Emmanuel Todd'un yol açtığı tartışmalar: Batı'nın çöküşüne mi tanık oluyoruz?

Sosyolog-yazar Dr. Mahir Konuk, Fransız tarihçi ve antropolog Emmanuel Todd’un son verdiği söyleşileri değerlendirdi.

Osman Çutsay

Çalışmalarını Fransa ve Türkiye’de sürdüren sosyolog-yazar Dr. Mahir Konuk geçtiğimiz günlerde önce Fransa ve ardından da Almanya’da medyanın siyasi gündemine giren ve yine tartışmalar yaratan Emmanuel Todd’un söyleşileriyle ilgili genel havayı değerlendirdi. 

İlginç bir “aydın profiline” sahip Prof. Dr. Emmanuel Todd ile başlayalım. Bu yazar Türkçede pek bilinmez, galiba yıllar önce bir kitabı çevrilmişti. Ama Fransa-Almanya hattında, yani Alman sağının da dikkatle izlediği/izlettiği bir yazar. Todd’un solcu olmadığını biliyoruz. Kariyerini “SSCB batacak” teziyle ve 1976’dan sonra yapmıştı. Todd, son bir mülakatında Amerikan sisteminin çöktüğünü, Ukrayna’nın savaşı kaybettiğini, Rusya’nın bu çatışmadan kârlı çıktığını ve dünyanın büyük kesiminin desteğini aldığını belirtti. Avrupa’daki Amerikan rüyası kâbusa mı dönüşüyor? Todd ne diyor ve ne kadar haklı sizce? 

Emmanuel Todd’un sadece Türkiye’de değil ama Fransa’da da bir bilim insanı olarak ne kadar bilindiği ve siyasi konumlarından dolayı ciddiye alındığı meselesi de ayrıca bir tartışma konusu olabilecektir. Onu bir antropolog olarak en çok ciddiye alan ülke Japonya’dır. Aynı zamanda ”Alman sağının” da dikkatini çekmesi beni hiç şaşırtmadı doğrusu. Bence bunun nedeni de onun “antropolog” yanı. Zira Fransa’da siyaseten bir “anti-Alman” olarak belirlenir ve bu nedenle de sevilmez. Bence onun bu “antropolog” yanı üzerinden bu iki ülkede ciddiye alınmasının nedeni, öğretisinin bu iki ülkedeki geleneksel ve “faşizan milliyetçi” eğilime, doğru veya yanlış ama son derece “akla yatkın” görünen bir açıklama getirmiş olmasıdır. Zira hem Almanya ve hem de Japonya’da en yaygın geleneksel aile tipi “kök aile”dir (Famille de souche) ve bu tür bir aile tipi milliyetçi ve hatta “faşist” rejimlerin işini kolaylaştıran bir özellik taşır. Tabii ki Todd'a göre böyle bu... Bu anlamda, hangi tandanstan (bağımsızlıkçı-ulusalcı veya milliyetçi-faşizan) olursa olsun, “ulus-devletçi” bir düşünce ve siyasi analize sahip olmasıyla açıklanabilir.

Todd, kendi kendisini tarihe kök salmış bir burjuva ailenin ferdi olarak tanımlar ve bununla özellikle gurur duyar. Türkiye’nin sözüm ona “her şeyi bilen” tarihçisi gibi. Kararlı bir İngiltere ve Amerika hayranı olduğunu gururla ilan eder. Bireyciliğini ve anglosakson pragmatizmine düşkünlüğünü ilan eder. Bence bu ifşaatlarında son derece samimidir de. Tıpkı “ulus-devlet” üstü bütün burjuva yapılanmalarına (Avrupa Birliği ve para birimi gibi) karşı olmada samimi ve kendi içinde tutarlı bir davranışa sahip olduğu gibi…

Çözüm üretememe: Bir korku

Ben, Todd’un birçok alana –tarih, antropoloji, demografi, ekonomi, siyaset bilimi- yayılan ve onun kişiliğini belirleyen “bilim insanı” olmasıyla ilgili her şeyden önce şunu söyleyebilirim: Lenin’in tanımıyla “bilim adamının kendiliğinden materyalist” (Materyalizm ve Ampirokritisizm) bir kimliğe sahip olması. Bu tipik bir “aydınlanmacı-burjuva bilim insanı” olma haliyle eserlerinde hatırı sayılır düzeyde ileri sürdüğü ve tanımını yaptığı olguyu, geliştirdiği düşünsel düzlemde tutarlı olabilmeyi –en azından öyle görünmeyi- sağlamak üzere ileri sürer Todd. Bu yüzden de sadece “olgular” düzeyinde kalmak şartıyla, onlardan değerli şeyler öğrenmek mümkündür. Ama hepsi bu! 

Yani Emmanuel Todd, bizi olgularla diyalog kurdurmanın yanında, onların arasındaki var olan “diyalektik bir bütünlüğü” kuramaz. Analizleri, olguların çeşitliliği ile göz kamaştırır gibi olsa da, söz konusu olan sadece “yüzeysel” kalan yani kabaca “yansıyan” bir düzeydedir. Mesela, bütün burjuva bilim insanlarında ortak olan şey onda da fazlasıyla  vardır: Çözüm üretmemek ve hatta onu yasaklamak! Kısaca, Marx’ın “11. Tezi” onun için bilinçaltını işgal etmiş olan bir “korku kaynağı”dır.

Somutta nasıl görünüyor bunlar? 

Emmanuel Todd üzerine etraflı bir çalışmaya girişmiş bulunuyorum, ama anlattıklarımı sorunuza bağlı olarak örneklemek mümkün. Todd’un, “herkesin komünist olduğu” bir dönemde, 15’li yaşlarda FKP’li olmuşluğu da var. Ama Cambridge’de okuyup “adam olduktan” ve terbiye edilmemiş burjuvalığının sonucu olarak da “anti-komünist” olduktan sonra, 1976’da kendi toplumsal sınıfına tam bir “geleceğin peygamberi” olarak SSCB’nin “Son Düşüşünü” (La Chutte Final) müjdelemişti. Bilimsel olarak iddiasını temellendiren, aynı zamanda bir demograf olarak o dönemde SSCB’deki düzeyi oldukça yüksek olan “çocuk ölümleriydi”. Ama o, gerçekten de normal şartlarda sosyalist-komünist bir ülkede görülmemesi gereken bu olguyu ülkenin iddia edildiği gibi “komünist olamamış olmasıyla değil” ama tam da komünist olmasıyla gerekçelendiriyordu. Nitekim ona göre Ekim Devrimi’nin nedeni sınıf çelişkilerinin olgunlaşması değil, ama Rusya’daki geleneksel aile tipi olan “komünoter ve eşitlikçi aile” idi. Diğer ve onun anlayışına uygun bir ifadeyle, Ekim Devrimi ileriye dönük bir idealin sonucunda değil ama burjuvazinin bir iç meselesi olarak “geçmişe dönük” olarak anlaşılmalıydı.

Todd, açıkça Rusya yanlısı bir tutuma yöneldi... 

Evet, aynı Todd, bugün bize benzer olguları (çocuk ölümleri, yetişkinlerin ortalama ömrünün kısalması, yaygın yoksulluk, endüstriyel çöküş, vb.) ağlaya sızlaya ABD’nin çöküşünü ilan ediyor, Fransa’nın çöküşü ile birlikte… Dahası, onların çocuk ölümleri düşen, ekonomik olarak derlenip toparlanmaya ve tıpkı bir “ulus-devlet” niteliğini kazanmaya başlayan bugünün Rusya’sını ve Putin’i örnek almalarını salık veriyor, neoliberal güruhun nasırına basa basa hem de… Ona göre, Ukrayna savaşı bahsinde Rusya “saldıran tarafı” değil ama “mağdur” olup savunma savaşı veren tarafı temsil ediyor… 

Kısaca belirtmemiz gerekmektedir ki, ne siyaseten aslında dünün “anti-komünist” ve her zaman “burjuva” olan Todd’da da değişme olmuştur ne de onun bilimsel düzlemdeki “kendiliğinden materyalist” ve “burjuva bilim insanı” olmuş olmasında. Bunun yanında dünyada ve bütün insanlığı doğrudan etkileyen değişmelerle haşır neşir yaşamakta olan emekçilerin yaşam ve çalışma şartlarında önemli  değişimler olmuştur ve bir de onların gafil avlanmış olması önemli bir değişim olarak kayda geçirilebilir. Diğer değişme de, bugün insan toplumsallığının yönünü yok oluşa-yok edişe doğru yönlendiren kapitalist üretim biçiminin aldığı yeni biçimde (küreselleşme) ve yönetim şeklinde (liberal faşizm)… Todd’un günümüz mecrasında “muhalif” görünmesinin nedeni de bu zaten: Geçmişin “ulus-devlet” sınırları içine sığan nesnelliğini epeydir kaybetmiş burjuvalık.

İsyancılar, bayrak ve sembol

Gerçekten de Fransa-Almanya hattında kitle hareketleri herkesi şaşırtıyor. Özellikle son haftalarda Almanya’nın suskun kitleleri çeşitli gerekçelerle sokaklara doluştu. Almanya’nın ikinci büyük partisi AfD (Almanya için Alternatif) bir tür Le Pen hareketi ve aldığı kitle desteği büyüyor. Fransa’dan farkı ise galiba bir lider kültü içermemesi. Liderler gelip gidiyor... Ancak son gösterilerle sözde AfD’ye karşı çıkanlar da liberal sağın-solun etki alanında. Daha doğrusu kitlesel tepkinin solun etki alanına girmemesi için yöneten sınıflar bastırıyor. Neler oluyor?

Sorunuz iki parçalı olarak ele alınabilir aslında. Birinci parçada söz konusu emekçi halk kitlelerinin bölük bölük isyana kalkışması olgusu yer alıyor… Almanya’nın durumuyla ilgili pek bir şey söyleyemem ama Fransa şartlarında “Sarı Yelek isyanı” olgusu üzerinden gözlemlenen “milliyetçi” motifler, düşünce üretemeyen ve halkla somut ilişki yoksunu sözüm ona “sol kesim” üzerinde “ne oluyoruz, ulusalcılıkla muhalif olma birbirine mi karıştı yoksa, burjuvalık o kadar da boktan değil galiba…” türünden soruları gündeme getirdi.

Fransa’da isyancıların devrimin sembolü Fransa bayrağı taşımaları ile her türden bir burjuvanın o bayrağa yüklediği anlam arasında aslında derin bir uçurum bulunmakta. Emekçi nasıl “bedeninin uzantısı” haline gelen “üretim aracını” doğal olarak sahipleniyorsa, genellikle vatanını da öyle sahiplenir. Ama genellikle ne birisini ne de ötekisini mülkiyetine geçirerek sahip olmayı aklından geçirmez. Burjuva için ise önemli olan sahiplenmek değil, ama sahip olmaktır; aksi takdirde Fransız neoliberal burjuvazisini ve sermayenin küreselleşmesini açıklayamazsınız. 

Emek muhalefeti, sınıf ekseni

Sarı yelek isyanında her şeye emekçilerin damgasını vuran ve bir talep olarak hâlâ değiştirilemeyen nokta, “doğrudan demokrasi” talebinin göstergesi “Vatandaş İnisiyatifi Referandumu” (RİC) olmuştur. Aynı talep Haziran ayaklanmacılarının yerden biter gibi ortaya çıkardığı “forumlar” hareketi ile özdeştir.

Sorunun ikinci parçası için şunu söyleyebilirim: “Doğrudan Demokrasi” talebi bir “turnusol kağıdı” gibi işlev görür durumdadır. Mesela bir “Le Pen’ci” ile bir RİC taraftarını anında birbirinden ayırır. Bu ayrım, Sarı Yelek isyanına destek vermek için davranan bir Emmanuel Todd ve diğer milliyetçi güruh için de geçerlidir. Bence ne Le Pen ne de ona karşı görünen Todd gerçek somut emek muhalefet kanadını oluşturmaktadırlar. Aksine küreselciler için bir “son koz” olarak itinayla korunmaktadırlar… Bunun bizdeki örneği son seçimde “muhalif” görünen ulusalcı-milliyetçi kesimin anında saf değiştirmesi ve diğer kesimin de hemencecik sermaye tarafından biçilen kaderine razı olması şeklinde yaşandı…

Tarihin sonuna mı geldik yoksa yeni bir tarih mi başlıyor? Küresel ölçekte oynanan oyunlara, emperyalist zincirin zayıf halkalarından tepki göstermek mümkündü. Şimdi “güçlü halkalarda” da ciddi bir tepki/enerji birikimi var. Ülkeler bazında özgürleştirmeler, sosyalist deneyimler tamamen mi imkânsız? Eşitsiz ve bileşik gelişme yasası ile Hegel’in yeniden okunması, solun Leninist zayıf halka tezlerinin doğrulanması anlamına gelmiyor mu? 

Sorunuzun girişi bana Haziran ayaklanmasının şiarını hatırlattı: “Her yer Taksim, her yer direniş!”… Hegel’in marksist yorumu hareketin zaman-mekân içinde alacağı biçimlerin farklı olabileceğini ama değişimlerin her daim gündemde olduğunu ilan eder. O halde, bugün insanlık tarihinin kendisine ayırdığı güzergâhın sonuna geldiğinden, çöküş içinde olan ne veya kim? ABD emperyalizmi mi, yoksa topyekun kapitalist sistem mi? 

Cevap, çökmenin bütün Avrupa’yı, Japonya’yı sarmış olmasından ve hatta Çin’i de aynı “karadeliğin” içine çekmiş olmasından belli değil mi? Bugün sadece genel olarak insanlık için bir “kara deliğe” dönüşen kapitalist sistem değil, ama “nihilizmin” etten kemikten hali” (Todd) olan Küresel sermaye ve neo-liberal ideolojidir de. Lenin’in “emperyalizmin zayıf halkası” tezi doğruydu, ama bugün “kapitalist sistemin” bir yok oluş-yok ediş mekanizmasına dönüşmüş olduğu olgusu da somut ve sistematik bir veri haline geldiğinden yanlış değil tabiidir ki… 

Avrupa'nın ana ekseni çatırdarsa 

Bizce; “ileri kapitalist” ülkelerde en “radikal” tüyler takınmış olan solcusunun bile sadece birkaç yıl önce (Haziran Ayaklanması dönemi ve öncesi) ileri sürdüğümüzde şiddetle karşı çıktığı “kapitalizm her yerde çöküyor” tezi hesaba katılmadan, kimse bu emekçi kitle hareketi niteliğindeki başkaldırıları açıklayamaz. 

Bu ayaklanmalar, Türkiye gibi zaten çökertilmiş ve sadece “din afyonu” ile geçici olarak bitkisel hayat yaşayan ülkelerde “devrim hareketi” olgusunun tatil edildiğini veya gündemden kalktığını göstermez. Küreselleşme döneminin “zayıf halkası” doğal olarak küreselleşmenin yolunu izler ve mesela Fransa’yı alevlendirir… Nedeni ise devlet eliyle toplumsallaşmanın (ulus-devlet) bu ülkede, kapitalizmin geleneksel bağların bütünüyle ortadan kaldıramadığı ülkelere nazaran çok daha fazla insanı anında ve toptan bir şekilde etkilemesidir...

Fransa’da “petrol krizi” yaşandığı dönemde benzin fiyatı 2 ve hatta 3’e katlanmıştı ama bu bir “sarı yelek” isyanını doğurmamıştı. Şimdi artış çok daha az ama tepki gündeme hemen “doğrudan demokrasi” talebini getirdi. Nedeni açık değil mi: Kapitalizmin yol oluş-yok ediş süreci…

Avrupa’nın ana ekseni (Fransa-Almanya hattı) çatırdarsa, Avrupa’nın bağımlı çevresinde neler olur? Siz bu kitle hareketlerini ve toplumsal gelişmeleri nasıl okuyorsunuz?

"Fransa-Avrupa ekseni” AB ile kurulmaya başladığından beri daha çok bir tahterevalliye benzedi, bizim Emmanuel Todd’a bakarsan: Daha çok Almanya tarafı ağır basan bir tahterevalli… Bana sorarsanız sadece bu yüzden bile zar zor ayakta durmaktaydı zaten. ABD, Ukrayna savaşını provoke ederek ve Fransa yönetimi açısından “gönüllü” bir biçimde savaşın içine çekerek, Almanya’nın amiyane tabirle “fiyakasını bozdu” biraz. Ama ben sırf bu yüzden “eksenin” dağılacağını görmüyorum. Küresel sermayenin bence dünya dahil, hiçbir vatanı yok; insanlık dediğimiz olguyla da bütün köprüleri birer birer havaya uçurmakta. Onun ete kemiğe bürünen hiçbir “maddi yapılanmaya” tahammülü yok. Her şey, para gibi kurgusal nitelikli olmalı, eğer öyle değilse, bir “hiç” var olmalı! Todd’un lügatinde bunun adı “neo-liberal nihilizm” yani hiççilik. 

Son üç çalışmamda ben de aynı olayı “sıfırlama” olarak adlandırdım ve dinamiklerini belirgin hale getirmeyi denedim. Toplumsallaşma kabiliyetini hızla kaybeden sermaye bütün değerlerin bir tek akış yönü olacağını, ikame ettiği liberal faşist diktatörlüklerce dayatmış durumda. Bu yönde giden geri gelmediği gibi zahiri bir biçime bürünerek, bırakalım “canlı” olmayı, bütün “maddi” nitelikli olan tabiatını da kaybetmekte…

Kapitalizmin tarihsel sonu

Bu yolun sonunda kendisini insan toplumundan soyutlayarak var olan “kapitalist sistem” de kendiliğinden yok olacaktır, toplumsallığı kemirmesine bağlı olarak. Ama yine de, başta belirttiğimiz gibi, tarihsel sonuna eriştiğinden yok oluş zamanını uzatmaktan başka yapacak hiçbir şeyi de kalmadı bana sorarsanız. Bu yüzden içinde yaşadığımız sürece ben “yok ediş-yok oluş” süreci diye tanımlamaktayım… Avrupa’nın ve dünyanın durumuna müdahale etmeye soyunduğumuzda, öncelikle bu olgu göz önüne alınmalıdır. Sermaye, “Kitab-ı Mukaddese” bakarak bir “mahşer günü” senaryosu planlıyor, yerleşik muhalefet ise hâlâ geçmişin küf kokan mobilyalarını kurtarmak için “emek muhalefetinin” enerjisini bu yolda nasıl heba ederimin peşinde: Haziran ayaklanmasını küçümsüyor, Sarı Yelek’i lanetliyor… Oysa ki, mevcut “akış yoluna” karşı emek eksenli bir sınıf savaşını yaygınlaştırmaktan başka bir alternatif yol kalmadı. Aslına bakarsanız bu yolda yakın gelecekte sahte muhaliflerin ve emek dünyasına yabancılaşmış radikallerin aksine önemli adımların atılmaya başlanacağını öngörüyorum. Diğerleri için ise, böylece açılan siyasi ve ideolojik “yol ayrımı” önünde artık bir seçim yapmaktan başka bir yol kalmadı. 

Her seferinde ummadıkları yeni bir isyan hareketi ile karşılaşan “neo-liberal sosa” batmış bu sözüm ona “radikallere” söyleyecek bir tek sözüm kaldı benim: Fransa’da “Sarı Yelek” isyanı sökün ettiğinde, Tahtakale’de “sarı yelek” satışlarını kontrol ettiren yerli “liberal faşist” kadar bile olan bitenden haberiniz yok sizin; yazık, çok yazık!