Yenilmez olanın yenik düşen algısı

Yalçın Akyürek

Blog: Serbest Kürsü

Zaman insanları dönüştürme becerisinden daha hızlı ilerliyor. Yetişmenin yegane kuralı zamanı satın almak ve bunu yapabilenlerin sayısı geride kalanların sadece milyonda biri. İnsanların mutsuz olmaları için yüzbinlerce neden sayılabilirken insanları mutlu edebilecek olanların sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Türkiye söz konusu olduğunda topraklarımızda özgünleştirilen melankoli, feda kültürü ve bedensel temasa hatta yalnızca kadın bedenine indirgenen ahlaki yapı ile bahsedilen durum daha da ürkütücü. Buna göre düzenlenen toplumsal ve kişisel ilişkiler yumağından beklenen mutluluk ve refah her geçen gün biraz daha uzaklaştırıyor zamanı kendimizden.

Burjuvazi bu kültürü yaşatan üretimlerden asla vazgeçmez. Çünkü burjuvazi için örneğin kendisi ve kan bağının olduğu erkeklerin dışındaki tüm erkek bireyler birer robottur. Kadın ise mirasını bırakabileceği erkek çocuğunu dünyaya getirecek olan metadan başka bir şey değildir. Kız çocuklarını da bir sözleşme gibi iş ortaklıkları kurmanın, iflastan kurtulmanın bir yolu olarak görür. TÜSİAD ve MÜSİAD’a baktığımızda bu durumu Türkiye için daha iyi anlayabiliriz. Bu bağlamda burjuvazi sanatı,insanlığın birikimlerinden doğan ortak kültürü ve birarada yaşama becerisini esir alır ve böylelikle kendi aile ve ilişki anlayışının da temellerini sağlamlaştırırken dilediğince yaşama hakkını ve özgürlüğü kendisinde tekelleştirir. Burjuvazinin ve gericiliğinin hüküm sürdüğü iktidarın gölgesi altında yaşayan toplumlarda da ’’Kadın evde oturup temizlik, yemek yapsın, çocuk doğursun’’ kalıbına sığmayan kadınlara düşük ücretli güvencesiz iş, şiddet vs. zorbalıklar müstehak görülür. Soyunmasaydı, kahkaha atmasaydı, konuşmasaydı gibi gerekçeler bu kokuşmuş burjuva kültürünü her zaman meşrulaştırır ve her defasında tekrar üreterek her tekrarı da ‘’yeniymiş’’ gibi sunar.

Sovyetlerin yıkılmasının ardından örgütlülüğü dağılan proletaryanın payına liberalizm düştü. Türkiye’de 28 Şubat’tan sonra burjuvazi ve emperyalizm tarafından liberalizmle kol kola giren Siyasal İslam’ın emekçilere dayattığı karanlığın ve onun çıktısı olarak mutsuzluğun ve kötü yaşama koşullarından kurtulmanın formülü ibadet, milliyetçilik, mezhepçilik iken bu kalıba sığmayanların kapladığı alanı da liberalizm doldurdu. Eşitliğin, özgürlüğün, barışın, refahın ve mutluluğun adresi olarak tüm işaretler bugün liberalizmi göstermekte. Onun formülü ise "bırakın insanlar nasıl mutlu oluyorsa öyle yaşasın" ya da "kadın hakları için yalnızca kadınlar eylem yapsın, erkeklerin ne işi var" yahut "acı çekmek güzeldir" gibi dayanışmanın ve umudun önünü daha baştan kapatıp yalnızlaştırmanın, ötekileştirmenin yolunu açan seçeneklerden ibaret. Bu seçenekleri besleyen üretimlerden burjuvazi asla vazgeçmeyecek, asla! Bu yüzden örneğin türkü denildiğinde akla hüzün düşer, bu yüzden acı, keder sesleri çoğalır bağlamanın. Halbuki eğlenceli, neşeli bir çok türküsü mevcuttur bu toprakların. Bu neşeyi üretmiş olanların ismi yoktur, söz-müzik anonim olarak geçer hep. Sorun enstrumanlarda değil, sorun onları kullananların ve onlar üzerinden üretim yapanların baştan aşağı donandığı veya daha doğru bir ifadeyle donatıldığı kokuşmuş burjuva kültüründe. Kürt ve Türk emekçilerini, kadınları, gençliği, LGBT bireyleri netice itibariyle sınıfsallıktan yoksun zafere yaklaştıran her adımın sonucunda onları yine burjuvaziye teslim etmek; liberalizmin formülü!

Toplum içerisindeki bireylerin, kendisinden daha düşük refah seviyesinde yaşayanlarla dayanışma yerine ‘’acıma’’ duygusuyla gerçekleştirdikleri paylaşım taraflar açısından ne kadar hazindir ki bu kokuşmuş burjuva gericiliğine hizmet eder. Fakat yine burada çıkarlar ön plandadır ve giderildikleri sürece toplum ve insan ilişkilerinin gerçekleştiği zeminin pek bir önemi yoktur. Bu durum kendinden bağımsız olarak en nihayetinde gerici anlayışa hizmet eder ve her iki taraf için de  insanlığın ortak değerleri bu noktada devre dışı kalır. İnsan eşya olarak gördüğü her şeyin, giderilmesi gereken bir ihtiyaç olmasa dahi, daha iyisine özenir. Özel mülkiyetin hastalığı budur. Bu devran bu şekilde döndüğü sürece bu hastalık devam edecektir. Hastalıktır çünkü eşyayı kullanma şekli,kullanılması gereken şeklinden daha sorumsuz ve hoyrattır. Kaybetmek, acı duymak, umutsuzluğa kapılmak yalnızlaşan birey için bir besin kaynağıdır ve bu kaynaktır birey için kendisinden ve kendi isteklerinden başka herşeyi metalaştıran.

Bahsedilen çürümüş burjuva kültürünün, üzerinde hüküm sürdüğü bireyler bilir ki dahil olduğu kalabalık zarar görürse kendisi de zarar görür. Çaresiz olmadığını farkedemeyen mutsuz bir toplum içerisinde bireyler, zarardan kendisini korumak için yalnızlaşmayı tercih ederler. Çünkü ancak yalnızken daha hızlı yol alabileceğini düşünür. Zarardan etkilenmemek için onlarca gelişim ve/veya satın alma gücü seçenekleri türetilir zamanı peşinden sürükleyenler tarafından, geride kalanlar mutluluğun ve refahın peşinden koşsun diye. Ve geride kalanların hepsi bu seçenekler çerçevesinde yapar tercihini. İşte koşulan bu yol, çaresizliğin ve umutsuzluğun döşendiği bir yoldur. Liberalizm ve dinci gericiliğin kalabalıkları mahkum ettiği bu yol hep karanlıktır.

Gücün şiddetini belirleyen kırıp geçirdiği eşyaların aldığı zarar değildir. O yüzden de şiddetin ulaşabileceği ve kendisini kabul ettirebileceği bir sınırı vardır. Esas olanla baş edemediği sürece güç sahipleri kaybetmeye mahkumdur. Bahsedilen esaslık yitip gidenler değil onların toplumu ileriye taşıyan ve geri adım attırılması imkansızlaşan birikimlere yaptıkları katkıların artık toplum tarafından duyulan bir ihtiyaç haline dönüşmüş olan farkındalığıdır.

İşçi sınıfı ve emekçi kitleleri oluşturan milyonlarca bireyin yaşamını, "kendisi gibi yaşama" özentisine mahkum eden burjuvazi karanlıktır, barbardır ve güçlüdür. Fakat o karanlığın, barbarlığın ve gücün de yıkamayacağı şeyler vardır, bizlere bu karanlıkta adımımızı atmamız gereken yolu gösteren!

Karanlık ne yaparsa yapsın görme mesafesi belli bir yerden sonra sıfıra yaklaşır ve uzun sürdüğü varsayıldığında görme eylemi dezenformasyona uğrar. Göz görüntüyü kaybettiğinde karanlığın daha ne kadar arttığının bir önemi kalmaz ve karanlığın gücüne sınır koyan şey zaman içerisinde ancak aydınlığı aramaktan ve bunun için mücadele etmekten kaçınmayanların mücadeleleridir, gözleri yeniden aydınlığa kavuşturacak olan da.

Proleter kültürün olması gerektiği yerde evde, sokakta, kafede, plazada, madende, inşaatta, fabrikada, tarlada vb. insan ilişkisinin olduğu her yerde birbirine girmiş ve kokuşmuş burjuva kültürü hakim ise kalabalıktan ve bireylerden mutlu bir hayat beklentisi gerçek dışı. Bu kültür yalnızlaştırır, özendirir ve ulaşılamaz olduğunda, ki her zaman ulaşılmazdır, sonu hep hüsrandır ve umutsuzluk yerleşir.Zamanı peşinizden sürükleyemiyorsanız zamanı peşinden sürükleyenler gibi refah içerisinde ve hızlı yaşayamaz, onların mutlu olduğu araçlar üzerinden mutlu olamazsınız.

Zamanı peşinden sürükleyenler, onu satın alabilenler ve geride kalanlar. Her şeyini geride kalanların yarattığı dünyada zamanın kendisini yaratanlardan ileride olmasında bir tuhaflık yok mu? Bizler yapıcılarız. Ancak biz yaratır biz yok edebiliriz. Yalnızlıktan keyif almaya, dertlenmeye, kederlenmeye, acıları yedire yedire yaşamaya ayıracak vaktimizin olmadığını fark edip zamanın peşinden sürüklenmeyi bıraktığımızda göreceğiz burjuvazinin karanlığına ve hızına karşı direnen ve burjuvazinin gücü karşısında bir avuç gibi görünen insanlığın ortak birikimini; aydınlığı ve mücadeleyi.

İnsanlığın ortak birikimi, değerleri var demiştik; örgütlülük gibi, mücadele gibi, aydınlık gibi, onurlu ve ilkeli yaşamak gibi...

Bu kokuşmuş kültürüyle, baskısı, zulmü sömürüsüyle burjuvazinin de yenemeyeceği şeyler var demiştik; Marx, Engels, Lenin, Stalin, Nâzım, Neruda, Marti, Tanya, Castro, Che, Şi Minh, Robespierre, Ferruhzad, Aziz Nesin, Behice Boran, Nelson, Clara, Hasan Ağabey, Ahmet arkadaş, tutsak Ulaş, madenci İsmet yoldaş, öğretmen Zeynep, Hüseyin, sen, ben, hepimiz...