İmkansızın peşinde bir ömür: İkame çocuk olmak…

Deniz Arık Binbay/Psikiyatrist

Blog: Dünyayı Verelim Çocuklara

Ölülerin yeri doldurulamaz…

Her çocuğun sadece kendisi olma özgürlüğü vardır. Doğum kontrolünün çocuk üzerindeki etkilerini konuşurken bir başkasının yerine konan çocuklar konusuna giriş yapmıştık. Doğup ölen ya da ölü doğan bir kardeşten, hemen sonra doğan bir bebek sizce sadece kendisi olabilir mi? İki bebeğin arası çok kısaysa, biraz da o ölen kardeş olmaz mı annenin zihninde? Olur, çünkü henüz ölen bebeğin yası tamamlanmamıştır. Özellikle bir yıldan kısa sürede hamile kalınırsa, ki genelde çevrenin baskısı da, hatta bazen maalesef hekimlerin önerisi de bu yönde olur. Anne gözetilir o durumda. “Yazık”tır, çocuğunu kaybetmiştir, hemen yeni bir bebek yapıp durumu telafi etmesi, ölümü inkar etmesi, ölüm karşısında bir rövanş alması ve yeni bebeğiyle mutlu olması beklenir. Yani, yeni bebekten “anneyi iyileştirmesi” beklenir. Ne kadar büyük bir misyon, küçücük omuzlara yüklenir.

Hele de bizim ülkede yas üzüntüsünü yaşamaya tahammül nedense az. Yas tutma becerimiz pek de gelişmemiş, inkar etmek, ölümle yüzleşmemek ve hemen iyileşivermek istiyoruz. Daha çok da yası olan kişinin yakınları hızla iyileşmesi için zorlayıcı olabiliyor. Dinin bu konudaki yeri ve baskısı da etken tabii. “Sen ağlarsan o mezarında rahat edemez” den tutun da, “Allahın takdiri, üzülmek boş” “Ölünün arkasından konuşulmaz” a kadar değişen dini ve kültürel yaklaşımlar, ölüm olduğu gün acılı kişiyi acil servise götürüp sakinleştirici yaptırmaya kadar giden yanlış uygulamalar çok yaygın. Amaç acının kısa sürmesi, mümkünse olmaması… Ancak yakınını hele de çocuğunu kaybetmiş bir kişinin hemen iyileşmesi, üzülmemesi mümkün değildir. Aksine üzüntüsünü olduğu gibi yaşaması çok önemlidir, o kişiyi iyileştirecek en önemli etkendir. Kısacası yeni bir bebek dünyaya getirmeden önce özelikle annenin ve tabii babanın da zihninde önceki bebekle ilgili meselelerin çoğunu bitirmiş olmasıdır istenen. Çünkü ancak o zaman yeni bir bebeğe yer açabilir ve sadece O olduğu için sevebiliriz. Bunlar bir çocuğa verilebilecek çok önemli hediyelerdir.

Sıkça görülen benzer bir durum da bebeğe, kaybedilen bir büyüğün adının konulmasıdır. Ölmüş birinin adı konursa, o kişinin ölümünü yadsımaya devam etme çabası olarak, bir çocuğa misyon yüklenirse o çocuk sadece kendisi olabilir mi peki? O kişiyi (sözde “adını yaşatsın” denir ama basbayağı içten içe o kişiyi yaşatmaya devam etmesi istenir) yaşatabilmeyi büyükler bile başaramamışken, küçük bir çocuk nasıl yapabilir? Ne kadar büyük bir yüktür, ömrünce taşıyacağı büyük bir kambur…  Ancak bizde dedelerin ninelerin isimlerinin konulması gelenektir. Geleneklerin de anlamı vardır. İsim laf olsun beri gelsin diye konulmaz. Çocuğun hayatı boyunca taşıyacağı, anlamlar yüklenecek, O’nu çağıran insanların içinde duygular ve zihninde çağrışımlar uyandıracak bir etikettir adeta. Çok sevdiği annesi ölmüş olan bir kadın ya da erkek, kız çocuğuna annesinin ismiyle hitap ederken içi titremez mi? Diğer çocuklarından biraz daha farklı (belki de daha fazla, belki de karmakarışık duygularla) sevmez mi? Daha farklı sarılmaz mı? Eşinin belki de hiç sevmediği annesinin ismiyle çağırdığı kızına diğer ebeveyn neler hisseder? Kızgınlığı/ kıskançlığı bulaşmaz mı?

Çocuk tüm bu duyguları hisseder, en azından sezer. Öyle olunca da sadece kendisi olması imkansızlaşır, bu hakkı elinden alınmıştır. Evet, hepimizin öykülerinde az ya da çok vardır bu geleneksel etkenler, belki isim konmasa da olabilir tüm bunlar ama isimler, birinin bir diğerinin yerine konduğunun açık seçik ifadesidir. Durum somutlaşmıştır. Oysa her çocuk sadece kendisi olabilmeyi hak eder.

Üstelik bir de “kör ölür badem gözlü olur”. Şimdi bir de annenin zihnindeki bu mükemmel bebeğin ya da ölen çok kıymetli kişinin içini doldurmaya çalışmak var. Yazık ki ne yazık… Hep eksik hisseder, hem annesini memnun etmeye, hem kendisini tamamlamaya çalışır durur kişi…

Aşırı yüklü isimlerin etkileri de benzer değil mi peki? Yüklü isimler, çocuğa bir şekilde misyon yükleyen, anne babanın aşırı beklentisini simgeleyen isimlerdir. Kahraman, Cesur, Yiğit, Devrim, Öcal, Muhammed, Kürşat, Alperen, Furkan… Örneğin ismi kahraman olan bir kişiden beklenen bellidir. Mizaç olarak içe kapalı sakin çekingen biriyse bu kişi, kendiyle rahat edebilir mi acaba? Öcal isimli barış yanlısı kişi topluma girince neler olur? Devrim isimli öğrenci ülkücü öğretmene denk düştüyse vay haline… Ebeveynin ideolojisinin yanı sıra travmasını da devralır. Anne babasına öfkelenmesi de bu durumda kaçınılmazdır.

Koyduğu isimle ideolojisini çocuğa devretmeye ya da çocuk üzerinden kendini tanımlamaya değil, yapabiliyorsa anne baba ideolojisini kendisi hayata geçirmeye çalışmalıdır. Çocuk için bunların hepsi henüz ağaç yaşken dalına bağlanan bir salıncaktır, uçurmaz, aşağı büker.

Böyle durumlarda çok sık olmamakla birlikte ters kimlik gelişimi de mümkündür. Yani kendine dayatılanı reddedip, onun tam tersi, diğer uçtaki kimliği benimseme halidir. Ebeveynlerle ilişkilerin zorlayıcılığı ya da kabulleniciliği belirleyicidir bu durumda da. Örneğin babası ülkücü ya da aşırı dinci olan birinin sosyalist olması gibi, ya da tam tersi.

Çocuklar üzerine sloganlarımızı yazacağımız duvarlar değil, kendi yaşamlarını geleceklerini zaten hem bizden aldıklarıyla hem de kendi mizaçları ve becerileriyle kuracak insanlardır. Bizlere de onlara yol açmak ve nefesimiz yettiğince yanında yürüyerek eşlik etmek düşer… Önüne geçip çekiştirmek, ters yöne savrulma riskini de, yolunu ve kendini kaybetme olasılığını da artırır.

Kimsenin yerine yarım yamalak değil, kendimiz gibi kendimizce yaşayabildiğimiz ve yaşatabildiğimiz günlere…

*İkame: “Yerine konan” anlamındadır.

Katkı ve öneriler için; [email protected]