Cumhuriyet'in krizinden 2028'e: 28 Şubat'ı nereye koymalı?

Aydemir Güler'e göre, 28 Şubat Türkiye’de düzenin kriz dinamiklerine dönük bir “restorasyon”. Sonu yoksulluk ve dinselleşmeye çıkan bu yol, 2028'de yeni sancılara gebe.

Emre Alım

27 yıl önce bugün kimi ''darbe'', kimi ''laik öze dönüş'' gördü. 28 Şubat 1997’de yayımlanan Milli Güvenlik Kurulu bildirisi siyasal İslam'ın Türkiye'deki seyrinde bir eşik oldu. Gerici hareketin koalisyonlara tutunduğu dönemi kapattı, başbakan çıkaracağı bir dönemin haberini verdi.

Peki AKP'nin varlığını borçlu olduğu bu dönemde ne oldu? ''Laikçi'' müdahale nasıl oldu da İslamcıların önünü açtı? İktidar ve muhalefet ''zulüm'' anlatısında nasıl birleşti? Milli Görüş gömleği kime kaldı?

Bu soruları Türkiye Komünist Partisi MYK üyesi ve soL yazarı Aydemir Güler'e yönelttik. Her şeyden önce 28 Şubat'ı düzenin krizine bir çözüm arayışı olarak gören Güler, bu müdahalenin dinselleştirmeyi başa yazan 12 Eylül ile sürekliliğine işaret ediyor. Bildiriye imza atan isimler yerine ordunun tarihsel misyonuna odaklanan Güler'e göre, ''28 Şubat'ın yarım bıraktığı müdahale dincileri toplumsal enerjiyle buluşturdu.''

Siz zamanında 28 Şubat ve sonrasındaki sürece dair o dönem için yaptığınız değerlendirmeleri "Asker Partisi Ne İstiyor" ve "Son Kriz" kitaplarında ortaya koymuştunuz. Burada ordunun bir siyasi parti olarak Türkiye kapitalizminin restorasyonunda üstleneceği işleve dair öngörüler ve saptamalar vardı. Buradan başlayalım: Neydi o zamanki tespitleriniz?

Türkiye’ye 12 Eylül’le verilmek istenen yön çok detaylı hazırlanmış bir şeye benziyor. 12 Mart’ın öncesinde başlıyor hazırlıklar ve belli ki 70’lerin ortalarında Türkiye’deki toplumsal, siyasal krizin aşılması için bir askeri diktatörlük tercihi yapılıyor. Bunun ekonomi programı da var. 12 Eylül’ü yapanların kalibresini küçümsememek lazım. Çok büyük bir kuvvet var arkalarında ama olmadı. Türkiye, 12 Eylül’de biçilen elbiseden birkaç dinamikle çıkıverdi. 90’lı yıllar çok köklü ve stratejik bir tercihin hayata geçirilememesi yüzünden krize sürüklendi. 

12 Eylül’ün tasavvurlarından bir tanesi açık bir şekilde Türkiye’nin dinselleştirilmesiydi. Bunun ne ölçüde 1919-1923 döneminde inşa edilen rejimle uyuşturulacağını belki de kestiremediler. Belki düzeltmeler yaparak, biraz kesip biçerek halledebileceklerini sandılar. Öyle değil, kuvvetli bir rejim değişikliğinin olması gerekiyordu. Buna yönelik yeterince donanıma sahip olmayan egemen güçler 90’lı yıllarda yeniden bir krizin patlak vermesini engelleyemediler. 

'Asker partisi düzenin krizine çözüm arayışındaydı'

Türkiye siyasetini liberal bir bakış açısıyla hep askerlerin ağırlığı üzerinden okumak bu dönem moda oldu. Askerlerin kritik dönemlerde rejimi kurtarmak, krize çözüm bulmak için devreye girmek zorunda kaldıklarını ve bir asker yönetimi saplantısı olduğunu düşünmüyorum. Müdahale etmek zorunda kalıyorlar. 90’lı yıllarda krize bir kez daha askeri müdahale var. Bunun için ordu da sürekli politize oluyor. 

12 Eylül bir faşizm dönemidir ama TSK kadrolarının toplumsal olarak etkilediği kesimlerin faşistleştirildiği bir dönem değildir. ‘Yukarıdan aşağıya şimdi faşizmi yapmamız gereken bir dönemdeyiz’ demişti TSK ve kendisini böyle yapılandırdı. Ama 90’lı yıllarda farklı bir şeyle karşı karşıya geldik. Ordu bir siyasi parti gibi davranmaya başladı. Buradan Kemalizmin restore edilmesini bekleyenler çıktı bol bol. 1930’lar öykünmesi yükseldi. Ordunun temel tahayyülü olan o dinselleşmeyi durduracağını hayal edenler oldu ve bunların hepsi yanlışlandı. O dönem asker partisi, düzenin krizine bir çözüm arayışı içindeydi. O çözüm arayışı hangi yöne işaret ederse onu icra edecekti. 

İşin ilginç tarafı 12 Eylül toplumu faşistleştirmek yönünde sonuç vermedi ama 90’lı yıllardaki asker politizasyonu dinci gericiliğe karşı bir yönelimin önünü açmış oldu. Ne yazık ki orada bir senkronizasyon problemi var. Türkiye solu o kadar gerilemişti ve öznel düzeyde o kadar hatalar yapıldı ki hakikaten Türkiye’deki dinci gerici yükselişi bir siyasal, toplumsal mücadeleyle engelleme imkanı olmasına rağmen değerlendiremedi. Asker partisinin müdahalesi tam tersi bir sonuç verdi. Yarım kalan 1923 Cumhuriyeti’nin tasfiye edilmesi sürecinde bir kavşak daha alınmış oldu. 

'Rejim değişikliği için toplumsal enerjiye, onun için de dinci gericiliğe ihtiyaç vardı'

O dönem yazdıklarımızda, parti siyasetinde attığımız adımlarda bu netlikte bir tarif yapamazdık. İçinde yaşarken o kadar net görünmesi imkansızdır. Bugün üzerine rahat rahat konuşuyorsak üzerinden çeyrek yüzyılı aşkın bir süre geçtiği için. Ama hatırlatmaya çalıştığım yanlışların dışında durduk. Ne asker partisinin bir militer saplantı olduğu tezine, ne asker partisinin bir laikleşme darbesi üretmek istediği yönündeki bir beklentiye düştük. Temel problem Türkiye’de sömürü düzeninin, kapitalizmin kendini krizlere karşı daha dayanıklı hale getirmeye çalışmasıydı. Bu açıdan da 1970’lerin sonunda olgunlaştırılan program hayata geçirildi. Neoliberalleşmenin önünü açmak, toplumsal direnç odaklarını izole etmek buydu. Krize karşını kendisini tahkim etmek neoliberal doğrultuda atılan adımları güçlendirmekti hedef. Burada kuşkusuz bir rejim değişikliği söz konusuydu ve o rejim değişikliği hafif bir şey olmuyor. Onu herhangi bir düzen partisi yerine getiremiyor. Bunu geçmişte ne Adalet Partisi yapabildi ne ANAP yapabildi ne de askerler yapabildi. Bu toplumsal bir enerjiye ihtiyaç duyan bir proje. Onun için de dinci gericiliğe ihtiyaç vardı. 

Bu biraz da olgunlaşma. Kuşkusuz bir dizi danışmanlık mekanizmasıyla 12 Eylül’cüler Türkiye’nin dinselleştirilmesi gerektiği sonucuna varmışlardı ama yapamazlardı. Yukarıdan aşağıya bir inşa değil, toplumsal bir enerjiyi ortaya çıkarmak gerekiyor. O yüzden Türkiye’deki bütün karşı devrimci birikimi serbest bırakmak gerekiyor. AKP bu. 

28 Şubat, krizini geçmeye çalışan Türkiye’nin bir dönemeci alıp dinci rejime doğru hız kazanmasına denk düşüyor. 28 Şubat’a imza atanların ne düşündüğü önemli değil, tarihsel fonksiyonu bu.

“28 Şubat sürecinde Cumhuriyet’i koruyor görüntüsü verenler, imamlara silah dağıtmış oldular” diyorsunuz. 28 Şubat'la AKP'nin yükselişi arasında doğrudan bir bağ var mı? 

Toplum mühendisiliği çok ilerledi. Toplumun yönünü mühendislik işlemleri belirlemez ama mühendislik yapılmadığını söyleyemeyiz. Yıllar boyu Türkiye’deki şeriatçı hareketin gelişimini izleyeceksin, hiçbir şey yapmayacaksın, tam tersine besleyeceksin. 1995 itibarıyla dinci hareket Türkiye’nin bir numaralı siyasi akımı haline gelecek. Dinci, şeriatçı hareketi normalleştirme  kampanyasını AKP’den çok önce başlatacaksın. Merkezi işgal etmelerine yardımcı olacaksın sonra birden bire aklın başına gelecek ve ‘bunun önünü kesmek lazım’ diyeceksin. Bu bir öznenin davranışı açısından inandırıcı değil. Çünkü biliyoruz ki 28 Şubat ve sonrasında TSK ve toplum içerisinde Kemalist ya da Atatürkçü, laik kimi damarlar kabardı.

"Asker Partisi 1996 yılından bu yana topluma ve kendi gövdesine, belirli bir restorasyon programı doğrultusunda ve planlanmış bir tempo ile sesleniyor. Kendi kadrolarını ciddi bir ideolojik ve siyasi formasyondan geçiriyor. Bu formasyonla uyumsuz hatta karşıt unsurları tasfiye ediyor. Toplumda kendi sempatizan kitlesini yaratıyor." Aydemir Güler, Son Kriz.

Bu damarlar daha önce de kabarıyordu. Bu damaların Kenan Evren kürsüde Kuran sallarken kabarmadığını kim düşünebilir. Nakşibendiden devşirilme Turgut Özal’ın cumhurbaşkanılığı sırasında o damarların uykuya yattığını kim söyleyebilir. Onlar baskı altındaydı. Bizzat devlet ve asker partisi tarafından baskı altına alındı. Daha sonra serbest bırakıldı ama yarıda terk edilmek üzere.

'28 Şubat'ın yarım bıraktığı müdahale dincileri toplumsal enerjiyle buluşturdu'

Bu mekanizmanın sonucunu görünce 28 Şubatçılığın yarım bıraktığı dincilere müdahale, dincilerin toplumsal enerji kazanmasına neden oldu diye okuyorum. Önünü kesmedi tam tersine daha önce sahip olmadığı bir toplumsal enerjiyle buluşmasını sağladı. Buradan kalkarak her şeyi toplum mühendisliğine yüklemek yersiz olur. Komplo teorisiyle açıklamak yersiz olur. Sonuçta mücadeleler veriliyor ama o mücadelede TSK’nin komuta heyetinin laik, cumhuriyetçi, anti-şeriatçı bir cephenin unsuru olduğuna beni kimse inandıramaz. 

Biraz önce danışmanlık dedim, o emperyalizmin danışmanlığıdır esas itibariyle. 12 Eylül ile piyasanın ve ‘düzenin istikrarının’ sağlamlaştırılması isteniyordu. Bunların ancak ve ancak dinselleşen bir Türkiye’de mümkün olacağı çok net biçimde saptanmıştı. Bunu saptayan kadrolar 15 yıl sonra karşımıza laik, Atatürkçü bir hareketin öznesi olarak çıkacaklar. Buna bana inandırıcı gelmiyor. 

28 Şubat'ta ne oldu?

Refahyol hükümetinin kurulması, Susurluk kazası, “Şeriat” eylemlerinin yaşandığı bir süreçte Milli Güvenlik Kurulu, dokuz saatlik toplantı yaptı ve 18 maddelik bildiri yayımladı. Buna göre dergahlar kapatılacak, sarık ve cüppe özendirilmeyecek, irtica ile mücadele edilecekti. 

Dönemin başbakanı Necmettin Erbakan bu kararları yalnızca 4 madde ile sınırlı olarak imzaladı. Refah Partisi, Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. MGK kararları arasında hayata geçirilen tek uygulama, zaten 1960'lardan beri tartışılan 8 yıllık kesintisiz ve zorunlu ilköğretim düzenlemesi oldu.

28 Şubat sürecinin ana aktörü olan Refah Partisi bu sürecin ardından bir krizin içine savruldu. Ekiplerden "yenilikçi" olarak adlandırılanların başında Erdoğan, Gül ve Arınç bulunuyordu.

Bu ekibin 2001'de kurulan partisi, 28 Şubat'la doruğuna çıkan düzenin yaşadığı bocalamayı aşacak hamleyi yapacak, 28 Şubat'ın açtığı yolda "yenilikçi" gömlekle, tüm tarikat ve cemaatlerin, dönemin ana akım medyasının, patronların ve ABD'nin desteğiyle iktidara yürüyecekti.

Yani AKP, yıllardır mağduru olduğunu söylediği sürecin mağdurundan çok o sürecin sonrasında ortaya çıkan tabloya doğan parti olarak iktidara yürüyecekti.

28 Şubat, kamuoyunun zihninde, bir çeşit "laikçi" müdahale olarak kodlandı. Oysa esas olan bir ılımlı İslam'ın önünü açmaktı da. 28 Şubat başarılı mı oldu, başarısız mı?

Herhangi bir siyasi partiye baktığımızda bir temel fonksiyonunu, misyonunu ve içindeki kadrolara bakma ihtiyacını duyarız. Kadrolarıyla tarihsel-siyasi misyonunun asıl anlamının bire bir örtüşmesi gerekmez. Yüzlerce kadronun belirli bir anda tornadan çıkmış gibi o başar siyasi misyonun belirlenimi altında olduklarını, öyle karakter kazandıklarını göremeyiz. En merkeziyetçi partilerde bile böyle bir şey olmaz. Bir yelpaze vardır. TSK ise bir parti değil. İlkeleri var ama o ilkeleri çerçevesinde çok daha geniş bir ideolojik dağılma alanı var. 

'Ordunun tarihsel misyonuna ışık tutulmalı'

O dönemki TSK’nin içinden baya Fethullahçı örgütlenmeye hizmet eden unsurlar çıkmış. Öbür taraftan Avrasyacılık diye bir akımı NATO’culuğun karşısına koymaya yeltenecek kadar başka bir dünyadan hayata bakanlar da çıkmış. Aynı 28 Şubat’ın parçası olan -illa asker olması gerekmiyor- bir bürokrasi var. Bu bürokrasinin içinde gerçekten yurtsever, Kemalist unsurlar da var ama Fethullahçılar da var. Bu yelpazenin tek tip örneklerine bakarak bir sonuca varamayız. O tarihsel misyonu ayırt edip, ona ışık tutmalıyız. 

28 Şubat döneminin birçok aktörü aradan 20 yıl geçtikten sonra yeniden Türkiye siyasetinde ortaya çıktı: Tansu Çiller, Mehmet Ağar vs. Bunu nasıl yorumluyorsunuz? 

Arada başka figürler de ortaya çıktı, akımlar değişti. Tansu Çiller’in lideri olduğu Doğru Yol Partisi bugün neye düşüyor? Ben bunu cevaplamakta zorlanıyorum. DP-AP-DYP çizgisi Türkiye siyasetinde nerede devam ediyor? Öbür taraftan Mehmet Ağar kontrgerilla geleneği. O nerede devam ediyor? 

İnsanlar hayattalarsa birer politik kişilik olarak o role oynayabilirler ama siyasetin toplam kurgusu yapılanışı değişti. Bütün burjuva siyasetinde bir tekleşme yaşandı. Şimdi totaliterleşme falan deniyor. Totaliterleşen bir siyasi rejimin kendi içinde çeşitliliği budaması gerekiyor. Herkes AKP’lileşti veya AKP’li olmayan da AKP’ye benzedi. Benzememeye direnen çünkü başka rolleri olanlar var sosyal demokrasi gibi. Ama onlar da AKP’nin tamamlayıcısı. Düzenin devam etmesi için bir merkez lazım ama toplumsal dinamiklerin tamamının o merkezin içinde toplulaşması mümkün olmadığına göre dışarı kaçanlar olacak. Biri de bunu yapacak. 

'Herkes gözünü 2028'e çevirdi' 

Çiller’in, Ağar’ın başlı başına birer siyasi figür oldukları dönemle bugün arasında bir fark var. Burjuva siyasetleri topluca AKP tarafından kapsandı. Buna düzen muhalefetini bile bir anlamda katabileceğimizi düşünüyorum. Düzenin bir kanadı öyle bir hegemonya kuruyor ki o hegemonyada bütün güçler bir merkeze toplanıyor ama öte yandan kontrol etmenin mümkün olmayacağı dinamikler de açığa çıkıyor. Bunu 12 Eylül’ün ardından yaşadı Türkiye kapitalizmi şimdi galiba tekrar yaşıyor. AKP’nin içinde de bir liderlik problemi var. Çok sık tekrarlanan karşımıza çıkan bir şey. Herkes gözünü 2028’e çevirdi. 2028, Tayyip Erdoğan’ın siyasi yaşamını devam ettirmek için formül icat etmenin çok zor olduğu bir tarih. Öte taraftan insanın bir doğal sınırı, yaş sınırı da var. Sonrasında Tayyip Erdoğan misyonunun sürdürülemeyeceği görülüyor. Düzenin toplulaştırılması, kuvvetli bir merkez ve onu temsil eden kuvvetli bir siyasi liderlik, bir kültü kurmak çok zor. Şu anda da onun sancıları var. 

Bugün gelinen noktada iktidar ve ana muhalefetin tarihi okumada ortaklaştıklarını görüyoruz. CHP de 28 Şubat'ı "darbeye karşı demokrasi" olarak anlatıyor. Bu nasıl sağlandı?

Kılıçdaroğlu döneminde bu belirgin hale geldi. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından da açıkça resmi tez haline dönüştü. Düzen muhalefeti de 28 Şubat’ı AKP ile aynı biçimde okuyor: “Tepeden inmeci laikler, topumun önünü kesmeye çalıştılar.” Toplum da burada dinci hareket tarafından temsil edilmiş oluyor. 

Daha eski bir tarihe 1977’de 1 Mayıs katliamına bakalım. Onun bunun tesadüfen yapabileceği bir şey değil. Bu köklü bir karar. Bu karara Süleyman Demirel tüm netliğiyle vakıf oldu ve imza attı mı bunu bilmiyoruz, bilemeyiz. Bülent Ecevit neresindeydi bilemeyiz. Ama 1977’de CHP, Milliyetçi Cephe’dekilere sahneyi bırakmıştır. Sonra da Milliyetçi Cephe’ye yani 12 Eylül’ün hazırlıkçılarına alan bırakan CHP, DİSK’i ele geçirmek için harekata kalkışmıştır. DİSK’te 1977’de dönemin TKP’si tasfiye edilir. Ardından inanılmaz bir cinayetler ve katliamlar dalgası başlar. Kimse engel olamaz buna. Arada Ecevit hükümeti kurulur ve o hükümet solcu, devrimci dernekleri kapatmaya yeltenir. Ecevit hükümetteyken Kahramanmaraş Katliamı olur, belki bir şey yapamazlar. Bu tabloyu kimileri klişe tabirle “Hükümet olmuş ama iktidar olamamış” diye okuyor. Ben bunun yanlış olduğunu düşünüyorum. Tek tek kişilerinin ne kadar bilincinden olduklarından bağımsız olarak 70’lerin sonunda CHP, Türkiye’nin bir islamofaşizme götürülmesi projesinin bir parçası haline gelmiştir veya getirilmiştir. 

'Birleştirici nokta din değil, sınıf'

CHP onlarca yıl sonra Türkiye’nin gericileştirilmesi ve AKP’ye teslim edilmesi projesinin de bir parçası haline getirilmiştir. Bu bütün CHP’lilerin şeriatçı haline geldiği şeklinde okunamaz ama örneğin Kemal Kılıçdaroğlu’nun siyasal tercihlerine, söylemine, kadrolaşmasına bakınca bunun bile çok uzağında olmadığımızı insanın düşünesi geliyor. Çünkü şeriatçılar Türkiye tarihinde belki de ilk kez toplumsal bir hareketi de arkalarına takmışken, ilk kez o düzeyde örgütlü bir burjuva hareketi yaratmışlarken CHP diyordu ki ‘Türkiye’de laiklik tehdit altında değil.’ Bunun bir tercih olduğunu düşünüyorum. Neden? Kişisel hayatında laik, sosyal demokrat olan insanlar neden Türkiye’nin bir dinci diktatörlüğe teslim olmasının parçası olurlar? Burada birleştirici noktanın din olması gerekmiyor. Burada birleştirici nokta sınıfsal. Türkiye’de sermaye egemenliğini güçlendirmek, her şeyi piyasalaştırmak, buna direnme potansiyeli taşıyan ideolojik akımları ve sınıfsal hareketleri baskı altına almak için dine ihtiyaç var. Doğrusu Kenan Evren’in de kişisel hayatında 5 vakit namaz kılan biri olduğunu hiç düşünmedim ama misyonu buydu.

'AKP-Yeniden Refah gerilimi düzen için kayıpsız bir oyun'

Fatih Erbakan üzerinden Erbakan ismi yeniden siyaset sahnesine girdi, son günlerde Erbakan'ın evine polis gönderilmesi gibi konular konuşuluyor. Milli Görüş geleneğiyle Erdoğan arasındaki mesafeyi tekrar açmaya mı çalışıyorlar, başka bir hesap mı var? 

Bunun birkaç düzlemi var. Bir tanesi AKP ile Yeniden Refah Partisi arasında gerçek bir gerilim var. Sadece Yeniden Refah değil, başka sağcı hareketlerin de oynadığı bir alan var. AKP eninde sonunda bu yoksullaştırma operasyonun bir bedelini ödeyecek. Ama bu bedeli kontrol edilebilir sınırlar içinde tutma derdinde. Öte tarafta ‘ödenecek bedel fazla uzağa değil komşuya gitsin’ istemi var. Buradan bir emekçi kalkışması yerine toplumsal huzursuzluğun öteki sağcı partilerde özel olarak da Yeniden Refah’ta toplulaşması tercih edilir. Ama bu bir oyun değil, gerilim. ‘Kaybetmek zorundayım bari sen al’ diye tepsinin için konulup ikram edilmiyor. Diğeri tırmalayarak, mücadele ederek, yıpratarak onun kaybettiği alanı dolduruyor. Toplamda düzen açısından kayıpsız bir oyun oynananacak. 

Bu, Milli Görüş mirasının kime ait olduğu yönünde bir çatışmayı da beraberinde getiriyor. Hangisi doğru diye bir tercihte bulunmaya ihtiyaç duymuyorum. Mili Görüş geleneği hem AKP’nindir, hem Yeniden Refah’ındır hem Saadet’indir. Diğer düzen partileri de ona çok yabancı değildir. 

"Refah Partisi, düzenin merkezi kurumlarının İslam'ın birleştiriciliğinden dem vurdukları momentte, her tür mücadele biçimine açık olduğunu ilan etmekten çekinmiyordu. Kapitalizmin ağırlık merkezi İslam'ı massedecekken, tersine İslam, merkezi kuşatma stratejisinde karar kılmış, bu kuşatmayı hızla derinleştirmeye başlamıştı bile." Aydemir Güler, Son Kriz.

İkincisi seçim meselesi. Yeniden Refah’ın güç kazanması ve AKP’yi tırmalaması CHP’nin muhalafet anlayışı açısından anladığım kadarıyla hayırhah bir gelişme olarak görülüyor. Yeter ki AKP’den bir şeyler kopartılsın, kim kopartırsa kopartsın. Dolayısıyla düzen muhalefeti de Erbakan tartışmasını kaşıyor. Ama bir tuhaflık var. Bir tartışmayı uzattığınız zaman ‘Bu mirasın sahibi kim’ sorusuna yanıt vermeniz lazım. Bu da başlı başına mirasın kendisini aklamak anlamına geliyor. Bir miras kavgası yapılıyorsa, bu çok değerli bir şeyse onu aklarsınız. Şu anda da ‘Erbakan aslında AKP’ye çok karşı çıkmıştı, nasıl bir ihanete uğramıştı’ demek Milli Görüş geleneğini aklamaya yarar. Milli Görüş, Türkiye’nin 1960’ların sonlarında şekillenen iki karşı devrimci hareketten biridir. Biri ırkçı, faşist harekettir. Diğeri şeriatçı, İslamcı harekettir. Bu tartışmaya girip de daha sağcı hale gelmeden çıkmak imkansız.