneklerini, sivil militer güç olarak kullanması gibi. Kendisiyle organik bağı olduğu aşikâr olan kurumların güçleri yerine, adresi farklı, örtülü silahlı gücünü özellikle Milliyetçi Cephe dönemlerinde sevk ve idare edebilecek “zekâ”ydı Demirel.

Komünizme karşı cihat çağrıları yapan bütün güçleri, ABD emperyalizminin manivelasına çevirip, sermayeyle özdeş “müesses nizam”a karşı her hareketi bastırmakta kullanma, üstelik kendisiyle doğrudan bir rabıta kurulmasını perdeleme maharetini gösterebiliyordu. 1966’da İzmir’de savurduğu, “bir ihtilal ya da darbe girişimine karşı, bir gecede 200 bin kişilik silahlı güç toplayabileceği” tehdidinin zemini buydu.

Örneğin, 1966’da ABD 6. Filosu’nun Türkiye limanlarına girişini protesto eden gençlere karşı “komünizmi tel’in mitingi” yapan faşist ve gericilerin silahlandığı söylendiğinde, “meşru nizamı yıkmak isteyen âsilere karşı gayet tabii ki milletin direnme hakkı vardır” diyordu ve emperyalizme karşı düzenlenen mitinge saldırılıyordu.

Biraz hızlanalım, sonrasında o “gülümseten vecize”lerine de geleceğiz, ama bir yükseliş ve planları yürürlüğe sokuş aşamasının arkasındaki çirkin politikacı yüzü ve o demir eldeki kanı göreceğiz kazıdıkça, o yüzden not düşüyoruz. Demirel, 1965’in seçim meydanlarında söylediği “biz komünist düşmanıyız. Komünizmle yılmadan mücadeleye kararlıyız. Biz aşırı sol cereyanlarla mücadeleye kararlıyız” sözünün cisimleşmesidir. Kastettiği, sınıf hareketidir, antiemperyalizmdir, aydınlanmadır, laikliktir, cumhuriyet değerleridir.

Şubat 1967’de “Temel Hak ve Hürriyetleri Koruma Kanunu” tasarısı hazırlayan da Demirel’di. “Millî bütünlüğü  bozucu, bölücü ve komünizmi kurmayı amaç edinen görüşleri aşılamak” olarak tanımladığı “suç”a karşı, basın ve yayında kısıtlamaları ve bu türden suçları kurulacak olağanüstü mahkemelerde yargılamayı öngörüyordu. Temel hak ve hürriyet anlayışı buydu. Tasarının parlamentodan geçmeyişinin karşılığını, TİP milletvekillerine Meclis’te bıçaklı tornavidalı saldırıyla verecekti AP. Bilinen adıyla kontrgerilla, Özel Harp Dairesi, ABD Yardım Kurulu’yla aynı binada bu sıralarda kuruldu.

1968’de Vedat Demircioğlu polis kurşunuyla can verirken de, 1969 “Kanlı Pazar”ında ABD filosunu kıble yapanlar antiemperyalist gösteriye polis destekli silahla saldırırken de, Taylan Özgür’ler, Battal Mehetoğlu’lar, Gamak işçisi Şeref Aygün’ler, Dr. Necdet Güçlü’ler ve daha niceleri birbiri ardına öldürülürken de, Demirel sırt sıvazlıyordu. “Ölenler kimden” vecizesi o zamanlardandır. Komünist kalkışmaya karşı “son bağımsız Türk devletini savunan gençler”in, “rutinin dışına çıkabilecek devlet güçleri”nin hamisidir o!

Çok kısaltarak geçiyoruz, yine bitmiyor suç tarihi. Bir ara saptamayla soluklanalım, 12 Mart’a gelirken.

Darbeler, Demirel'in başlattığını bitirmek içindi

Demirel’in darbelerde şapkasını alıp gitmesi, bir sivil iktidara asker müdahalesi olarak algılanmıştır hep. Buradan mağduriyet teraneleri türetilmiştir. 12 Eylül’de daha net göreceğiz, 12 Mart’ta tecelli eden de, biçim olarak böyledir ama bu görünüm, aslında kurulu düzenin cilvesinden ibarettir. Demirel, emekçi sınıfa, sola karşı öyle saldırılar, öyle sermaye cenneti yaratma hamleleri planlamıştır ki, bunları, karşısında dikilecek güçle baş edemeyeceğini gören askerin devralması gerekmiştir, hepsi bu. “Ya, ben hallederdim” diyemeyince de, şapkasını alıp kenara çekilmiştir, “siz uygulayın” demiştir. Ünlü altı kere gidip yedi kere gelmenin özeti bundan ibarettir.

Sivil ve resmî faşist güçlerin silahlı müdahaleleri, Anayasa’yı orasından burasından budamaya yönelik karar ve yasalar, zapturapt altına almaya yetmiyordu ülkeyi ve sol uyanışı. Büyük bir şaşaayla gelen ve iktidara yerleşen Demirel önderliğindeki AP hükümeti, daha dördüncü yılında sallanmaya, zayıflamaya başlamıştı. ABD’nin kredileri kısması AET’ye yaklaşarak çözülemiyor, katmerli vergi yasaları uygulanamıyor, devalüasyon gündelik dile giriyor, devlet memurlarına zorunlu kesintiler astsubayların ve toplum polislerinin bile direnişiyle karşılaşıyor, bütçe oylamalarında ret veren AP milletvekilleriyle hükümet felç oluyordu.

Dönemin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, “sosyal uyanış, ekonomik gelişmeyi aştı” diyecekti, 15-16 Haziran büyük işçi direnişi sonrasında. Demirel hükümetinin, 274 ve 275 sayılı yasaları değiştirerek, birkaç yılda işçi sınıfını bünyesinde toplayan DİSK’in “çanına ot tıkma”yı, işçileri kontrol ettikleri Türk-İş’e yönlendirmeyi hedefleyen tasarısının Meclis’e gelmesine yüksek bir itiraz akmıştı meydanlara, sokaklara. Düzeni öyle korkutmuştu ki bu itiraz, acilen sıkıyönetim ilan edilmişti. Demirel’in kaldırdığı taşın ayağına düşmesine çare buydu. Sıkıyönetimi izleyen 12 Mart faşizmi, Demirel’e, “sen bize bırak” demişti.

Grev, direniş ve toplantılar yasaklanmış, DİSK elimine edilmiş, temel hak ve özgürlükler kısıtlanmış, ordunun ve yürütmenin elini güçlendiren düzenlemeler yapılmıştı. TİP kapatılmıştı. Devrimciler, aydınlar zindanlara atılmış, katledilmiş, sola “balyoz” indirilmişti. Bakanlar Kurulu’na Meclis’i pas geçerek kararnameler çıkarma yetkisi verilmişti. Devlet Güvenlik Mahkemeleri hazırlanmıştı. Kurum özerklikleri kaldırılmış ya da budanmıştı. Kamu görevlilerine sendika yasağı getirilmişti.

Niye bunları seçtik sıralamada? “Darbe mağduru” Demirel’in “sivil tedbir”lerine benzerliği yüzünden…

Deniz'lerin idamına kalkan demir el

Bu “tonton” adama bir de 1972’de Meclis’ten bakalım.  Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan hakkındaki idam kararının oylanması sırasında. Güleryüzlü, iki elini de kaldıracak kadar hevesli idamları onaylarken. Ürkek, en ön sıradaki kafasını arkaya çevirip de, arkadaşlarının ellerini görmeye çalışırken. “Üç’e üç!” matematikçisidir Demirel. Hiçbir idam kararı, onun öncülüğündeki kadar sevinç tezahüratlarıyla karşılanmamıştır. Ve hiçbir idam kararının arkasında, onunki kadar kararlılıkla, en küçük bir sızı olmaksızın durulmamıştır. Davasının adamıdır! “Hikmet-i idare, devletin bekası gibi kavramlar geleneklerimizde vardır. Padişahlar kardeşlerini, çocuklarını astırmıştır…”

Belki de, Deniz’lerin THKO davasında yaptıkları savunmadaki “Kimdir Bu Demirel” başlıklı bölümde, birkaç cümlede çırılçıplak resmedilişinin fazladan hıncı vardır hevesinde.

40  yıl geçecek, bu tutumu değişmeyecek, ama kendi özü, “siyasi manevracılık” sanılan kişiliksizliği de sızacaktır sorulduğunda: “O gün ülkeye hâkim olan güç, benim elimden de hükümeti almış. Meclis’te 276 tane milletvekili oy kullanmış. Ben 1’im. Bütün bunları bırakıp, meseleyi benim üzerime yıkmanın manası tamamen bir nevi kötülemedir. Benim sebep olduğum bir olay değil ki…”

İşte Demirel budur. Menderes’lere çok üzüldüğünü, idamın yanlış olduğunu söyleyen, Deniz’ler için “şartlar öyle gerektiriyordu” diyebilendir. Ve hep sinsidir, hep “benimle ilgisi yok”çudur.

1970’ler, kronolojiyi varlığından bezdirecek bir silsiledir özellikle Türkiye’de. Olaylar sıralaması bile kaotiktir ama her noktasında net bir Demirel figürü ne yapıp edip girmektedir çerçeveye.

12 Mart’tan çıkış sürecindeki 14 Ekim 1973 seçimi, iktidar partisi çıkaramaz. 7 Şubat 1974’e kadar süren “hükümetsizlik” krizi CHP-MSP koalisyonuyla bitti denirken, 18 Eylül’de Başbakan Ecevit’in istifasıyla başa dönülür. Ama bu arada iki şey olmuştur: Temmuz-Ağustos Kıbrıs Harekâtı ve DP lideri Bozbeyli’nin “sağ ittifak” önerisine Demirel AP’sinin onay vermemesi. Konumuz gereği bu ikincisine bakacak olursak, Demirel’in sağ partiler arasında müttefik arayışının kriterlerinin, sadece asker mimli DP ile arasına mesafe koymakla sınırlı olmadığını, aksine DP’nin mirasçısı olduğunu ilan ederek, hegemonyasında hiçbir çatlak istemediğini göreceğiz.

Cumhurbaşkanı Korutürk’ün hükümete vekaletle görevlendirdiği Sadi Irmak güvenoyu alamasa da 30 Mart 1975’e kadar getirir ülkeyi. Bu arada, Demirel vazgeçilmezliğini kanıtlamış, diğer partilere doğal önderlik konumunu kabul ettirmiş, burjuvaziye tarım eşrafı bulaştırabilecek DP’yi erimeye itmiştir. Araya bir de Bilderberg üyeliği sıkıştırmıştır, bilelim, ama oraya girmeyelim.

Milliyetçi Cephe ve büyüyen kan gölü 

Hükümet kurma görevini alan Demirel’in koalisyonuyla, Milliyetçi Cephe dönemi başlar. Demirel AP’si, Türkeş MHP’si, Erbakan MSP’si ve Feyzioğlu CGP’si. Ortak misyon, solun yükselişini önlemek, sınıf hareketini bastırmak, sermayeye “nurlu ufuklar açmak”tır.

Bu yazının konusu Türkiye’nin ekonomik ve sosyal tarihi değil, siyasal tarih boyutu da Demirel figürüyle sınırlı olmak durumunda. Bir sınır da yazının boyutu tabii.

Tam heyecanlı yerinde, MC’deyken, bunu 2. MC izleyecekken bu notu düşmek gerekiyordu. Çünkü buraya kadar, sınıfsal ve ideolojik yönleriyle, Amerikan şişirmesiyle, akıl almaz pragmatizmiyle, sermayeye adanmışlığı ve antikomünizmiyle varoluşunu gördüğümüz Demirel, “her şey değişir, gelişir” ilkesine direnebilmiş nadir örneklerdendir. En sık kullandığı kelime olsa gerek, “binaenaleyh”, bütün yapıp etmelerini özetler. Dolayısıyla, bundan ötürü, bu nedenle bir Demirel olgusu vardır tarihimizde. Kurulu düzen mekanizmalarını karakteristik özellikleriyle işletmekte, bekayı sağlamakta en işlevsel araçtır. Binaenaleyh Demirel. Bunu yine sık kullandığı bir başkasıyla da yapabiliriz: Eşyanın tabiatı.

Kıbrıs Harekâtı’nın ABD’nin silah ambargosuna yol açması, sürekli “onlar tesis” dese de Amerikan üslerinde yaşanan gerilim, bunu ithalat ve ihracatta kotaların izlemesi, hacılara 70 milyon dolar harcanırken “70 cente muhtaç”lık, IMF ve Dünya Bankası’nın ekonomik idareyi ele alışı, hayat pahalılığı, devalüasyonlar, “petrol vaadı da biz mi içtik”, “borç yiğidin kamçısıdır” vecizeleri, ana hatlarıyla bir ülke tanımına elveriyorsa da, MC dönemlerinin siyasal izdüşümü, emekçilere, sola, aydınlara yönelik bastırma hurucudur. Bunlara belki Demirel’e özel, sülale vurgunları eklenebilir. En bilineni, yeğeni Yahya Demirel’in mobilya diye sunta ihraç ederek devletten aldığı yüklü vergi iadeleriyle, özellikle 24 Ocak 1980’den sonra gündelik dile giren “hayalî ihracat”ın atası bu olay soruşturulduğunda, Demirel’in “25 yaşındaki çocukla uğraşıyorlar” dediği örnektir.

“Ekonomi” diyecekti bir yerde, “tek kelimeyle söylersem, iyidir. İki kelimeyle, iyi değildir.”

‘Solculuk ülkenin rahatını bozuyor'

1974’ten başlayarak, 12 Mart’la inen balyozun etkisini kısa sürede üzerinden atan sol, sosyalist uyanış, işçi sınıfının örgütlü ve kendiliğinden mücadelesinin durdurulamayışı, bütün hak gasplarına, olağanüstü mahkemelere, yasaklara ve sıkıyönetimlere rağmen iktidarın uykularını kaçırması, sermayenin feryatları arasında, hani şu “rapor”lu sivil faşist hareketin hükümet paydaşı olmasıyla Demirel’ce taktiklerin parçası olarak devreye girişi de bu dönemin karakteristiğidir. Devrimcilere ve aydınlara, sendikacılara, gazetecilere yönelik cinayetler, katliamlar, suikastler haber manşetlerine zor girecek kadar “normal”iydi hayatın. Demirel başkanlığındaki hükümette devletin bütün kilit kurumlarına, bakanlıklarına, Emniyet’e yerleştirilmiş gerici-faşist kadrolar, terörle halkı sindirme operasyonundaydı. Denilebilir ki, Türkiye sağı, devletin parsellenmesini ve yeni kuşak hamlelerini bu dönemde tamamlamıştır.

“Vecize”leriyle bir arada gidersek: “Bugün sağ tedhişçi diye bir şey yoktur. Türkiye'de sol tedhişçi vardır, sağ tedhişçi diye bir şey yoktur. Adam öldüren yok yani” diyordu. Kime? Çok geçmeden öldürülecek olan Abdi İpekçi’ye. Göstere göstere gelen 1 Mayıs 1977 kontrgerilla tertibinde, yerinde duruyordu Demirel. Ama hep Ecevit’e suikastı önlediğinden bahsedilecekti. 23 Mayıs “vecize”si şuydu: “Solculuk yokken ülke rahattı. Solculuk çıktıktan sonra ülkenin rahatı bozulmuştur!” Öncesinde, hani anlamayan varsa diye açıklamıştı: “Solculuk komünistliğin kibarcasıdır.”

Kahramanmaraş katliamında, “devlet cinayet işleyenin yakasına yapışmalı”ydı tabii ama, bunun eki, “bana sağcılar, milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz” açıklığıydı. Çorum’da Alevî mahallelerinde estirilen terörle insanlar katledilirken, bu konudaki soruyu “Çorum’u bırakın, Fatsa’ya bakın”la kısaca yanıtlıyordu. Ordu / Fatsa’da, Fikri Sönmez belediye başkanıydı ve “Halk Komiteleri” yönetiyordu ilçeyi. Böyle bir örnek, katliamlardan daha tehlikeliydi Demirel nezdinde. Nitekim, daha Çorum’da kan akarken, askerî operasyonla Fatsa ele geçiriliyordu. TARİŞ’te işçi sınıfının eylemliliği ülkeyi sarsarken, kükreyecekti: “Memleketi Vietnam’a çevirecekler. Burunlarını sürtmezsek namerdiz!”

İşte Demirel buydu. Hal böyleyken, hep aynı kalmayı beceren ve buraya kadarki dökümde niteliğinin görüldüğünü umduğumuz Demirel, nasıl olmuştu da, gün gelmiş, “demokrat”, “hoşgörülü”, “sevecen ve muzip”, “devlet adamı ciddiyetinde” olarak tanımlanabilmişti? Bugüne bıraktığı izler açısından bu konu daha önemli olduğundan, hızlanalım.

12 Eylül, Demirel ve Özal'ın 24 Ocak uygulayıcısıdır 

12 Eylül diyeceksek, önce bir 24 Ocak da demeliyiz. 12 Mart faşizminde Demirel’in projesinin hayata geçirildiğini söylemiştik değil mi? Burada bir uyarı: Konumuz gereği sık sık Demirel adını zikrediyoruz, siz yerlerine sermaye sınıfı, Amerikancılık ve antikomünizm koyabilirsiniz.

TÜSİAD’ın gazete ilanlarıyla “toprak işleyenin, su kullananın” kampanyasıyla iktidara gelmiş Ecevit’in düşürülmesine katkıda bulunmasının ardından azınlık hükümeti kuran AP lideri Demirel, Başbakanlık Müsteşarı ve Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşar Vekili olarak atadığı Turgut Özal’a, “ekonomik hayatın yeniden düzenlenmesini” planlama görevi vermiş, planın ilk brifingi de, “Demirel’in haberi olmadan” Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’e sunulmuş, takdirle onay almıştı.

24 Ocak’ta “ekonominin liberalizasyonu adına ithalat kotalarının adım adım kaldırılması, ağır sanayi ve temel mallara dönük kamu yatırımlarının tasfiyesi, temel mallar üzerindeki sübvansiyonların kaldırılması, yerli ve yabancı sermaye yatırımlarının teşvik edilmesi, kâr transferinin kolaylaştırılması, KİT’lerin özelleştirilmesi, iç talebin daraltılması, dış ticaretin serbestleşmesi” olarak Türkçeye çevrilen IMF ve Dünya Bankası dayatmalarına uyum kararlarını, “bu tedbirleri almasaydınız diyen, daha iyisini bilen beri gelsin, binaenaleyh öküzün altında buzağı aramanın manası yoktur” diye savunuyordu Demirel.

O böyle diyordu ama, aynı zamanda ücretlerin düşürülmesi, üretimi engellemenin önlenmesi gibi tedbirlerin, ülkeyi yabancı ve yerli tekellerin yağmasına açmanın, dizginsiz liberalizmin işçi sınıfından ve sosyalist alternatiften alacağı yanıtın tedirginliği de vardı vücut dilinde. Sonra öküzün altındaki buzağı çıkıp bu konuya el attı. 12 Eylül darbesi…

Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Başkanı Halit Narin’e “şimdi gülme sırası bizde” dedirten 24 Ocak ve 12 Eylül, bir bütündü. Bu bütünün Demirel ayağına, bir kez daha, “sen bize bırak” denilmişti ve fötr şimdi Zincirbozan’daydı. 12 Eylül için, “fikirleri iktidarda kendileri yasaklı” denilmesi, MHP’den daha çok Demirel için geçerlidir. 1961 Anayasası’nın, “cebren” onaylanan 1982 Anayasası’yla ortadan kaldırılması dahil.

Özal, bu kararları uygulayacak ve daha ileriye götürecek taze bir alternatif olarak kurduğu ANAP’la iktidarı aldığında, ülkenin sadece ekonomik düzenlemeleri ve siyasal baskıları değil, bir de ideolojik tahakkümü tamamlanmıştı. Demirel’in “kalkınmanın teminatı” dediği imam hatiplerin, Kuran kurslarının yaygınlaşması, zorunlu din dersleri bile, kendisinden “aparılmış”tı…

Demirel'in tapulu arazisi bir ülke 

’80 öncesi siyasetçilere getirilen siyaset yasağı, eskileri feshedilen ve kurulacak partilerde yer alacak isimlerin MGK onayına tabi olması gibi bir dizi kısıtlama, Demirel’e “tapulu arazime gecekondu yaptırtmam” dedirtmişti. Tapulu arazime… Birdenbire “yasaksız Türkiye” sevdalısı kesilmiş, fiilen yer alamadığı çalışmaları, “illegale geçip” kod adlarıyla yönetir olmuştu. “Bir Bilen”, “Güniz Sokak”, “Baba”… Seçim meydanları pelesengi “Büyük Türkiye”, yaverlerinin kurduğu, sonradan Doğru Yol Partisi’ne evrilecek partiye ad olmuştu

Hani, “Çoban Sülü” lakabı için, bir akrabası, “çok abartıldı çobanlığı, güttüğü 5-10 koyundu” demişti ya, işte bu tapulu arazisine, ya da tarlasına girilmiş Demirel’in “yasaksız”çılığına inanılması, buna rahmet okuturdu. 12 Eylül, gerici ve liberal ideolojinin topluma nüfuzunun da mimarıydı ne de olsa… “Sivil Özal”a gösterilen liberal teveccüh, yerini “Demokrat Demirel”e bırakmaya başlamıştı. “Merkez sağ”daki demokrasi cevherini ilk keşfedenler de doğal olarak Birikim tayfası ve çıkardıkları Yeni Gündem’di işaret fişeği gibi.

6 Eylül 1987’de yapılan oylamayla yasağı kalktı Demirel’in, diğer siyasilerle birlikte. Evet evet, eski siyasetçilere yasağın sürmesi ya da kalkması için referandum yapılmıştı bu ülkede… “Bir devle yarıştık” diyecekti, sadece 75 bin oyla gelen bu sonuçtan sonra. Hemen ertesinde, 24 Eylül’de emanetçilerinden DYP’yi devraldı. 29 Kasım’da Meclis’te milletvekiliydi. 1991’de başbakandı, 1993’te, ölen cumhurbaşkanı Özal’ın koltuğunda (yıllar sonra, “Turgut Özal'ın başkaları tarafından öldürüldüğü iddialarına ben katılmam, eğer öyle bir durum varsa bulur çıkarırlar. 19 sene bulunup çıkarılmamış” diyecekti). Anayasa’da değişiklikle iki dönem cumhurbaşkanlığı yapabilme maddesi onaylanmayınca, 2000’de fötrünü sayfiyeye götürdü.

Bu arada neler oldu? Sivas’ta gerici katliam oldu mesela. “Olay münferittir. Ağır tahrik var. Bu tahrik sonucu halk galeyana gelmiş. Güvenlik kuvvetleri ellerinden geleni yapmışlardır. Karşılıklı gruplar arasında çatışma yoktur. Bir otelin yakılmasından dolayı can kaybı vardır.” Belki bu tek örnek bile, değişmez karakterine yeterlidir. Başka? 28 Şubat’ta askerî ricalin dümen suyunda, “tetik çeken elle bir olmayan tespih çeken el”lerini bıraktı besleyip büyüttüklerinin, “gerici” deyiverdi. Birdenbire “aslında dini korumak için açılmış bir şemsiyedir” dediği laikliğe mi sevdalanmıştı, bir darbenin mi önünü almaya çalışmıştı, muammaydı! Bu da öyle.

‘Vecize'lerdeki korkunçluğu görmek: Tarih bilinci 

Fazlasıyla iç karartıcı bir portreyi, biraz hafifleterek toparlamayı deneyip bitirelim.

Çok daha geniş detaylandırılabilecek Demirel öyküsünden birkaç pasajla resmedilen karakterin başat bir siyasal figür olması, Türkiye’nin toplumsal tarihi hakkında fikir verebilir. Bugün bile yer yer “hayırla yad edilmesi”nde bir hikmet olmalıdır.

Sevgili Enver Aysever, çocukluğunda Demirel’in ay gibi, güneş gibi, evrenimizin doğal ve ayrılmaz bir parçası olduğunu düşünürmüş, gösterilerinde anlattığına göre. Fikret Kızılok’un “Demirbaş” adlı parçası, “Süleyman Hep Başbakan” olarak bilinir ve bütün bir tarih anlatımındaki değişmez yerini vurgular. Biraz Barış Manço, “dünyanın ona kalmayacağı”nı sezmiştir “Süleyman”ında. Ağrıyan dişiniz çekildiğinde bile, önce bıraktığı boşluğu hissedersiniz. Belki bizim ve bir önceki kuşağın tahayyülünü aşan bu duygudur kimilerinde öne çıkan.

Ya da zaman zaman, bize bile, “yahu böyleleri görülmedi” dedirten, AKP kadrolarının bayağılıkları, fütursuzlukları, nobranlıkları, bir fötr siperliğinden bile yoksun apaçık kötülükleridir sebep. Bir “gelen gideni aratır” talihsizliğidir belki ilk bakışta. Ama, toplumsal direncin zayıflamasından doğan boşluğu, örtüsü sıyrılmış yüzün dolduruşudur belki de.

Doğrudur, en çok taklidi yapılan, karikatürü çizilen, hakkında şarkılar yapılan siyasetçidir yaşadığı dönemde. Doğrudur, bunların çoğuna kendisi de gülmüş, popülerliğine bir katkı gibi, pek de kulak asmamıştır. Ama dikkat edilsin, bunu, hele şimdikilerle kıyaslayınca, bir “hoşgörü” olarak tanımlamak değil, yönetme tecrübesi ve doğrultusundan eminlik olarak anlamaktır doğrusu. 1968’de öğrenci yürüyüşlerine karşı, literatüre biraz deyimleştirilerek “yollar yürümekle aşınmaz” olarak giren sözünün aslındadır mesele: “Sokaklar eskimez, takati olan yürür.” Demirel, zaman zaman emniyet sübabından kaçağa izin verir görünümünde, tenceresinin kaynamaya devam edeceğinin hesabındadır. Takatler kesilene kadar! Ve bunu yapacak olan da kendisidir, telaşa mahal yoktur.

Çizimi sadeleştiren hatları, taklide elverişli jestleri ve şivesi, bir de fötr eklendi mi, kolay yansıtılır bir nesneye dönüşür Demirel. Ama bunlar, siyaset tarzının da şifresidir. Arkaya hafifçe kaykılmış bir şapka, taşıdığı yüke uygun çapta boyun ve gerdanın kırılması, hitap edilenleri kuşatarak kendisine avantaj sağlayan baş çevirmeler, akı bol kapağı önde gözlerini gezdirmeler, yerine göre dozu artıp azalan şiveli ağız, halk arasında “kısmetlilik” işareti olan ayrık iki ön diş. Ve hep, yaşananların bir oyun olduğunu düşündürecek denli hafifsemeli, dalgaya vururlu söylem.

Bütün demeçlerini, şu ünlü “vecize”lerini ele alın, anlamsızlığın, yanıtsızlığın, ya da her yöne çekilir anlam ve yanıtın yumağıdır. İcraat adamıdır ve bunlar yer aldığı siyaset düzleminin çok arka planında, önemli olmayan parçaları olarak geçiştirmelerdir. Bu yüzden, birçoğu, bağlamından koptuğunda, dönemi unutulduğunda, neyin karşılığında kullanıldığı küllendiğinde, “hoş, eğlenceli” sözler öbeğine dönüşür. Altında korkunç bir senaryo yatar, ama görmek kazı gerektirir, kesilmemiş takat gerektirir, tarih belleği gerektirir.

“Serbest piyasa” ekonomisinin savunucusu Demirel’in 1991 seçimlerinde öne çıkan sloganını anımsayın. “Herkese iki anahtar.” Ev ve araba vaadi tamamdır da, bunun “herkese” olması? Demirel, müthiş bir jonglördür, vaadin “sosyal eşitlik” algısına açık kısmı, iki anahtar hayalinin pudra şekeridir.

Zübük'ün cebinden çıkan siyasetçi tipi 

Aziz Nesin, Zübükzâde İbraam Bey’i yaratırken, daha doğrusu kopyalarken, “Zübük” filminde Kemal Sunal’ın canlandırmayla güncele uyarladığının aksine, Demirel henüz piyasaya çıkmamıştı (basımı 1961). Ama öncülleri vardı, “çok partili” dönemde ete kemiğe bürünüp siyasete ağırlık koyan, 27 Mayıs’ta önü kesilince hemen akabinde toparlanmak için her yolu mübah sayan. Türlü üçkâğıtlarla, din istismarlarıyla, dertlere çare bulacak geniş çevre ilişkileriyle, “solcu muhalif”lere aman vermeyecek sağ hattıyla, yüce menfaatler için paraları toplayıp dolandırmakla yükselen bir kasaba politikacısıydı İbraam Bey. Hani Gogol’ün “Palto”suna anıştırmayla söylersek, Demirel, Zübük’ün cebinden çıkmıştır. Zübük, “kağnı gölgesindeki it” olmaktan, kağnılığa ve gölgeliğe yükselmiştir Demirel örneğinde. Öngörüsüne diyecek laf yok Aziz Nesin’in, ama “Zübük” sadece bir Demirel habercisi değil, önceleyenlerinden hareketle, “karakter” açısından toplumsal bir gözlemin ürünüdür.

“Biz önce kendimizi kandırıp, onları da bizi kandırsınlar diye zorluyoruz. Kendi içimizdeki zübüklükleri biriktirip, birleştirip, zorlaya zorlaya zübük yaratıyoruz. Karşımıza bir zübük çıkıyorsa, onun zübüklüğünde bizim de bir parçamız var” dedirtir Aziz Nesin, bütün bir romanı gözünden izlediğimiz öğretmene son mektubunda.

Demirel, bir olgudur. Cismen aramızda değildir artık, bütün melanet mirasını devredip gitmiştir, yaşamayı mirasçılarında sürdürmektedir. Bugün ona “rahmet okutan” siyasetçiler, siyasetçilik tarzıyla, sermaye adanmışlığıyla, gericiliğiyle, ırkçılığıyla, emperyalizm yaltakçılığıyla, emekçilere ve sosyalizme düşmanlıklarıyla bir geleneğin devamıdır. Çok daha öncesi olan, ama Demirel’le tipolojisi netleşen bir halk ve gelecek düşmanlığı. Değişen tek şey, sosyalizmin takatinin kesildiğini zannedenlerin çok daha çıplak gezen namussuzlar haline gelmeleridir.

Sağ, yapıp etmelerini, görünüşte toplumsal mutabakata dönüştürmek için soldan devşirilmiş onaya muhtaçtır. Demirel, bunu hayal bile edemedi, karşısına hep çetin bir set çekildi, yanıtı sert verildi, sosyalizm alternatifi meydanı terk etmedi. 12 Eylül sonrası ortalığa salınan kullanışlı sivil toplumcuların, liberallerin, kimlikçilerin, “demokraaasi”cilerin, Kemalizm ve Cumhuriyet’le sınırlı anti-otoritecilerin esamisi okunmuyordu o zamanlar çünkü.

Bunların bir tarihsel aktarımla sınırlı olduğu düşünülmez umarız. Daha yakın bir dönemde bu karakteri, bu siyaset tarzını gözlemlemek isteyenler, AKP’ye, yandaşlarına, trollerine, “beyin takımı”na bakabilir. Her bir “vecize”nin izini güncellenmiş halleriyle sürebilir.

Matruşkanın ikinci halkasından Zübük, ondan Demirel, ondan Özal-Erdoğan çıktıysa, hepsini doğuran, Türkiye’nin sosyo-politik yapısında geri olan, emekçi halka karşı olan ne varsa kullanan sağcılıktır. Demirel, “solculuk komünistliğin kibarcasıdır” derken yanılıyordu, ama sağcılık örtüsüz, açık, kaba sermayeciliktir, emekçi düşmanlığıdır, ümmetçi gericiliktir, ırkçı milliyetçiliktir ve tezahürleridir. Görebileceğiniz gibi, bunun temsilî örnekleri, pek az kişilik özellikleriyle, programatik nüansla, ellerindeki ve karşılarındaki güç dengesiyle ayrılabilir birbirinden.

Binaenaleyh, bizim Demirel portresinden çıkardığımız sonuç, onun temsilcilerinden biri olduğu zübüklüğün bu topraklardaki kökünü kazımak üzere bütün takatimizle mücadeleyi yükseltmek, ardıllarına dünyayı zindan ederek düzenlerini yıkmanın, sosyalizmi kurmanın bir insanlık borcu olduğunu kavratmaktır. Eşyanın tabiatı gereği, burunlarını sürtmezsek namerdiz iddiasıdır.

Vaktiniz olursa:

Fikret Kızılok, “Demirbaş”: https://www.youtube.com/watch?v=P8hQKG_uGm0

Cem Karaca, “Raptiye Rap Rap”: https://www.youtube.com/watch?v=3DgfKdnUBkA

Barış Manço, “Süleyman”: https://www.youtube.com/watch?v=y3s0LmQEnnE

24 Ocak Kararları konuşması: https://www.youtube.com/watch?v=75-Xb-T_BYw