Bir göç ülkesi olarak Türkiye

İşçilerin ortak hareket etmesi ve farklı ulus ve milliyetlerden işçilerin haklarını kazanıp korumaları içinse elbette bilinçli bir politik müdahaleye acil olarak ihtiyaç var.

Eren Korkmaz

2021 yılı Türkiye’de göç ile ilgilenenler için önemli yıldönümlerinin olduğu bir yıl. Türkiye’den Almanya’ya misafir işçi statüsünde başlayan emek göçünün 60. yılı, Suriye’den Türkiye’ye mültecilerin gelişinin 10. yılı ve Türkiye ile Avrupa Birliği arasında imzalanan mülteci anlaşmasının ise 5. yılı. 

Bu tarihler göç olgusunun ülkemizde ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Elbette bunlarla sınırlı değil. Ülke nüfusunun önemli bir kısmının son 3-4 kuşağında büyük bir göç hareketliliğinin olduğunu, Balkanlar ve Kafkaslardan yaşanan göçlerden ülke içindeki dayatılan zorunlu göçlere kadar aile içinde göç ile ilgili anıları olan ve travmaları yaşayanların sayısı oldukça yüksek olduğu biliniyor. Bu durum kimlik oluşumundan politik duruşa günümüzde de toplumsal yaşamı etkilemeye devam ediyor. 

Öte yandan bahsettiğimiz 3 yıldönümünün bize gösterdiği bir diğer konu da Türkiye’nin hem göç veren hem de göç alan bir ülke olarak bir göç ülkesi olması gerçekliği. Göç ülkesi olmak ülkeye dair sınıfsal, siyasal tahlilleri de doğal olarak etkiliyor ve göç olgusunu göz ardı ederek ülkedeki değişim dinamiklerini anlamak da güçleşiyor.

Örneğin, Almanya’ya göçün 60. yılı esasen emek göçü ile başlayan, ardından sığınmacı ve aile birleşimi gibi yollarla durmaksızın devam eden göç günümüzde de önemli bir konudur. Bilhassa gençlerde ülkeden umudu kesmenin, siyasi ve ekonomik zorlukların sonucunda ülkeden ayrılma, yurtdışında okuma, çalışma veya iş kurmayı göze alma güncel bir tercih olmayı sürdürüyor.

Öte yandan Türkiye sadece göç veren bir ülke değil. Hem coğrafi konumu nedeniyle Suriye, İran, Irak ve Afganistan’dan mülteci hareketliliklerinde önemli bir ülke hem de kapitalist ekonomisinin gelişmişliği ile Orta Asya’dan Afrika’ya, Kafkaslardan Karadeniz’e kıyı ülkelere geniş bir coğrafyadan göçmen işgücünü çekiyor. Bu açıdan hem göç alan hem de transit bir ülke niteliğinde.

Göçmenlerin ve mültecilerin büyük çoğunluğunun kayıt dışı şartlarda işçi olarak yaşamını sürdürmesi de elbette ülkemizdeki sınıfsal durum, dengeler ve mücadeleler açısından dikkate alınması gereken bir konudur. Bu sayı geçici ve uluslararası koruma altında olan yaklaşık 4 milyon kişinin üstüne turist vizesiyle giriş çıkış yaparak çalışmaya gelen, tarımda, turizmde, hizmet sektöründe ve ev içi hizmetlerde çalışan yüz binlerce işçiyi de içermektedir.

Niceliksel yönünden dolayı doğal olarak Suriyeli mültecilerin durumu daha çok gündem oluyor.  Artık rahatlıkla iddia edilebilir ki, Almanya işçi sınıfını incelerken Türkiye kökenli işçilerin varlığını ve mücadelesini yok saymak mümkün değilse, Türkiye işçi sınıfını değerlendirirken de Suriyeli mülteciler yok sayılamaz. Hiçbir siyasal, sınıfsal ve sendikal hareket mülteci işçilere gözünü kapatarak, onları yok sayarak başarılı bir mücadele veremez. 

Çoğunluğu kayıt dışı şartlarda çalışsa da kayıtlı çalışanların sayısı yavaş da olsa artıyor ve bilhassa bugün lise ve üniversitelerde okuyan yüz binlerce Suriyeli gencin yarın iş piyasasında yasal işlerde çalışmaya öncelik vermesi ve aile büyüklerinin çektiği zorluğu ve sömürüyü reddetmeleri güçlü bir olasılık. Resmi olarak “geçici koruma altında” olan, ancak mülteci olarak tanınmaları gereken bu geniş kitlenin statüsündeki geçiciliğin verdiği güvencesizlik dikkate alındığında buradaki çelişkinin keskinliği de anlaşılacaktır.

Az sayıda araştırma olmasına ve sendikaların genel ilgisizliğine rağmen Suriyeli mülteci işçiler kendi içlerinde kurdukları sıkı dayanışma ve haberleşme ağları ile ücret ve çalışma şartlarını geliştirmek için yoğun bir hareketlilik içindeler. Bu deneyimlerin öğrenilmesi önemlidir ve sınıfsal çalışmalara zenginlik katacaktır. Örneğin ilk dönemlerde tekstil sektöründe genel olarak asgari ücretin yarısı kadar maaş alan Suriyeli işçilerin bugün önemli bir kısmı, halen kayıt dışı olsa dahi, asgari ücretin üstünde maaşlar alabiliyor. Bunun bir sebebi işçilerin çalıştıkları yerlere herhangi bir yasal bağlılıklarının olmaması ve işlerin iyi olduğu, işçiye ihtiyaç olduğu dönemlerde sıkça işyeri değiştirerek biraz daha iyi ücretli yere gitme çabası sonucunda bir süre sonra söz konusu sanayi havzasında ortalama ücretleri de yükseltmeleridir.

Tekstil, inşaat, tarım gibi sektörlerde yoğunluğu sürse de Suriyeli işçilere artık hemen her sektörde rastlamak mümkün. Önemli kısmı genç olan ve küçük yaşta Türkiye’ye gelen Suriyeli işçilerin genellikle Türkçelerinin de iyi olması yerli ve mülteci işçilerin bir arada çalıştığı işyerlerinin sayısını da arttırıyor.

Ancak mülteciler sadece Suriyeli işçiler değil. Zeytinburnu’nda deri atölyelerinde olduğu gibi ciddi bir Afgan mülteci nüfus da işçilik yapıyor. Afgan mültecilerin özgünlüğü ise büyük çoğunluğunun Türkiye’yi geçici bir konaklama yeri olarak görmesi ve bir süre çalışıp para biriktirip kaçakçının parasını ödeyip Avrupa’ya geçmenin yollarını aramasıdır. Zeytinburnu gibi bazı mekanlarda birçok genç ve erkek Afgan, kaçakçıların verdiği evlerde toplu olarak kalıyorlar ve gündüzleri deri atölyelerinde çalışıp para biriktiriyorlar. Bu durumun söz konusu bölgelerdeki işçi çalışmasına etkisinin olumsuz olacağını tahmin etmek zor olmasa gerek.

Birçoğu İran’dan Türkiye’ye geçişte Afganlara yol arkadaşlığı yapan başka ülkelerden göçmenler de var. Örneğin Pakistanlılar. Pakistanlı göçmenlerin iç dayanışmalarını ve sosyalleşmelerini sağlamada sporun özel önemi var ve beyzbol ve kriket gibi spor dalları çok seviliyor. Örneğin İtalya’da sendikalar göçmen Pakistanlı işçileri örgütlemek için beyzbol kulüpleri kuruyorlar. İstanbul’da da örneğin Ataşehir’de haftasonları boş arazilerde beyzbol oynayan Pakistanlı göçmenleri görmek mümkün.

Ülkemizde göçmen işçiler açısından bir diğer önemli sorun ve sömürü konusu ise ev içi hizmetlerde görülüyor. Filipinler’den Ukrayna ve Moldova’ya, Ermenistan ve Gürcistan’dan Orta Asya ülkelerine binlerce kadın çocuk bakımı ve temizlik için evlerde çalışıyor, birçoğu çalıştıkları evlerde bir odada kalıyor. Aracı şirketler üzerinden iş bulan, kayıt dışı çalışan ve çalıştıkları yerlerde pasaportlarına el konulan bu insanlar kölelik şartlarında çalışmaya mecbur kalıyorlar. Son yıllarda tacize uğrayan ve öldürülen Orta Asya kökenli genç kadınların haberleri yaşanan sömürünün en kötü sonucu. Ama bunlar dışında bu işlerde çalışanların maruz kaldığı sömürü ve tacizi tahmin etmek zor olmasa gerek. 

Bu bölgelerden aile olarak gelen göçmenler de az değil. Kadınlar ev içinde çalışırken erkekler tarımda, bahçede, deri, ayakkabı sektörlerinde iş buluyorlar. Kadıköy’de Bağdat Caddesindeki parklarda Orta Asya ve Karadeniz’e kıyı ülkelerden gelip çocuklara bakan kadınları, yine bu ülkelerden gelen ve örneğin köpek gezdiren erkekleri görmek zor değil.

Hem büyük şehirlerde hem de Ege ve Akdeniz’de turizm sektöründe Orta Asya’dan gelen gençlerin yoğunluğu dikkate değer. Geçici, kısa süreli ve staj vb. adı altında gelen işçilerin iç dayanışması, ama aynı zamanda onları getiren ve çalıştıran şirketlerin kontrolü ve gözetimi de oldukça sıkı. 

Göç hareketliliğine THY’nin uçak seferlerinin de etkisiyle çeşitli Afrika ülkelerinden gelenler de dikkat çekiyor. Bir kısmı Avrupa’ya geçmeyi hedeflerken bundan vazgeçip ülkede kalanlar da oluyor. Ağır şartlarda çalışan ve ırkçı söylemlerle sürekli karşılaşan Afrikalı göçmenler arasında kadınların fuhuşa zorlandığı da biliniyor.

Özetle bugün tarımda, tekstilde, hizmet sektöründe, turizmde, ev içi hizmetlerde, inşaatta göçmen emeğine rastlamamak mümkün değil. Sermaye sahiplerinin ucuz işgücüne ihtiyaçları nedeniyle göç hareketliliğine izin vermek ama göçmenlerin yasal şartlarda çalışması için çaba göstermemek ise son 10 yılda bilinçli olarak izlenen bir politika. Vatandaşlar için bir süre kayıt dışı çalışılsa da bir süre sonra yasal bir iş bulmak mümkünken mülteciler ve göçmenler için çalışma izni yaygın olmadığı için yıllarca kayıt dışı şartlarda çalışmaya mecbur kalınıyor.

Türkiye’nin sınıfsal analizinde göçmenler ve mülteciler yerlerini alıyorlar. Yalnızca maruz kaldıkları baskı, sömürü, düşük ücret, taciz, ırkçılık gibi konuları gündemleştirmek değil, aynı zamanda onların iç dayanışmalarından, mücadele yöntemlerinden öğrenmek de oldukça değerli veriler sunacaktır. İşçilerin ortak hareket etmesi ve farklı ulus ve milliyetlerden işçilerin haklarını kazanıp korumaları içinse elbette bilinçli bir politik müdahaleye acil olarak ihtiyaç var.