Bizi kovamayacaklar: Bir Nomadland eleştirisi

'Emekçiler binlerce yıllık emek ürünleri olan, aslında onlara ait olan kentli uygarlığın güzelliklerini zenginlere bırakıp konforsuzluğa, göçebeliğe, paryalığa razı olmayacak'

Nevzat Evrim Önal

Chloé Zhao’nun, daha doğrusu Chloé Zhao ve Frances McDormand’ın ortak işi olan Nomadland bu senenin Oscar şampiyonu oldu. Geçen yıl en iyi film ve yönetmen ödülünü Parazit’in almasının ardından bu yıl da kadrajında yalnızca ABD’nin yoksul, göçebe emekçilerinin olduğu Nomadland’in en iyi film, yönetmen ve aktris ödülünü alması kimilerinin “sıradan emekçiyi anlatan sinemanın yükseliyor olduğu” yorumunu yapmasına neden oldu. Peki, durum gerçekten bu mu; emek eksenli bir estetik ana akım sinemada kendisine bir yer mi açıyor ve Nomadland bu eğilimin son başarılı örneği mi?

Hayır. Olan şu: Kapitalizmin krizinin emekçi kitlelerde yarattığı yıkım artık saklanamıyor, halının altına süpürülemiyor, bu yüzden sermaye sınıfının çıkarları uğruna hayatları parça parça olan emekçilere sahte öyküler yazılması, yaşanmakta olan yıkımın yumuşatılması ve bilhassa orta sınıfların gözünde vicdanen kabullenilebilir hale getirilmesi gerekiyor. Nomadland, bu amaç doğrultusunda, ABD’de 2008 krizinin ardından sayıları bir milyonu aşmış olan, karavanlarda yaşayan, çağdaş uygarlığın hemen her konforundan yoksun emekçilerin yaşantısını alıyor ve bize gayet “belgesel” bir tarzda, sanki egzotik bir kültürün yaşam tarzını aktarır gibi sunuyor.

Amazon neye izin verdi?

Filmin bu ideolojik amacı öyle güçlü ki, uyarlandığı kitabın1 sınıfsal içeriğini ezip geçiyor. Örneğin, filmde ana karakter Fern’in geçici işçi olarak, Amazon’un göçebe emekçileri istihdam etmek için özel olarak tasarladığı CamperForce (KampçıKuvvet) programı çerçevesinde çalıştığı dönemler, iyi para kazandığı ve borçları varsa ödediği, yoksa kenara para koyup kendisini bir süreliğine güvenceye aldığı zamanlar olarak sunuluyor. Zaten muhtemelen bu sayede Amazon deposunun içinde çekim yapılma izni alınabilmiştir. Kitapta ise durum çok daha gerçekçi anlatılıyor:

Kampçı işçiler tak-kullan emektir ve dönemsel eleman ihtiyacı duyan işverenler için ideal kolaylığı sağlarlar. Kendilerine ihtiyaç duyulan yer ve zamanda peyda olurlar. Kendi evlerini getirir ve karavan parklarını iş bittiğinde boşalıp kaybolacak geçici şirket kasabalarına dönüştürürler. İş yerinde sendikalaşacak kadar çalışmazlar. Fiziksel açıdan zorlu işlerde, çoğu paydos saatinden sonra sosyalleşemeyecek kadar yorgun olurlar. Aynı zamanda sosyal yardım ve güvence konusunda da pek beklentileri yoktur.2

2008 kriziyle birlikte ABD çapında milyonlarca insan ödeyemediği konut kredileri nedeniyle evsiz kaldı. Bu insanların filmdeki başlıca temsilcisi olan Fern de, çalıştığı fabrika kapanınca ve fabrikanın lojmanından ibaret olan Empire kasabası bir hayalet kasabaya dönüşünce göçebe bir hayat yaşamaya başlıyor. Ama yaşanan sınıfsal felaketin acımasızlığına dair tüm unsurlar yumuşatıldıkça, filmin bu konudaki mesajı da kasıtlı olarak bulandırılmış oluyor. Örneğin, film “gitmek zorunda kalanlara adanmıştır” ibaresiyle bitiyor, ama filmin neredeyse tamamında Fern’in gerek söyledikleri, gerekse yaptıkları (bilhassa Dave’in davetiyle geldiği ve kısa süre kaldığı aile çiftliğinde geçen sahneler) göçebe yaşantıya zorlanmaktan çok bu yaşantıyı tercih ettiğine işaret ediyor.

Göçebenin güzelliği!

Bunun yanı sıra, göçebe hayatın da zorluklarından çok otantik güzellikleri kadrajı dolduruyor. Evet, göçebe emekçilerin yaşadıkları kamyonetlerinde klozetleri yok ve tuvalet olarak kova kullanıyorlar; ama birbirleriyle çok samimi, dostane ilişkiler kuruyor, para kullanmıyor ve ihtiyaçlarını yardımlaşarak, en kötü birbirleriyle takas yaparak gideriyorlar. Zaman zaman hava soğuk olsa da kentin kirliliğinden, gürültüsünden, yapmacıklığından uzak, Amerika’nın uçsuz bucaksız coğrafyasında, doğanın koynunda yaşıyorlar.

Film bu bağlamda Into the Wild ve benzerlerinin izinden giderek kent ile doğayı karşı karşıya koyuyor; buradan yola çıkarak Fern gibi göçebe emekçilerin, kendilerini dışlayan kentli özel mülkiyet uygarlığına karşı moratoryum ilan ederek, onunla mümkün olan en az ilişkiyi kurmayı seçtiğini ve küçük, sıradan insanlar olarak doğaya dönüp onun devasa kucaklayıcılığı içinde kaybolmayı tercih ettiklerini savunuyor. Filmin bütün estetiği bunun üzerine kuruluyor. Ufukta dağların yükseldiği uçsuz bucaksız bozkır arka planında, kadrajda küçücük kalan Fern’in kamyonetini defalarca, hayli uzun sahnelerde görüyoruz. Issız bir gölette sırt üstü yatıp kendisini çırılçıplak suyun akışına bırakmasını; bir başka sahnede ismini doğaya haykırıp yankısını dinlemesini izliyoruz. Ve belki de, bu kategorideki en açıklayıcı sahne olan, kökünden sökülüp devrilmiş dev bir Sekoya ağacının kökünün yanında, ardından da gövdesi boyunca yürürken ufacık kalmasını görüyoruz.

Bu natüralist, hatta animistik eğilim salt doğayla kurulan ilişkide değil, emekçi insanın soyutlanma biçiminde de kendisini gösteriyor. Daha başlarda, filmin tamamında bir çeşit göçebe şaman rolü üstlenen Bob Wells karakteri şunları söylüyor:

Doların despotluğunun boyunduruğunu seve seve kendimize takıyor ve tüm hayatımızı onun uğrunda yaşıyoruz. Aklıma bir yük beygiri benzetmesi geliyor. Bizzat ölesiye çalışmaya istekli ve sonunda ovaya salıverilen bir yük beygiri. Ve çoğumuzun başına bu geliyor. Eğer toplum bizi kullanıp atıyor, yük beygirleri olan bizleri ovaya salıveriyorsa; biz de yük beygirleri olarak bir araya toplanmalı ve birbirimize sahip çıkmalıyız.3

Yılkı atlarının birlikteliği

Bu çerçevede göçebe emekçiler, aynı zamanda gerektiğinde çalıştırıldıkları ve iş bittiğinde işten çıkartılıverdikleri için yılkı atına da (Tahsin Yücel’in Gökdelen romanında kullandığı “yılkı insanları” kavramını hatırlayalım) benzetilebilir ve bu benzetme de doğru olacaktır. Sonuçta yılkı atları da sürü halinde yaşar ve birlikte hayatta kalmaya çalışır. Ve çerçeve bundan ibaret kaldığı müddetçe, gencecik insanları hayatları boyunca çalıştırıp her krizde işsiz bırakan, yaşları ilerledikten sonra artık hemen hiç işe almayan ve kaderine terk eden bu lanet olası düzen hiç değişmez.

Film, bunu söylüyor. Bunu söylemekle kalmıyor, kullanılıp atılan bu insanların dünyanın en zengin ülkesinde dehşet verici ve kabul edilemez bir sefalet içinde değil; fakir ama gururlu, samimi, hatta kentli yaşamdan kendi sebepleri nedeniyle bıkmış, daha “doğal” bir yaşam özlemiyle yanıp tutuşan orta sınıf için bazı açılardan özenilesi hayatlar yaşadığını savunuyor.

“Paranın despotluğu”ndan kurtuluş, başka pek çok yalanın yanı sıra bu yalana da “hadi ordan!” demeyi gerektiriyor. Biz emekçiler ihtiyaç duyulduğumuzda kullanılıp iş bittiğinde kenara atılmak, atıldıktan sonra da birbirimize tutunup hayatta kalmaya çabalamaktan ibaret bir hayatı kabul etmeyeceğiz. Yaşamlarımızı böylesi bir dışlanmayı kabullenerek inşa etmeyeceğiz. Biriktirdiğimiz anılarımız porselen bir tabak gibi kırıldığında tek tepkimiz parçaları dikkatlice yapıştırıp yola devam etmek olmayacak. Binlerce yıllık emeğimizin ürünü olan, aslında bize ait olan kentli uygarlığın güzelliklerini zenginlere bırakıp konforsuzluğa, göçebeliğe, paryalığa razı olmayacağız.

Bunu yapacağımıza, o uygarlığı içindeki ayrıcalıklılarla birlikte yakarız, sonra da küllerinden daha güzelini yaparız. Kimsenin kuşkusu olmasın.